30 Kasım 2011 Çarşamba

PANPİNİ PANPİNİ DASTANA PAN.PİŞLER GİRMİŞ BOSTANA


Bir zamanlar fakir ama onurlu, çatlak ama keyifli, nice ağlasa da hep gülen bir hatun vardı hatırlar mısınız? Ahan da o benim işte. Ve geri döndüm.

Evet sevgili ve oldukça ihmal ettiğim okuyan milletinin insanları.

Program açılışını nasıl yapacağına karar veremeyen, manken bozması, sunucu kırması hitabı gibi oldu ama idare edin. Malum, evvelimiz eskiye dayanır sizlerle. Hakkımız hukukumuz karışmıştır düne bugüne. Biz bizi biliriz… Küsmeyiz birbirimize.

Bundan kelli, yoğunum, yorgunum, hayatla cenkteyim teranelerine son...

Gecenin karanlığından sıyrılmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Sabaha selam durup güneşi öpücüklere boğma vaktidir artık.

Bundan kelli keyif molaları veriyoruz sizinle. Var mısınız dostlar?..

E haydi buyurun o vakit!..

Gün geçmiyor ki, caanım dünyanın çivilerinden biri daha yerinden sökülmesin, ve gün geçmiyor ki şu gariban İncegül kişisi bir yaşına daha girip her yeni yaşında daha endişeli, daha şaşkın ve daha da pörtlemiş gözlerle bakmasın gidişata sayın okuyan.

Ülke gündemini epeyce meşgul edip, şimdilerde unutulanlar çöplüğünde yerini almak üzere beklemesine rağmen, bizim evin gündemine henüz düşen ve bomba etkisi yaratan bir sosyal paylaşım çılgınlığı hikayesidir bu. Okuyunuz.

İncegül kişisi için, o gün de her gün olduğu gibi sıradan bir gün olarak başlamıştı. Yine her sabah olduğu gibi güneş doğmadan uyanmış, neşe içinde yorganın altına büzülüp “len benim emekliliğime ne kadar var daha?” şarkısını söyleyerek, sürüne sürüne yataktan kalkmış, eline yüzüne bir su çalıp üzerine ne bulduysa geçirerek yarı uyur, yarı uyanmama isteğiyle evinden çıkıp işine gitmişti.

Akşam ise kendisini nasıl bir sürprizin beklediğinden bihaber, en sevgi pötürcüğü haliyle, en neş’eli ol ki geeeenç kalasın edasıyla, laylaylom, tey tey de tey teeeyy bir şekilde evinin kapısını çalmaktaydı. Ama heyhaaat… Acımasız hayat, hep ona mı lolo idi?

Kapının uzunca bir müddet açılmamasından ziyade, içeriden gelen bilumum çemkirme, hönkürme, haykırma ve hatta böğürme sesinden de anlaşılacağı üzere, sıpalar yine birbirine girmiş, kim bilir ana babalarının hangi mal varlığını bölüşme çabası içerisindeydiler?

Elbette bunu eşikten adım attıktan on saniye sonra küçük sıpasının boynuna atlayıp “yaaa abime bişey desene anne yaaa… benimle dalga geçiyoooo…” yakarışlarıyla anlamaya başlayacak, başına geleceklere razı olacak, mutlu yuvasındaki huzuru sağlamak için elinden geleni yapacaktı.

“Söyleyin yavrularım, nedir sizi böylesi üzüntülere gark eden, güzel gözlerinizde elem ve keder yuvalanmasına neden olan şey nedir?” Der gibi baktı “Len eşşek sıpaları, canım çıkmış zati, geberiyorum yorgunluktan, derdiniz ne gene, bi dek durun len, valla depüğü yiyeceniz şimdi ha” Der gibi de baktı. Ne kadar bakarsa baksın bu krizi çözmeye yetmeyecekti. Bunu bilecek kadar çok yaşamış, çok görmüştü.

“Anlatın bakalım! Yine ne oldu?” dedi bu sefer. Küçük sıpa atıldı. “Anne abim bana PAN.PİŞ diyo yaa!” dedi. Bizim İnce, ilk dumur anını atlattıktan hemen sonra “Hööö?” diye karşılık verdi. “Oğlum manyadınız siz iyice he! Pan.piş de ne ola ki?”

Bu kez büyük sıpa anneciğini aydınlatmak amacıyla başladı olayı baştan ayağa irdelemeye. E sebebi masaya yatırmalıydı ki, sonuca ulaşılabilsindi değil mi? Buyurun sayın okuyan bir alt paragrafa alayım sizi.

“Anne, şimdi bu saftrik var ya…”
“Oğlum kardeşin hakkında doğru konuş lütfen!”
“Tamam anne. Şimdi bu canım saftrik kardeşim var ya… Hi.lal Cepçi’nin müridi olmuş ya… Hani onlara da Pan.piş deniyo ya…”
“Dur bi şimdi. Ne Hi.lal’i, ne mü.ridi, ne pan.pişi? Ne diyonuz siz oğlum ya? Şimdi düşüp bayılıverecem he!”

Bu kez savunma makamı aldı sazı eline. “Anne, ben tirit açtım da. Hi.lal’i de takip ettiklerime ekledim. Abim de görmüş, benimle dalga geçiyo ya.”

Kafası doğuştan karışık İncegül kişisi, söylenenleri anlamaya; yaşananları anlamlandırmaya çalışadursun. Bi yerlerde birileri yeni tiritlere banmaya devam etmekte, bi yerlerde çocuklar yanlış insanların yaptığı koca koca yanlışlarla büyümekteydi sayın okuyan.

Güzel memleketinde birileri me.melerini parmak kadar bebelerin gözüne sokarak şöhret olmaya; birileri çü.çüsüne çiçek ekerek sanatçı kalmaya çalışıyordu. Of anam oftu. Bu ne yaman düzendi böyle.

Kendi kapısının önünü temiz tutmayı şiar edinmiş olan İncegül kişisi, elbette bu olaya el koyacak; bebesine internet kısıtlaması getirecek, eline bir kitap tutuşturup odasına gönderecekti.

Elbette yine İncegül kişisi bilirdi ki; yasaklar hiçbir şeyin çözümü olamazdı. Zorla güzellik de olamazdı. Lakin, bunca serbestlik de sonun başlangıcı olabilirdi.

Şimdilik bizim buralarda asayiş berkemal gibi görünüyor. Ama siz de ben de biliyoruz ki; yakınlarda yine, yeni bir absürd öyküyle karşınızda olurum.

Şimdilik hoşçakalın pan.pişlerim… ay pardon sayın okuyan…

29 Kasım 2011 Salı

Parmaklarımın Ucunda

Parmaklarım uzuncadır Uzağa Giden’e bir şey yazmak adına tuşlara dokunmamıştı. Kelimeler ve ben teğet geçiyorduk birbirimize, dün geceye kadar…

Bir süredir uyuyamıyorum. Uykum, yine geç gelen sevgilim. Çok olmuş gelecek birini, bir şeyi beklemeyeli. Şikâyetim yok bu yüzden. Yatak battı demiyorum. Sağa sola dönüp durmuyorum. Bir noktaya da gözümü dikip saatlerce bakmıyorum. Koyun da saymıyorum. Benim tilkilerin kuyruğu birbirine dolanmış durumda, hiçbir düşünceyi kovalamıyorum. Sakince uyur numarası yapıyorum. Şaka bir yana kendimde buna inanıyorum. Uyur gibiyim. Sevgilim birazdan gelecek biliyorum. Bu hal içinde oyalarken kendimi, dilimden bir cümle kayıp gitti: Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum.

Doğruldum yatağın içinde. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Aklımdan bir sürü şey geçti. Geçip gitsinler istedim. Bir tek onun dışında. O da beni bekledi. Birkaç kez aynı cümleyi mırıldandım durdum. Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum. Ayaklarımı bastım yere. Parmak ucunda! Sanki ayağım yere dokunsa, bir şeyler kırılıp dökülecek. İlerlemek için ayağımı yere basıp kaldırmalıyım. Yürümek diyorlar buna. Aslında hayat bu.

Sahiden dünya parmaklarımın ucunda mı? Ayaklarıma bakıyorum. Daha narin olsunlar istiyorum. Dünyaya basmaya kıyamıyorum. "Yaşamayı ertelemek denir mi buna?" diye geçiyor aklımdan. Risk almalıyım. Yumuyorum gözlerimi sımsıkı. Basıyorum ayaklarımı yere. Dudaklarımı ısırıyorum derin bir nefes eşliğinde. Ellerim kavramış dizlerimi sımsıkı. Ayaklarım yerde... Biri halıda, diğeri betonda. Biri sıcağı ve yumuşaklığı, diğeri sertliği ve soğuğu hissediyor. Tezatlığın içinde dilimi temizliyorum sanki aynı cümleyi söyleyerek. Aklımdaki bozguncu düşünceleri halının altına sürüyorum. Elim klavyeye dokunuyor. Yazıyorum…

Bu eski sevgiliyle aniden karşılaşıp, bir bardak çay içmeye benziyor. Gözler çoktan kucaklaşmış. Eller tedirgin, masada nereye konacağı bilmez bir durumda. Bir anlık dokunuş geçmişi bugüne getirmeye yetebilir derken, bacaklar değiveriyor birbirine. Çekmek istemiyorum kendimi. Geçmişten gelen bu sıcaklık sarsın istiyorum bedenimdeki en ücra köşeyi. İçimdeki göl yalnızlığına bir taş atıyor sevgili. Dalga dalga büyüyor içimdeki sıcaklık. “Seni özledim” diye fısıldıyorum belli belirsiz. O bir şey demiyor. Yüzüme bakıyor sadece. Eşzamanlı konuşmaya başlıyoruz. Dinlemiyoruz birbirimizi. Anlatılacak çok şey var, anlatılacak hiçbir şey yok. Saçlarını kesmiş, gözleri yine ışıltılı. Az kilo vermiş sanki. Giyim tarzı değişmiş. Belki de tam tersi. Geçmişi bugüne taşıma arzusuyla, sandık lekeli bir anıyı bulup getirmek ister gibi masaya. Sigarayı bırakmamış hâlâ. Dudağına kondurmuş yine o haylaz gülümsemeyi. Beni fark etsin istiyorum. İnce bellide içtiğimiz çay yakarken boğazımı, içimdeki benler bir bir harekete geçiyor.

Bir ben var: Her gün olağan üstü bir şey olmuyor. Yeni bir gün başlıyor, ama… Bu, kalan ömrümdeki en harika şey mi bilmiyorum. Başıma talih kuşu konmuşçasına davranmadığım kesin. Hastayım. Kesik kesik öksürmelerimin yankısı, yüzümdeki uzaklara dalıp gitmişlik ifadesini bozuyor. Aynaya her baktığımda Kızılderili’nin karşısında iktidarı ele geçirmeye çalışan Sarı Benizli pozunu takındığımı fark ediyorum. Uygun bir zemin bulsam, fışkırmaya hazır bir yaşama arzum var. Biliyorum!

Ayak sesime kulak kabartıyorum. Bir süredir yürüdüğümde iç gıdıklayan o sesin zamana yenildiğini işitiyorum. Yürüyüşüm sessizleşiyor. Topuklar büyüdükçe ayakkabılarımın şarkısı o ritmi tutturuyor: Yalnızlık… Çıkardığım sesler ürkek. Sabah uykuyla uyanıklık arasında, biraz daha sıcak yatağın içinde kalsam diye düşlediğim anlardaki gibi. Yorganı, dış dünyanın tüm ürküntülerine karşı kalkan yaparak yatakta kalmayı yeğlemek mi yoksa ürkek de olsa yürümek mi? Yoruldum.

Bir başka ben daha var: Her zamanki neşem, insanı başka âlemlere sürükleyen kahkaham yok bu akşam. Dağınık saçlarımla, zamana dargın ihtiyar bir kadına benziyorum. Oysa bir süredir barışıktım saatlerle. Fırfır dönen saniye ibresi artık ürkütmüyor beni. Gece ile gündüzün oynadıkları kovalamacaya aldırış ettiğim yok. Günlerimin dünü yokmuş, yarını da olmayacakmış gibi zamansız geçtiğini fark ediyorum. Nefes almak dışında hiçbir mecburiyetim yok. Asgarisinden giyinmek ve beslenmek tek sorumluluğum. Meyhaneler evim. Bağlantısız olmayı seviyorum. O yüzden aynı meyhane, aynı masa, aynı meze gibi takıntılarım yok. Tuza, rakı basmayı seviyorum. Bir de makam farkı yaratıp, “Ah bu şarkıların gözü kör olsun…” diye name geçmeyi.

Ve bugün… Diğer günlerin tekrarı bir gün. Yine, ilk gördüğüm meyhaneye girdim. Herhangi bir masaya oturdum. Bakışlarım rakı kadehine düştü. Siyah ve beyaz hiç bu kadar birbirine karışmamıştı gözlerimde. Sigaramı yaktım, derin bir nefes çektim. Masada ne buz var, ne de peynir… Bir de soğuk su yerine, sıcağı katınca rakıya efkârlandım. Birazdan iki damla yaş gözümden akacaktı ve onu kimsecikler tutamayacaktı. Ne olduysa olmuş, zaman yeniden akmaya başlamıştı. İrkildim. "Hangi saat, iki damla yaş karşısında tutunabilir?" dedim kendi kendime. Yutkundum. Avuçladım kadehi, diktim tepeme.

Ölçüsüzce yuvarladığım rakı, yırttı gitti boğazımı. Çocukken de böyle olurdu. Güzel bir yemeğin ardından, bir yudumda içtiğim su, kesip atardı boğazımı. Ağzımda tat kalmaz, can acısıyla birkaç gün geçirirdim. Tuzu rakıya, acıyı güne katık etmeyi o günlerde öğrendim.

Öteki ben: Yazamadım. Sevgilim geldi. Uyumuşum…

***********************
Okura not:  Sevgilinin gelmemesi iyi oluyormuş.

Fotoğraf: Özgür Çakır






2 Kasım 2011 Çarşamba

VAN’A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI



Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?
Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...
Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.
Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayım.
Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.

1Milyon Kalem Ailesi

Adres:  
Van'a 1 Milyon Oyuncak Kampanyası
Van Valiliği
Cumhuriyet Cad. Hükümet Konağı.    
65100     Şerefiye - Van