İnsan bir yiyeceğe neden kumru der ki diyorum kendi kendime. Susamlı bir ekmeğin içine bolca konulan sosis, salam, sucuk, turşu ve kaşar peyniri… İşte kumru. Hoş bir gülücük kaplıyor suratımı.Dolunaya bakıyorum. Gülümsüyorum.
Aklımda belli belirsiz senden kalan cümlecikler cirit atıyor. Pencerene kumrular gelmiş, uzun uzun ötüşmüşler bir vakit. Seni uyutmamaya yeminlilermiş. Senin de uykun yokmuş. Dinlemişsin onları kulak kesilip. Name değilmiş geçtikleri. İnsan bir kuşa niye kumru der diye düşünüyorum şimdi. Güvercinden daha küçük, kahverengi bir kuş bu. Eşleri birbirine düşkünlüğü anlatılır çağlar boyu. Yüzüme vuran ayı yorganın içinde karartıyorum. Kumruyu düşünüyorum birkaç gecedir.
Masamın üzerinde Halide’nin hayatını anlatan kitap duruyor. “Aşk en büyük nikâhtır” ya da ona benzer bir cümle yazmış Halide. İlk aldığımdan beri içimde hüzün var bu kitaba karşı. Okudukça hüznümün nedenini kavrıyorum. Sert ve hazmedilmesi zor bir yiyecek yer gibiyim. Yaşama karşı dimdik dururken Halide, içindeki yalnızlığını görebiliyorum. Tek bir adama olan bağlılığı büyülüyor beni. Salih Zeki göçüp gittiğinde yaşadığı buhranı okuduğumda cehennem ateşini kavrıyorum. Kumru’yu düşünüyorum. Handan’ı okumaya karar verdim. Handan’ı okumak Halide’yi yakından tanımakmış gibi geliyor bana. Kendini yazdığın zaman okunuyorsun. Çünkü, insanlar yaşanmış öykü istiyor. O öykülerde kendilerini bulmak, yaralarına dokunulmasını istiyor. Boşa dememişler “insan, insanın zehrini alır” diye. Pencereme bir kuş gelse diye bakıyorum. Kumruyu bekliyorum.
Gelen giden yok. Kulaklarımdaki tek kanat çırpan radyodan yankılanan şarkılar. Sıcağın içindeki serinlik bu mevsim şarkılar. Her zaman bu coğrafyada sözün, tınıdan önce geldiğine inandım. Ama bu mevsim söz, müzikten biraz daha önde sanki. Güneşin arkadan vurduğu aşklar anlatılıyor. Aşk pusulanıyor. Sevda bahçesinin eski görkemli günlerinin olmaması ise her sevdayla birlikte kopartılan çiçeklere yükleniyor. Sonra ince bir sızı gibi başlıyor niye küsersin sen aşka diye diye mırıldanıyor radyoda bir adam. Gece gece niye pencereme bir kumru gelsin diyorum kendime. Bir türkü düşüyor dilime. Zifirde ışıklar kayıyor. Gökyüzünde yıldız kaydırmaca oynaya bakıyorum. Bir kumru gönder diyorum ona. Zülfü Livaneli konser verecekmiş biliyor musun? Gidip tek başıma dinleyeceğim onu. Senin için de güneş toplarım kim bilir…
Artık güne nokta koyma zamanıdır. Uyku hiç gelmeyen sevgili. Okumak için sıralanmış bir sürü kitabın içinden bir gece masalı seçiyorum kendime. İçinden Kumru Kız çıkıyor. Delice yaşanan bir sevdayı anlatıyor yazar. Sevdanın usturuplusu, aklı başında olanı yok zaten. Sevişmelerin sevdayı kurutamadığı bir çağdan, tükenmeyen bir aşkı okuyorum. Kumru Kız muradına erecek ama önünde bir engel var. Kendisine tutkun adama fısıldıyor. Bak kulağımın arkasında bir yara var sakın ona dokunma. Dokunursan bu aşk biter. Yara sensizlik diyor adam. Geceyi ateş kırmızısına dönüştürüyor aşkın dansı. Gecenin sonunda Kumru Kız’ın saçlarından yelken yaparken adam, kulağının ardındaki yarayı görüyor. Kan kırmızı, hayat denizi gibi bu minik yara adamı cezbediyor. Dokunsun mu, dokunmasın mı derken işaret parmağı aklın kontrolünden çıkıp ihtirasa yeniliyor. O anda uyanıyor Kumru Kız. Gözlerinde alaca bir hüzün. Tek kelime edemeden bir kuş olup uzaklara uçuyor. Dokunmanın büyüsüne kapılana dama ne olduğunu ise yazmıyor masal.
Aya bakıyorum şimdi. Uyumak için seçtiğim masalı düşünüyorum. Mırıldanıyorum duyarsın belki. Bu yazıdan sana kalan: Nerede yalnız bir kuş görürsen bil ki onun adı Uzağa Giden! Belki bu sabah pencerende öten Kumru…