Hayatımın hiçbir döneminde beklentim, başıma normal şeylerin gelmesi şeklinde değildi tamam. Bir çeşit absürd olaylar paratoneri olan şahsiyetimin, fantastik hayatının, içsel haykırışlarının dışavurumsal hönkürüşlerine sizler de uzun zamandır şahit olduğunuzdan, artık bu abukluklara alışmış olduğunuzu var sayıyorum. Lakin bünye, hani şöyle ilaç için, arada bir de olsa, rutin bir şeyler yaşamak istemiyor da değil yahu.
Öncelikle şu artık yılanlıktan çıkıp, dinozor hikayesine dönüşen taşınma işinden bahsetmek istiyorum canlar. Bendeniz, hani şu bir çeşit at çiftliği büyüklüğündeki evimin bu ihtişamına inat, hep şikayet ettiğim k.ç kadar mutfağından kurtulup şööyle ferah ferah çalışabileceğim, börekler, baklavalar açabileceğim (nasıl yalan), camışlarımı rahat rahat besleyebileceğim geniş mutfaklı bir ev hayali kurar idim.
Günlerden bir gün, güneşli bir bahar Cumartesisi ve de öğle vaktisi, her zamanki gibi amele olarak görev yaptığım iş yerimden çıkmış sallan seplek yürümekte ve dinlenceli bir hafta sonu hayali kurmakta idim. Bunun boş bir hayalin peşinde koşmak olduğunu bilse de gönül, ne etsin, umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye idim. Sonra birden onu gördüm. Evet oydu. Arkası dönüktü ama ben onu düşlerimden çok iyi tanımıştım. O narin elleriyle bir kağıt yapıştırıyordu dükkanının camına. “Pardon.” dedim en zarif ve nazik sesimle. Bana döndü. Aman allahımdı, o ne dönüştü. “Buyrun hanfendi.” dedi en iltifatkar sesiyle.
“Bu kiralık daireyle siz mi ilgilenmektesiniz aceba?” diye sordum. “Evet.” dedi. “Göster bana.” dedim. “Memnuniyetle.” dedi. Birlikte Boğaz kıyılarındaki yalıdan bozma, köşkten devşirme muhteşem eve girdik. Evin seksen sekiz yatak odasını gezdikten sonra, mutfağa bakmak istediğimi söyledim. Elimden tutup beni yüz altmış iki metre kareden az büyük mutfağa götürdü. “Evet, evet…” dedim. “Tuttum gitti.” E para var huzur var kardeşim.
Evime gidip havyarı ocağa verip, şuşiyi fırına attıktan hemen sonra, her zaman olduğu gibi küveti sütle doldurup içine girdim. Tam şampanyamı yudumlayacaktım ki koca kişisi her zaman olduğu gibi elinde güllerle içeriye girdi. Ona da evi tuttuğumuzun müjdesini verdikten hemen sonra, minik yavrularımızla birlikte sofraya oturup Allah ne verdiyse yedik mutlu mesut. Dedim ya “para var huzur var.”
Sonra ben saf aşık, her zamanki hipermanyak halimle, başladım evi toparlamaya. E taşınacaz ya. E ben artık mutfakta at koşturacam, hatta buzdolabındaki meyve sebzeyi ocağın yanına at arabasıyla taşıyacam ya. Bir heves iki günde torladım topladım evi. Bir haftaya da boşalacak nasılsa bizim yeni yuvamız. Ama beni görmeniz lazım dostlar, balkona koyulacak sedirleri bile sipariş etmiş, saksılara dikeceğim çiçeklerin tohumlarını almış eve koymuşum.
Bir heves sonraki hafta geldi. Adamı aradık. “Bir hafta sonraya kaldı.” dedi. Ne edelim. Bu kadar beklemişiz, bir hafta daha bekleriz dedik. Ben de kalan ıvır zıvırı toparlamaya başladım bu sürede. Giyilmedik bir sürü çul çaput attım, verdim. Bitirebildim mi; hayır tabii. Biraz daha taşınmasak, belediye nasılsa çöp ev mahiyetinde taşıyacakmış bizi topluca.
Neyse efendim, aradan bir hafta daha geçti. E artık göçmenin vaktidir mi diyorsunuz? Hele ne aceleniz var dostlar? Siz de mi benim gibi hipermanyak oldunuz? “Efenim kusura kalmayın, sizin ev ay sonuna boşalacak.” dedi bizimki. Takdir edersiniz ki, onu ilk gördüğüm günkü kadar hoş görünmüyordu artık gözüme. Israrla sordum. “Bak, bu ay sonu, son ay sonu de mi?” dedim. “Bi daha kelek olmaz, benim deli damarımı attırmazsınız de mi?” dedim. “Yok.” dedi. “Bu kez tamamdır.” dedi.
Ay sonuna az bir zaman kala, biz evdeki koltuk takımını bir arkadaşa transfer ettik. Yeni eve, yeni eşya olsun dedik. E para var huzur var dedik. Çocukların yataklarını söktük. Çekmeceleri boşalttık. Mutfağa dörder servis bırakıp evi bir çeşit mülteci kampı görüntüsüne bürüdükten sonra, başladık ay sonunu beklemeye. Evde oturacak, yatacak, kap kacak, giyecek yok… Son üç, iki, bir…
“Kardeşim, neden hala boşalmıyor bu ev?” “Kem, küm, şeyyy…” “E ben şimdi ne halt edeceğim?” “İki üç gün daha müsaade rica ediyoruz.”
Bu sırada biz yer minderlerinde oturuyor, çamaşırlarımızı poşetlerden kolilerden karıştırıp bulup buluşturup giyiyorduk. Artık elimize ne geçirebilirsek. Çocukların hali ise içler acısıydı. Benim biricik yavrucaklarım, tek yer yatağı olduğundan ve kendileri de camış kıvamında oldukları için bu yatağa sığışamadıklarından, sabah kalktığımda birini kapı önünde, ötekini duvar dibinde kıvrılmış buluyordum. Şuşimizi aynı tabaktan yiyor, şampanyamızı aynı kadehten bölüşüyorduk. Hey gidi günler hey diyorduk. Diyelim hizmetçi o gün izinli ve bulaşıklar yıkanmadı. O zaman tencerede kaynatıp, kapağından yiyorduk wasabimizi.
En son, evimin er kişisi, çocuklarımın babası, müstesna koca gişisi, benim dantelalı bluzumla işe gitmek zorunda kalınca şalterler attı. “Hööööyyyyt…” dedim. Başlarım evine de mutfağına da yalısına da… “Taşınmıyorum uleyyn. Daatırım burayı. Çıkın leyyyyn önümden..” Ben böyle tırlatmış vaziyette ortalarda dolanırken, bana ev bulanlar mı istersiniz, teselli verenler mi, yoksa “amaaan boşver yerleştiriver geri evini” diyenler mi…
Aradım yine adamı. “Ya amca, manyak mısın sen. Benim gibi bir deliye bu yapılır mı? Aynı renk askıya, aynı renk çamaşırlar asılacak diye kendini yırtan bir hatunun evi, böyle Çarşamba pazarına çevriltilip, sonra içinde yaşa denilir mi? Bu kadın kafayı sıyırmaz mı? Sıyırıp da seni elli sekiz yerinden bıçaklamaz mı?” dedim en nazik ve kibar sesimle.
Sonuç mu?
Çık çık çık çıkk… Adam… Ortalarda görünmemek suretiyle, kendisini kurtardığını zannetmekte ama en kısa zamanda yakalanıp kendisine gereken ceza verilecektir…
Çık çık çık çıkkk… Koca kişisi… Hayatını gayet sakin bir şekilde, kolilerin, poşetlerin üzerinden zıplayarak, mutlu mesut sürdürmekte.
Çık çık çık çııkkk… Camışlar… Doğal ortamlarına kavuştukları için gayet memnun, dağınıklığın üzerine, her gün başka pislikler ekleyerek yaşamaya devam etmekteler.
Çık çık çık çııkkk… İncegül Gişisi… Zaten normal olmayan bünyesi, bu olayların ardından iyice zıvanadan çıkmış, kendini evin en düzenli yeri olan banyoya kilitlemek suretiyle, istemiyorum, taşınmıyorum… diye diye kendini yemekte.
Öncelikle şu artık yılanlıktan çıkıp, dinozor hikayesine dönüşen taşınma işinden bahsetmek istiyorum canlar. Bendeniz, hani şu bir çeşit at çiftliği büyüklüğündeki evimin bu ihtişamına inat, hep şikayet ettiğim k.ç kadar mutfağından kurtulup şööyle ferah ferah çalışabileceğim, börekler, baklavalar açabileceğim (nasıl yalan), camışlarımı rahat rahat besleyebileceğim geniş mutfaklı bir ev hayali kurar idim.
Günlerden bir gün, güneşli bir bahar Cumartesisi ve de öğle vaktisi, her zamanki gibi amele olarak görev yaptığım iş yerimden çıkmış sallan seplek yürümekte ve dinlenceli bir hafta sonu hayali kurmakta idim. Bunun boş bir hayalin peşinde koşmak olduğunu bilse de gönül, ne etsin, umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye idim. Sonra birden onu gördüm. Evet oydu. Arkası dönüktü ama ben onu düşlerimden çok iyi tanımıştım. O narin elleriyle bir kağıt yapıştırıyordu dükkanının camına. “Pardon.” dedim en zarif ve nazik sesimle. Bana döndü. Aman allahımdı, o ne dönüştü. “Buyrun hanfendi.” dedi en iltifatkar sesiyle.
“Bu kiralık daireyle siz mi ilgilenmektesiniz aceba?” diye sordum. “Evet.” dedi. “Göster bana.” dedim. “Memnuniyetle.” dedi. Birlikte Boğaz kıyılarındaki yalıdan bozma, köşkten devşirme muhteşem eve girdik. Evin seksen sekiz yatak odasını gezdikten sonra, mutfağa bakmak istediğimi söyledim. Elimden tutup beni yüz altmış iki metre kareden az büyük mutfağa götürdü. “Evet, evet…” dedim. “Tuttum gitti.” E para var huzur var kardeşim.
Evime gidip havyarı ocağa verip, şuşiyi fırına attıktan hemen sonra, her zaman olduğu gibi küveti sütle doldurup içine girdim. Tam şampanyamı yudumlayacaktım ki koca kişisi her zaman olduğu gibi elinde güllerle içeriye girdi. Ona da evi tuttuğumuzun müjdesini verdikten hemen sonra, minik yavrularımızla birlikte sofraya oturup Allah ne verdiyse yedik mutlu mesut. Dedim ya “para var huzur var.”
Sonra ben saf aşık, her zamanki hipermanyak halimle, başladım evi toparlamaya. E taşınacaz ya. E ben artık mutfakta at koşturacam, hatta buzdolabındaki meyve sebzeyi ocağın yanına at arabasıyla taşıyacam ya. Bir heves iki günde torladım topladım evi. Bir haftaya da boşalacak nasılsa bizim yeni yuvamız. Ama beni görmeniz lazım dostlar, balkona koyulacak sedirleri bile sipariş etmiş, saksılara dikeceğim çiçeklerin tohumlarını almış eve koymuşum.
Bir heves sonraki hafta geldi. Adamı aradık. “Bir hafta sonraya kaldı.” dedi. Ne edelim. Bu kadar beklemişiz, bir hafta daha bekleriz dedik. Ben de kalan ıvır zıvırı toparlamaya başladım bu sürede. Giyilmedik bir sürü çul çaput attım, verdim. Bitirebildim mi; hayır tabii. Biraz daha taşınmasak, belediye nasılsa çöp ev mahiyetinde taşıyacakmış bizi topluca.
Neyse efendim, aradan bir hafta daha geçti. E artık göçmenin vaktidir mi diyorsunuz? Hele ne aceleniz var dostlar? Siz de mi benim gibi hipermanyak oldunuz? “Efenim kusura kalmayın, sizin ev ay sonuna boşalacak.” dedi bizimki. Takdir edersiniz ki, onu ilk gördüğüm günkü kadar hoş görünmüyordu artık gözüme. Israrla sordum. “Bak, bu ay sonu, son ay sonu de mi?” dedim. “Bi daha kelek olmaz, benim deli damarımı attırmazsınız de mi?” dedim. “Yok.” dedi. “Bu kez tamamdır.” dedi.
Ay sonuna az bir zaman kala, biz evdeki koltuk takımını bir arkadaşa transfer ettik. Yeni eve, yeni eşya olsun dedik. E para var huzur var dedik. Çocukların yataklarını söktük. Çekmeceleri boşalttık. Mutfağa dörder servis bırakıp evi bir çeşit mülteci kampı görüntüsüne bürüdükten sonra, başladık ay sonunu beklemeye. Evde oturacak, yatacak, kap kacak, giyecek yok… Son üç, iki, bir…
“Kardeşim, neden hala boşalmıyor bu ev?” “Kem, küm, şeyyy…” “E ben şimdi ne halt edeceğim?” “İki üç gün daha müsaade rica ediyoruz.”
Bu sırada biz yer minderlerinde oturuyor, çamaşırlarımızı poşetlerden kolilerden karıştırıp bulup buluşturup giyiyorduk. Artık elimize ne geçirebilirsek. Çocukların hali ise içler acısıydı. Benim biricik yavrucaklarım, tek yer yatağı olduğundan ve kendileri de camış kıvamında oldukları için bu yatağa sığışamadıklarından, sabah kalktığımda birini kapı önünde, ötekini duvar dibinde kıvrılmış buluyordum. Şuşimizi aynı tabaktan yiyor, şampanyamızı aynı kadehten bölüşüyorduk. Hey gidi günler hey diyorduk. Diyelim hizmetçi o gün izinli ve bulaşıklar yıkanmadı. O zaman tencerede kaynatıp, kapağından yiyorduk wasabimizi.
En son, evimin er kişisi, çocuklarımın babası, müstesna koca gişisi, benim dantelalı bluzumla işe gitmek zorunda kalınca şalterler attı. “Hööööyyyyt…” dedim. Başlarım evine de mutfağına da yalısına da… “Taşınmıyorum uleyyn. Daatırım burayı. Çıkın leyyyyn önümden..” Ben böyle tırlatmış vaziyette ortalarda dolanırken, bana ev bulanlar mı istersiniz, teselli verenler mi, yoksa “amaaan boşver yerleştiriver geri evini” diyenler mi…
Aradım yine adamı. “Ya amca, manyak mısın sen. Benim gibi bir deliye bu yapılır mı? Aynı renk askıya, aynı renk çamaşırlar asılacak diye kendini yırtan bir hatunun evi, böyle Çarşamba pazarına çevriltilip, sonra içinde yaşa denilir mi? Bu kadın kafayı sıyırmaz mı? Sıyırıp da seni elli sekiz yerinden bıçaklamaz mı?” dedim en nazik ve kibar sesimle.
Sonuç mu?
Çık çık çık çıkk… Adam… Ortalarda görünmemek suretiyle, kendisini kurtardığını zannetmekte ama en kısa zamanda yakalanıp kendisine gereken ceza verilecektir…
Çık çık çık çıkkk… Koca kişisi… Hayatını gayet sakin bir şekilde, kolilerin, poşetlerin üzerinden zıplayarak, mutlu mesut sürdürmekte.
Çık çık çık çııkkk… Camışlar… Doğal ortamlarına kavuştukları için gayet memnun, dağınıklığın üzerine, her gün başka pislikler ekleyerek yaşamaya devam etmekteler.
Çık çık çık çııkkk… İncegül Gişisi… Zaten normal olmayan bünyesi, bu olayların ardından iyice zıvanadan çıkmış, kendini evin en düzenli yeri olan banyoya kilitlemek suretiyle, istemiyorum, taşınmıyorum… diye diye kendini yemekte.
Dostlar, lütfen dua edin, şu adamı bulup vurayım. Sonra siz hapishaneye temiz çamaşır ve sigara getirin emi.
Haydin görüşürüz yine.
Sevgiler benden en kocamanından size…
Haydin görüşürüz yine.
Sevgiler benden en kocamanından size…