25 Mart 2009 Çarşamba

FENER BEKÇİSİ


Bir martı kanatlanıp uçarsa başının üzerinden
Bırak kendini
Denize düş
İşte o zaman anlayacaksın ki
Aslında hayat kocaman mavi bir düş

Halatlar hora! Çapa vira! Vira bismillah!
Bir sabah vakti, gün aydınlanırken düştük mavinin yoluna. Hey gidi kocamış hatun; nasıl da aldı bizi koynuna. Güverte lostraması emirler yağdırıyor tayfaya. Dümen avuçlarımda, belirlenen rotaya doğru ilerliyorum. Şimdi sakin, dingin sevdiğimin mavi saçlarını okşuyorum. Bir gemi değil sadece denizde süzülen, titreyen bir yelken gibi sulara saldığım; bütün hayatım. Bilen, anlayan olmadı. Olmasın da zaten. Hayaller üzre bir yuva bizimki, kuşlarınkinden de yükseğe kurduğumuz… Aşk içre bir yolculuk masmavi… Martılar kadar kanatlı usumuz. Bilen, anlayan olmasın. Bedenleri tutsak eden sahte bilgelikler dokunamasın uçuşumuza ve bana bağışladığı tarifsiz mutluluğa.

Bendeki bu deniz aşkı küçücük bir çocukken başladıydı ilk. “Baba, denizci olacağım ben” dediğimi kendim bile hatırlamam. Ne zaman canım sıkılsa bir sahilde alırdım soluğu; ya da ne zaman içim içime sığmayacak kadar neşelensem ona koşardım. İşte bu yüzden bütün hallerimi bilir. Çoktu hallerimiz ya; hepsini bir bir bölüşürdük biz. Hayallerime kaç olta iğnesi batırdım onun kıyılarında ve kaç balıkla birlikte öldüm çırpına çırpına. Gemiler geçerdi beyazlı morlu gövdeleriyle uzaklardan, ben düşümü onların peşine takar bilmediğim ufuklara yollardım. Anacığım ne kadar “A oğlum, yer yutar adamı o kahpe, gel vazgeç” dediyse de çıkarı yoktu. Varsın onun elinden olsundu her dert; ne gamdı! Kavuşmalıydım sevdalıma; kavuştum da…

Okulu dereceyle bitirdiğim gün ilk seferin düşü gözlerimde uçuşmaya başlamıştı çoktan. Birincilikle de bitirirdim ya; o sarışına fena tutulduydum son senemde. Ah o saçları yok muydu? Her teline ayrı ayrı bağlamıştım gönlümü. “Düş!..” dese, onunla en dibine dalardım denizin.Öyle yaman sevmiştim haspayı. Adı başkaydı ama ben Maria derdim ona. O hiç bilmedi, hiç… Ne sevdamı; ne de adını. Anam “Hele işini gücünü bir yoluna koy da Mualla’yı alacam sana.” der dururdu ama benim deli yüreğim konmuştu bir kez olmayacak dallara. Kocasını öğrendiğimde dünya dar gelmişti heyhat! Ama deniz, öyle uçsuz, öyle bucaksız ve öyle sonsuz kucakladı ki beni, bu da geldi geçti dedim; hiç unutmasam da… Genç heyecanlarımın en coşkulusuydu, en kıpır kıpırıydı. Gündüz yanı başımda, gece koynumda, ama hep benimleydi yıllar yılı; kavuşma umudum olmasa da!..

Sonra… Çok uzunca bir zaman sonra, saçımın aklarında çözülmeye yüz tutmuş düğümlerimle onu tanıdım uzak diyarlarda. Sayamadığım kadar çok yolculuklarımın hangisiydi bilmem? Ben gemiyi yanaştırıyordum, o limanda durmuş öylece bize bakıyordu. Dili başka, dini başka… Kendisi bambaşka… Belki o da benim gibi hayallerini uçuruyordu bir yekenin ucundan bir yelkenin kanadına. O da benim gibi, çıpaya sapladığı yüreğini bırakmıştı besbelli; en derin sulara.


Yıldızlardan tokalar takmıştı deniz kadar dalgalı saçlarına. Ben bir martı kuşuydum umarsız, umursamaz… Ve maviye âşık... Uçuyordum göçebe Samanyolu misali kararsız. Peri tozları döktü gözleri çocuk hallerime ve gerçeği yok ediverdi bir hayal dünyasında. Oysa ne çok olmuştu masallara inanmayı bırakalı. Işıklı yüreği nasıl da kayıverdi sahillerime. O an bütün ezberlerim yeniden alt üst oldu. Ben kendimden ırağa göçmek çabasındayken, karanlık yollarımı aydınlatan deniz fenerim oldu o. Çiğ bir aydınlık değildi ha! Hiç batmayan bir güneş, çetin bir siyahı yarıyor ve zerre zerre evrenime dağılıyordu. Her şaşırdığımda dümeni kırdım, rotamı çevirdim ona. Ah Maria! Gülümseyişi ömrüme eş kadın. Sarıldım hiç bırakmayacakmışçasına…

Pamuk tarlasında rençber olduğum geceler, terim terine karışırken kavruldum böyle gün yanığı ben. Karanlığın sonu o ışığa varsın diye uğurlandım kendi limanımdan her sefer. Gün günden çok sevmek nasıl bir duyguymuş böyle? Hasretle yanarken sulak kavuşmaları düşlemek… Yıldıza doymuş özlem gecelerine açlığım; ılıktan, soğuktan bezginliğime denkti. Avuçlarıma dolan sonsuz sıcak ve bir canda iki gövde sevdaya karışan. Ve narin bir tenin beyazlığına boyanıyordu mutlu zamanlarda tertemizliğim. Yolculuklarım işte o en aydınlık fenereydi bundan sonra… Sadece deniz, o ve ben…

Mavi siyaha, gün akşama kesmiş uzunca yolda. Şimdi açık denizlerin orta yerinde bir kargaşa… Radyo istasyonu S.O.S diyor. Telsizden yolumuz üzerinde fırtına uyarısı geliyor. “Yıldızdan Poyraza gün doğrusu yön değiştiriyoruz.” diyorum ikinci kaptana. “Emredersiniz süvari bey” derken yıllar evvelki heyecanımı görüyorum onun genç bakışlarında. Bütün gücümle dümeni çeviriyorum. Çok geç!.. Rotayı değiştirmeye fırsat bulamadan yakalıyor bizi sert bir rüzgâr önce. Sonra âlemin bütün siyah bulutları toplanıyor tepemize. Tayfa sırılsıklam; bir yandan yağmur, bir yandan deniz… Boş bir çaba ve alabildiğine karanlık… Sevdiğimin gözlerinden başka ne bir fener, ne de çakar var. Döküyor saçlarını kara geceye; bir ben aydınlanıyorum.

Elimde dümen, yüreğimde aşk, kırmaya çalışıyorum öteki sevgilimin inatçı dalgalarını. Biliyorum kıskançlık en tehlikeli zehirdir, onu da yakıp kavuruyor. Hınçla saldırıyor üstüme. Koca gemiyi bir o yana bir bu yana sallayıp duruyor hışımla. O sakin mavi hallerinden eser kalmamış, kara bir kâbus gibi çöküyor üzerimize. Köpük köpük, parça parça kin kusuyor. Oysa bir bilse, ben ikisini de nasıl seviyorum. Ne denizden geçer bu gönül, ne de sarı saçlardan.

Babamı da böyle bir fırtınada çekip almıştın çocuk ellerimden. Oysa teri karışmıştı tuzlu suya, senden çıkan ekmeğine yudum yudum emeğini damlatmıştı Kenan Usta. Ne vefasız, ne vazgeçilmez sevgiliymişsin; sana tutkun yürekleri bir bir tükettin karanlık diplerinde. Daha ne yapabilirsin ki bana? Kaç kere daha ölebilir ki bir çocukluk ve kaç kere daha düşleri bitirilir acıyan gözlerin. Ve yine de seni sevmemi engelleyebilir misin?
Ah Maria, bize yine ayrılık göründü fırtınalı bir gökyüzünde. Buraya kadarmış; bitti. Ne yapsam olmuyor, ne desem inanmıyor bana. Alacak kollarına beni, kendini tüketen kıskançlığıyla. Bitirecek ömrümü bir solukta. “Sadece benimsin…” diyecek her âşık gibi. “Yoksa öl!”

Ah sevdiceğim! Gülüşüne ömrüm feda... Artık sana kavuşma umudum kalmadı. Yıldıza karışmış saçlarına yeniden dokunamayacağım. Ve iki ak güvercin arasına yaslayıp başımı, çekemeyeceğim o tuzlu kokunu içime. Böyle olmamalıydı biliyorum. Ama sonları baştan yazamıyor ki en kuvvetli kalem bile…

Canımı veriyorum şimdi ilk aşkımın koynunda. Acı çekenler için ondan rahat bir döşek yoktur ya; en çok sensiz düşmek yakıyor canımı. Ellerin avuçlarımda olsa, dipler vız gelirdi bana. Bir sevdalıma kavuşurken sonsuzca; diğerinden vazgeçmek çizilmiş alnıma. Sen giden bedenimi değil, sonsuza bıraktığım aşkımı aydınlat bundan sonra.

Elveda Maria… Maria!..

“Ne Maria’sı tembel, uyan artık, gün batacak neredeyse. Geç kalacaksın fenere.” diyor anam, hiç değişmeyen sesiyle. “Bak kaç yaşına geldin, Mualla’yı da kaçırırsan, sütümü helal etmem sana. Kız beklemekten helak oldu yavrum. He de, gidip isteyelim hemencecik.”

Yarı uykulu gözlerle kalkıyorum yataktan. Kan ter içinde kalmışım. Yeni demlenmiş çayın kokusu doluyor genzime sıcacık. Cevap vermiyorum anneme. Ne diyeceğim ki hem? Aklına koymuş, evlendirecek beni o karta kaçmış kız kurusuyla. Sabah sabah türkü söylüyor baş ucumda.

Fenere gidiş yolunda, elimde sefer tasım, tepe taklağım şimdi. Ama benim denize düş yolculuklarımda Mualla’ya yer yok ki! Üstelik de o esmer yahu!..

Dip Not:Bu öykü de perilerin en muhabbetlisine hediyem olsun.

9 Mart 2009 Pazartesi

ORTAYA BİR SERZENİŞ...


Ey benim güzel hemcinsim, hatun milletinin insanı! Yaklaş hele yamacıma bir iki diyeceğim var sana.

Şu beş taşın yanına, bir de tek taş hediye eden reklamı diyorum... Bildin mi? Merak ediyorum; niye sesin soluğun çıkmıyor? Bekliyorum hala umutla, bir kadın kişisi de çıkıp "uleyn ne diyorsunuz siz be, ben tek taşımı kendim alırım, tek başıma kendim takarım" diye sahne alır diye.

Sen ki, şu zavallı 'Taç' reklamları için yeri, göğü inlettin. Sen ki 'ben evimde oturup, havlu katlamam, bornoz koklamam, ruhuma da yer açmam' diye yırtım yırtım yırtındın. Şimdi niye susuyorsun?

Niye çıkıp 'bu reklam kaldırılsın, valla tozu dumana katarım' diye bağırmıyorsun? Bu daha mı az incitti kadınlık gururunu? Daha mı az sarstı senin, ayakları üzerinde duran, kariyer sahibi, kimselere muhtaç olmayan, kocasına değil, dünyaya pirim vermeyen güçlü kadın imajını?

Fark ne? Neydi 'Taç'ın kadınlarının, o adama dünyayı dar eden, 'bak almazsan kendine ülkelerden ülke beğen' diyen döpiyesli hatunlardan eksiği? Neyini beğenmedin ki? Üstelik pek de güzel dans ediyorlardı. Etmiyorlar mıydı?

'Ev hanımı işte' diye küçümsediğin, üretime katkısı olmayan, keneden hallice bir çeşit parazit muamelesi yaptığın o hanımlar, bir tek taş için hayat arkadaşını 'sürgün' etmeyi düşünen hemcinslerinden daha mı az onurludur sence?

Tepki verirken bile çifte standardın dibine vuruyoruz hep birlikte değil mi? Bir tanesi bize kendimizi değerli hissettirirken, diğeri otur oturduğun yerde, senin yerin evindir'diyor değil mi? Oysa her iki reklamın verdiği mesaj birbirine o kadar yakın ki.

Ben fark göremiyorum. Ya sen?

Çalışmadan yapabilir miydim bilmiyorum. Böyle bir şansım olmadı. Küçüklüğümüzden beri 'okuyun, mesleğiniz olsun, kimsenin eline bakmayın'diye yetiştirildik. Belki de yapardım kim bilir?

Okuldan eve dönüşlerimi hep gülümseyerek, içimde garip bir huzurla hatırlarım. Kışın üşümüş burnumu anneciğimin daha kapıda hohlayarak ısıtması, ellerimi avucunun içine alıp, çıtır çıtır yanan sobanın üzerine yaklaştırması, hasta olmayayım diye ısıtıp ısıtıp giydirdiği yünlü pijamaların yumuşaklığı gibi yumuşacık gülüşü hala içimi sıcacık yapar. Daha kapıda bizi karşılayan taze pişmiş limonlu kekin kokusu o günlerimin unutamadığım anılarının da kokusudur sanki.

Oysa benim çocuklarım bomboş bir eve giriyorlar. Dolaptaki akşamdan kalan yemekleri ısıtıp ya da dışarıdan ne idüğü belirsiz fast foodlar söyleyip yarım yamalak karın doyuruyorlar. Onları kapıda karşılayan bir gülümseme yok maalesef. Okulda öğrendikleri şarkıları tekrarlayacakları bir 'anne' de yok evde. Böyle sıcak anıları da olmayacak muhtemelen.

Ben yapabilir miydim bilmiyorum. Ama annem yaptı. Annem ben bildim bileli 'ev hanımı'dır. Ama, ben onun beş dakika boş durduğunu görmedim. Şöyle rahatça uzanıp, dinlendiğine hiç şahitlik etmedim. Eviyle, bizimle, biz büyüyünce çocuklarımızla uğraşıp durdu garibim. Hala da didinmekte. Koca aileyi çekip çevirmekte hala. Bu kadar emeğinin yanında, kimseden beş taş yanına bir de tek taş beklemeden hem de...

Elbette kimse çalışmasın, herkes evinde oturup çoluk, çocuğunu büyütsün demiyorum. Herkes kendi tercihini yapar. Yapmayana da hayat nasılsa yaptırır.

Ben nacizane derim ki; eleştirirken, tepkilerimizi dile getirirken biraz daha tartalım. Kimseleri kırar mıyız, üzer miyiz diye azıcık daha düşünelim. Nalına vururken, mıhını da ihmal etmeyelim. Nalıncı keseri gibi, hep kendimize yontmayalım. İşimize gelene eyvallah, işimize gelmeyene yallah demeden önce, şöyle bir durup düşünelim.

Ofiste, okulda, tarlada, sokakta, dükkanda... Ve evinde çalışan, emekçi kadınların günü kutlu olsun. Dilerim kadının en büyük sorunu bu olabilsin bir gün.
Haydi sağlıcakla, selametle, güzellikle kal kadın kişisi...