Koca bir boşluğa bakar gibiyim. Kimim ben? Neyim? Neredeyim? Önüme dökülen bu parça parça, tutam tutam beyazlar da ne? Karşıdan bana yüzüm yansımalıydı oysa. Işıl ışıl, tan kızıllığı mutluluğuyla gülüşün ya da… İçim hüzünlü bir vazgeçişi kabullenmeye hazırlanıyor. Uçmak, yüzmek, koşmak, sevmek… Yaşamaya dair ne varsa kaybolup gidiyor bir bir. Mavilerimin üzerine örtüler seriliyor. Kanatlarımda altından bir kelepçeyle usul usul teslim oluyorum; sesim çıkmıyor.
“Hey gidi kardeşim…” diyor çocukluk arkadaşım. “Damat tıraşını yapmak da bana kısmetmiş.” Öyle ya, bu gün benim düğünüm var. Sevinmeli, halaylara ortaklık etmeliyim. Sahte gülüşlere, aynı ikiyüzlülükle cevap vermeliyim. Hatta tüm bitirilenlerimin hatırına neşeli şarkılar söylemeliyim!..
Saçıma sakalıma dokunan bu ellerle bir zamanlar bir kıyıda nasıl da kenetlenmiştik. Ayaklarımıza dalgalar değerken, denize yeminlenmiştik. Onun yolunda, hiç görmediğimiz ufuklar keşfedecek, her şafakta başka güneşlere yanacaktık; söz vermiştik. Sonra o baba mesleğini, bense baba yadigârı bir acıyı sahiplenerek koparıldık mavinin yüreğimizi kilitleyen gönüllü tutsaklığından.
Şimdi kesse ya elindeki usturayla yüzümün her zerresini; hatta indirse şah damarıma, akıtsa kanımı oluk oluk… O gün birbirimizin bileğinden içtiğimiz al şerbet gibi. Gıkım çıkmaz! Zaten bir ölüme hazırlıktır bugünüm. Heyhat, kendi cenazeme süslenmektir düğünüm.
İşte geçiyor camın önünden salınarak. Deli sarıları güneşi kıskandırıranım, buklelerini tel tel gözlerime fırlatıyor; oradan da yüreğimin en derin yarasına. Ah ana, ah! Mualla’nın siyah saçları deler mi adamı böyle? Acıttıkça acıtır, acıttıkça sevdaya kandırır mı? Sen beni kor kor bir ocaktan alıp soğuk sevişlerin koynuna mı atacaksın? Yanmalarımın üzerini kapatıp küllerimi mi savuracaksın? İşte gidiyor!.. Düşlerimin tek sahibi, şimdi ömrümün orta yerinden geçip gidiyor. Ben çaresiz gözlerimi ardından yola bırakıyorum. Kör olmuş sesim içime haykırmada söz söz… Yumruğumu sıkıyorum, kanıyor avuçlarım.
Peki ya “Dur…” desem. “Terk et her nereyeyse bu gidiş. Gel benimle fenere. Ben yıldızlar toplayayım saçlarından geceleri; sabah olunca da yerlerine narçiçekleri takayım kıpkırmızı.” İşte gidiyor, kızıllığıma hiç değmeden. Ben bir hayalin ardında darmadağın, bir ömrü böldüm yarıya. Onu buldum ve yeniden kaybettim her gece düş limanlarında. Hiç silinmesin diye denize, kuma çizdim. Adını haykırdım her tan ağarışına, çığlık çığlık; sessizce!.. Maria…
Ah ana, ah! Ak sütün zıkkım olmasın diye, yıllarca didinip bir başına büyüttüğün oğlunu siyaha mı salacaksın?
“Bak bakalım, nasıl olmuş?” diyen can dostumun sesi, aynada görünmeyen yüzüme çarpıp ortalığa yayılıyor. Teşekkür edip çıkıyorum, acelem varmışçasına hızlı… Yollar ne kadar dar ve karanlık. Ortalık yaz, vakit öğlen, güneş tepede… İliklerine kadar titremede yüreğim. “Böyle mi olmalı sahi?” diyor sol yanım. “Bitirmek mi olmalı erek tüm düşleri; yoksa gerçeğe çevirmek mi?”
Gidip dayansam kapısına… “Gel sevdiceğim, kimsenin bize ilişemeyeceği bir evren yaratalım. Senin ışığın benim rüzgârıma karışsın, Samanyolu olalım.” desem. Tutsam elini bilinmediklere inat… “Gel hadi…” desem. “Kanatlarımızda fısıltılarla, maviye sevdalıların yolunu tutturalım.” O savursa yıldızlarını yüreğime, kör edercesine baksa gözlerime. Ellerimde saçlarına asılmayı bekleyen narçiçekleri…
Cesur muyum bu kadar sahi? Kendimi ve herkesi geçip ona varabilir miyim? Yoluma ördüğüm tüm o ağları düğüm düğüm sökmek ne kadar zaman alır? Bir aslanın gözü pekliğiyle, bir çocuğun unutkanlığına erişebilecek kadar bilge miyim? Ya da o kadar deli olabilmeyi başarabilir mi bu aşınmış ruh? Belki hayallerim itiverir beni şu yeşil kapıya kim bilir?
Umutla yaklaşıyorum ellerinin dokunacağı bir zamana. Oysa ayaklarım yola devam çabasında. Dinlemiyor usum deliliğimi; kıramıyor solum zincirlerini. Önce eve gidip annemi almalıyım. Sonra da Mualla ve garabet tayfasını… Zorla güzellik olmuyor ki a kuzum. Kaç saatte Maria olur bir kadın; ya da bir ömür geçirsen o boya küplerinde, yeter mi hayal olmaya? Düşlerim parça parça, adım adım ölüyor; gözyaşlarım ağla(ya)mıyor.
Akşam o da gelir mi acaba? Anam “Gelmez mi oğlum hiç? Nasıl soru bu?” dediydi dün. Yüzüme de garip garip baktıydı. Sanki dünyanın en tuhaf şeyini söylemişim gibi. Ah gelse… Evet evet… Bu gece gelmeli ve bitmeli her şey; ya da en yeniden başlamalı.
Bu kez tüm cesaretimi toplayıp baştan ayağa ağız kesilmeliyim. Sözler akıtmalıyım yüreğine oluk oluk ve anlatmalıyım gün günden çok sevmeyi; olmazı, olacağı, her şeyi. Ve o kana kana içmeli devirdiğim tüm cümleleri. Sonra bütün o kalabalığı siyaha boyayıp önümüzde açılan mavi yoldan yürümeliyiz ellerimde elleri. “Sahile gidelim sevdiğim.” demeliyim. “Bak deniz de bu kavuşmanın yolunu gözlemede hanidir. İlk ona verelim müjdemizi.”
İçimde dingin, yapayalnız bir göl var, kuytularda gizlenen ve gün gün acıyla beslenip büyüyen. Duru bir gök altında ışıldayıp coşmayı bekleyen bir pınar belki de. Onu sevda nehrinin akışı sürükleyecek en derinlere, biliyorum. Akarsu olur da bulmaz mı denizinin yolunu? Öz düşmez mi toprağın bağrına, yeşersin diye kök iyiden iyiye? Er ya da geç kavuşmaz mı bekleyen özlediğine?
Gel bu gece benimle. Ne varsa önümüzde yıkıp geçelim. Ömrümün kalanında ak göğsün olsun yatağım. Tepeden tırnağa aşka boyanayım seninle. Çiçek çiçek açayım teninde. Parmaklarım tek tek dokunsun narin yapraklarına ve incitmeden doyayım sana. Yapabilirsek sevdiğim, yaşamak budur; böyle yaşarız birlikte. Yaşayamazsak da ölürüz kalanlar için, elin elimde. Bırakırız mavi derinlere, artık gereksiz, tutsak bedenlerimizi tüm zincirleriyle birlikte.
Soğuk sular, dalgalar olur özgürlükte yoldaşımız. Martılar şahitlik eder bize çığlık çığlık… Sonsuzluğa haykırır ruhlarımızın geç kalmış nikâhını. Saçların omzumda güneşi düşleriz. Hiç doğmasa da gecemize; bekleriz. Ala, beyaza keser siyahlarımız an an… Ve duvağında narçiçekleri…
Söyleyeceğim evet… Bu gece, kendi düğünümde!.. Ya annem? Ya Mualla? Hatta kocası? Işıklı bir cana kavuşmayı hayal ederken, acıyor mutluluğum, toyluğunu yitiriyor, alevi köreliyor bir anda. Yine de dönmeyeceğim yolumdan. Bir hınzır fırtınaya atladım artık, deli deli uçuyorum. Ve ben bu çıldırma nöbetlerim kadar büyüyorum.
Bekle Maria! Birlikte kırbaçlayacağız doru atlarını arabamızın. Göğsüm gibi yaman kabaracak yelkenlerimiz nefes nefeseliğimizde. Bu gece sevdiğim… Ya gülecek yıllarca aldandığım düşler; ya göçüp gidecek ömrümden ve bir daha hiç görünmeyecek yüzüme.
Annemi alıp kuaförün yolunu tutuyoruz. Ne çok şey anlatıyor yol boyunca.
“Çok iyi ettin oğlum.” diyor, durup durup. “Huyu güzel, kendi güzel… Bak ne iyi anlaşacaksınız.”
Ah ana, ah! Bilsen ben bu gece kaderimin tüm çizgilerini silip yeniden çizeceğim göklere… Gözlerin yine böyle ışıl ışıl bakar mıydı? Yine böyle sevinçler giyinir, torun hayalleri kurar mıydın?
Anla beni ne olur. Yıllarca içimi sancılara kesen bu hasret bitmeli artık. Ha diri, ha ölü… Ya kazanacağım ben beni; ya da kaybedeceksin biriciğini. Affet annem, affet beni!
Kapıda bekliyorum kalabalıkça kadın güruhunun çıkışını. Arkadan beyazlar içinde gelen!.. Bu olabilir mi sahi? Yine bir gündüz düşünde sınanıyor muyum yoksa? Anne bu kez uyandırma beni. Bırak son seferimi yapayım ve artık maviye düşüp kaybolayım.
Bir peri gibi süzülüyor basamaklardan tek tek. Değneğindeki tozlar adam hallerime yayılıyor. Ortalık yaz, vakit akşam, ömrümün ikindisi… Güneş gitmede uzaklara… Ama o saçlar… Gideni de kıskandıracak kadar sarı… Her zamankinden daha ışıltılı… Günbatımı kızıllığında bir mutluluk asılmış yanaklarına. Dudağının kıvrımlarında gülümseyen tane tane narçiçekleri…
İşte kavuşmanın günü gelmiş. Ne olmuş, nasıl olmuş; umurumda mı? Ömrümün kalan yarısını da sokaklarına terk edebilirdim; tek üzerine basarak da olsa gelsin diye. Oysa şimdi kuşanmış en güzel gülüşünü sımsıcağın, yıldızlarını döke saça bana doğru yaklaşıyor.
Düş bile olsa ne çıkar? Geliyor işte… Bana geliyor. Siliniyorum. Zerre zerre eriyorum. Karışıyorum taşlara. Sadece âşık bir maviyim, bir kelimeyim, bir isimim şimdi… “Maria… Maria!..”
“A benim şaşkın oğlum!.. Maria deyip durmasana şu kıza. Mualla o Mualla.” diyor annem. “Tutturdun bi deniz, bi Maria. Ömrümü yedin, ömrümü. Bir ara da kocası var diye dellendiydin. Hâlbuki çocukluğundan beri sana yanıktır bu Sarı Mualla. Kimselere varmayıp senin akıllanmanı bekledi kızcağız. Hem bak ne kadar da güzel olmuş, saçının rengini biraz daha açınca.”
Düş değil, gerçeğin ta kendisi bu. Ama Mualla esmer değil miydi yahu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder