19 Eylül 2008 Cuma

ATEŞ

Bin yıllık kavgasıydı dalgaların kayalıklarla. Gün be gün eriterek her bir parçasını, usul usul sulara katıyordu. Martılar sesi oluyordu kayaların; ağlıyordu. Belki kuşların kanatlarına asılı kalmıştı gülüşü adamın, bu hengâmede onu arıyordu. Bir yandan da gözyaşlarını denize katıyordu. Kurgusu baştan yapılmış bir öykü müydü yaşadıkları? Okunup bitmişti öyle mi? Gözlerinin önünden geçiyordu hayatının özeti. Yıllarca gerçek sandıklarının bir bir yalana dönüşmesini seyrediyordu şimdi. Sigarasından kahırlı bir nefes daha çekip duman olan geçmişine son bir bakış attı.

Usulca kalktı oturduğu ıslak, soğuk banktan. Paltosunun yakasını yukarıya kaldırdı. Üşümüştü. Her adımda biraz daha arındığını hissederek, kirpiğinde günlerdir sakladığı çiğleri toprağa dökerek yürüyordu. Oysa ne çok mutluluk paylaşmışlardı. Ya da o öyle sanmıştı. Kara bir sevdayı beyaza çevirmişlerdi birlikte. Yine beyaza çevirebilecekleri bir kış daha gelmişti işte. “İki çocuktuk biz” diye fısıldadı. “Birlikte büyüyorduk.” Ayakları geri gitmek istese de, ileriye doğru, dimdik yürüyordu adam. İnceden bir kar yağıyordu. Ne bitmez, tükenmez gelmişti bu yollar… Kim bilir kaç kez inip çıktığı bu basamaklar ne kadar yabancı ve ürkütücüydü. Dizlerindeki son dermanla kapıya vardı. Eli bir türlü anahtarlara gitmiyordu. “Açmalıyım…” diye düşündü. “Yüzleşmeliyim…”

Yaşamı dışarıda bırakarak içeriye daldı bir cesaret. Evin girişinde kızıl bir hüzün karşıladı onu. Ve kesif bir yabancılık duygusu. Bu mekandaki hiçbir şey ona ait değildi. Ve o da bu eve ait değildi artık. Duvarda gülümseyen neşeli fotoğraflar da olmasa; bir düş aleminde olduğunu düşünebilirdi. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş gibiydi. İnandığı her şey alt üst olmuş, içinde bir şeyler bir daha ‘tam’ olmamacasına eksilmişti sanki. Dededen yadigar pikaba ve sıra sıra plaklara takıldı gözü. Eskilerden bir plağı yerleştirip koltuğuna oturdu. Bir sigara eşliğinde kendini bu güzel şarkının namelerine teslim etti.
“Söyleyemem derdimi kimseye, derman olmasın diye…”

Antika büfenin üzerinde duran çerçeveye uzandı. Kısa bir kararsızlıktan sonra eline aldı fotoğrafı. Önce gece karası gözlerini uzun uzun seyretti; sonra sıkıca bağrına bastı. Plaktaki şarkı üçüncü kez çalarken, kısık bir sesle eşlik etmeye başladı.
“İnleyen şu kalbimin sesini, ağyâr duymasın diye.”

Anlayamıyordu. Ne kadar zorlarsa zorlasın bunu anlamaya yetmiyordu gücü. Fotoğrafı yüzüne yaklaştırıp haykırdı “Neden? Bunu neden yaptın? Neden yakıp yıktın bizi?” Sonra sakinleşti sesi, şefkat ve aşkla yumuşadı. “Niye gittin?” Durup dışarıdan seyretti kendini, sevdiğini, son beş yılı. Bir sebep arıyordu. Bulamadı. Sadece mutlu olduklarını, birbirlerini deli gibi sevdiklerini ve… Kalkıp pencereye yürüdü.

Kar hızlanmış, beyaz bir yorgan olup şehrin üzerini örtmeye hazırlanıyordu. O günü düşündü. Sevdasının bileklerinden sızan kızıllığı… Bir narin gelincik gibi kanayışını… Bu odayı da, içindeki tüm sevinçleri de kızıla boyayan o kapkara günü düşündü. Bir sigara daha yaktı. Elindeki kibritin ateşiyle perdeyi tutuşturdu. Sonra bir kibrit daha… Bir tane daha… “Neden Sevda’m? Üstelik içinde aşkımızın tomurcuğunu taşırken… Neden?” Bin yıllık kavgasıydı ateşin yürekle. O, gözünün önünde yavaş yavaş artan kızıllığa teslim olurken, şarkı çalmaya devam ediyordu.
“Sakladım gözyaşımı, vefâsız o yâr görmesin diye
İnleyen şu kalbimin sesini, ağyâr duymasın diye”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder