19 Kasım 2008 Çarşamba

VE ADAM... VE KADIN... VE YAĞMUR... VE KEDİ...



Sonbaharın turunç renkleri bir bir griye dönerken, iskelede oturmuş İstanbul’un kışa kesilmesini seyrediyorum. Elimde, bir zamanlar az daha büyük göstersin diye başladığım sigaram. Uzaklarda bir vapur feryat ediyor. Başımın üzerinden martılar geçiyor. Yağmur önce usul usul, sonra tutkuyla öpüyor Boğaz’ın solgun, yeşil gözlerini. Kıpır kıpır oluyor yaşlı, hayran olunası kızın kuleye kilitli yüreği. Ancak âşıkların görebileceği bir ışıltı var bu puslu manzarada; görüyorum. Dilimde acemaşiran bir bestenin hüzünlü nameleri…

Bir balıkçı, nasırlı elleriyle ipini çözerken mavi teknesinin, acıyarak yüzüme bakıyor. İhtimal ki “Deli zahir” diyor. “Değilse, bu yağmurda, bu soğukta, ihtiyarın işi ne sabah sabah burada?” Çırılçıplak kalmış ağaçlar gibi titriyorum. Elimdeki yumuşak, kaygan kumaş parçası yüzüme değiyor. Saçlarının kokusu karışıyor iyot ve yosun kokusuna. İnce belli bir bardakta tavşan kanı çay oluyor kızıllığı; ısınıyorum.

Ayaklarımın dibinde bir kedi ağlıyor. Sırılsıklam olmuş, donmuş yavrucak. Kucaklayıp paltomun altına sokuyorum. Minnettar gözlerle bakıyor kırışmış yüzüme. Belli ki kimsesi yok. Şimdi birlikte seni bekliyoruz. “Belki” diyoruz. “Bir umut...” Vapur giderek yaklaşıyor. Mavi tekne gözden kayboluyor. Bu sırada iskelede birer ikişer yolcular birikiyor. Birazdan sahil iyiden iyiye kalabalıklaşacak. Gitmeler gelmelere karışacak. Sen de gelsen. Hiç değilse şu emanetini almaya...

Mevsimlerden gençlik, hava alabildiğine bahar. Kedi ağlamıyor artık. Vapurdan iniyorsun. Beyaz, topuklu pabuçların, incecik bileklerinin altında eziyor sahili. Ilık bir rüzgar havalandırıyor allı-morlu elbisendeki tüm desenleri. Ortalık çiçeğe kesiyor birden. Uçuşuyor menekşe, gül, hanımeli. Her yan mavi, beyaz, hercai… Her yer sen oluyor. Narin boynundaki safir kolyeden de berrak gözlerin… Öyle mağrur ve umursamaz bakıyorsun ki dünyaya. Ben zavallı, genç, aşık… Koşup ellerine sarılmak, haykırmak istiyorum; yapamıyorum. Uçuşuyor haleli kızıl saçların. Buklelerinin kıvrımlarına yüreğimi hapsediyorum.

Ben bir sevdalı bakışa, bir umutlu gülüşe genç ömrünü vermeye hazır, bıyıkları yeni terlemiş mektepli oğlan… Her Cuma, o vapurdan salınarak inmeni bekliyorum. Az daha büyük göstersin diye; elimde sigaram. Sen iskeleden çıkıp babamın dükkanına, tiril tiril esen kumaşlar seçmeye... Ben bir garip gölgeyim peşinde; görmüyorsun. “Çiçeği bolca olsun!” Diyorsun. Çoğunu rüzgara katık edip sahile dökeceksin nasılsa. Sonra, geldiğin esintiyle geri gidiyorsun. Önümden geçerken, yokmuşum gibi, yanmıyormuşum gibi… Her zerrem sana tutkun değilmiş gibi; umursamaz… Dudağının kıyısında haylaz, pembe bir gonca gülümsüyor. Hatırıma saçlarının kokusunu bırakıyorsun. Sen yine gelene kadar avunayım diye belki.

Yıllardan kavak yeli, bahar alabildiğine zalim. Ah o vapur! Bir hain zıpkın saplanıyor bedenime. Gümüş hareleriyle güzel, turuncu bir balık ölüyor. Boğaz kan-revan... Hoyrat bir rüzgar bütün çiçekleri denize döküyor birden. Kanıyor menekşeler. Maviler hızla kızıla dönüyor. Kalbimi bağladığım saçların kadar kızıl… Can yanığı şarkılar söylüyor dilim. Hüzünlü bir acemaşiran ağlıyor.

Ardından uzanıp omzuna dokunan el benim olmalıydı oysa. Yanındaki altın saçlı çocuk bizim oğlumuz… O safir kolyeyi ben takmalıydım gül beyazı boynuna. Ah, sevdiğin ben olmalıydım! Kıskançlık kasıp kavuruyor benliğimi. Bir alev topu olmuş, yakıyor ha yakıyor. Çelimsiz bedenim kaskatı şimdi. Eline bir başka el uzanıyor. Öfkem, acıma karışıp parmaklarımın ucundan sızıyor. Rüzgar üzülüyor halime, kendince bir iyilik yapıyor. Hınzırca önüme düşürüverdiği saç bandını, bir hırsız gibi, gizlice cebime atıyorum. Kimsecikler görmüyor. Yalnızca kedi ve sen... Utanıyorum. Sen ise yine mağrur… Saçlarının kokusunu bırakıyorsun avucuma. Haylaz, pembe gonca, kıvrılıp güle yazmış. Eteğinin ucundan bu kez sarı hüzün çiçekleri dökülürken, ben paramparça olmuş gözlerimle son defa, gidişini(zi) seyrediyorum. Beyaz, topuklu pabuçların yüreğimi eziyor.

Şimdi İstanbul, ömrüm gibi kışa teslim olurken, sonbaharın turunç renkleri bir bir siyaha dönüyor. Koynumda hâlâ titreyen kedicik. İhtiyar ellerim üşüyor. Vapur, kulağımın dibinde tiz bir çığlık koyuveriyor. Yabancı kalabalık telaşta. Gitmeler, gelmelere karışıyor. Kimsesizliğimin koluna girip insan yığınının arasından sıyrılıyorum. Yağmur, yüzlerce yıllık bir aşkın tutkusuyla öpüyor Boğaz’ın solgun, yeşil gözlerini. Ellerimde ipek saç bandın… İyot ve yosun kokusu saçlarının kokusuna karışıyor. Usul usul içime çekiyorum; avutmuyor.

Bu gün Cuma. Yine gelmedin. Haftaya kedi ve ben, bu âşık denizin kıyısında bekleyeceğiz. Söz veriyorum sevgilim, eğer gelirsen; emanetini geri vereceğim. Ve sonra öleceğim.


Atölyemizdeki fotoğraf, nacizane böyle dile geldi benim için. Kabul ediniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder