9 Kasım 2009 Pazartesi


GEÇ KALMIŞ GÖZYAŞLARI ISLATMASIN AVUÇLARIMI...

Zifir karası bir akşam uzanmış, çocuk gözlerimden öpüyor. Yaşanmamışların anısında gülüşlerim usulca yitip gidiyor. Ellerim boşlukta arıyor hiç dönmeyecekleri. Olmaz düşlerim öteye beriye savruluyor. Unutulan ve kaybolan masallar gibi, bir şehrin hikâyesi çukurlara yazılıyor.

Bilmediğim okşayışlar dolarken başka başka saçlara, ırak bir yıldız ellerime düşüyor. Kor kızılı bu vakit; işte dünya yanıyor.

“Ne olurdu bırakmasaydı?” diyor susturamadığım minik yürek. “Ya da götürmeseydi giderken can eriklerimi. Kökten kurutmasaydı kiraz ağaçlarımı. Bir ninni kondursaydı çiçeğimin özüne bal.” Oysa bir acı türküye de razıydım ben, yeter ki dolsaydı sesi gamzelerime al al.

Kim bilir belki sımsıcaktı tuttuğum el. Bunca üşütmüyordu boranlar uzun geceleri. Bir tatlı su iniyordu gözbebeklerime ılık ılık. Ve boğuluyordu içimdeki hıçkırık. Kim bilir, şefkat yağıyordu bir zaman kuytularıma. Kime sorsam; bilmiyor.

Güneşin göç zamanı artık denizden, yakamozlar uykuya dalıyor. Bir kuşkanadına sarılıyor kızılla mavi… Sancılı ve suskun sözler doluyor dillere. Hiçbir şey söylen(e)miyor.

Kim çaldı haresi altın tacımı? Kim bitirdi en masum yanımı? Ve kim acıttı bu kadar canımı? Şavkı tükenmiş çırpınışlarımı karanlıklar saklıyor.

Kırmızı güllü bir eteğin ucuna ilişmiş umudumun küçücük elleri, çekiştirip duruyor. Yorganım düşüyor boşluğa, ürkek omuzlarım üşüyor. Terklerin en acısında kanıyor mazi ve çığlık çığlığa çocukluğum ölüyor.

Yaban eller sarıyor korkulu rüyalarımı. Yaralarımı dokunuşların tesellisi avutmuyor.

Nöbet geceleri sağıyor hasta çocuklar. Her biri başka yüreğe ateşten gömlekler giydiriyor. Benim alnıma değmiyor mis kokulu eller. Ağrılarım dinmiyor.

Ağır bir yaşamak alıyor yıllarımı, topacım esir düşüyor. Ellerim karasını yüzüme çalarken yol yol, sular çekiliyor ömrümden, toprak sarıya kesiyor. Kurak fırtınalar geçiyor zeytin karası gözlerimden. Gençliğin mahsulü talan, günler geceler viran… Eskimiş yüreğim hep kara bulutlara tutsak, özgürlüğe baran yağmıyor.

Ya bunca sancılı geceden sonra neden? Niye bu aydınlanamayacağa ışık tutma çabası? Yitik çocukluğumu beleyen kundak güve yeniklerine kurban edilmişken… Neye yarar açmak, o kilidi kırık sandığı?

Fersiz gözlerimin beklediği o an… İşte geldi mi şimdi? Beklenen özlenen kavuşma… Bir kucak kadar uzak mutluluğum… Avucumun içinde mi sahi? Nafile dönüşler hasretleri bitirmiyor.

Nasıl bir büyü bu ses? Ilık ılık içime doluyor. İçim dolanıyor çilelere; karışıyor çığlık, nefes. Yetim ellerim uzanmak istiyor karlarla kaplı saçlarına; gücüm tükeniyor.

Yine de dilim “Git!” diyor. “Çaresiz, hasta geceleri, kimsiz kimsesiz gülmeleri, öpemediğim bayramlık elleri de al, git!..” Sözler herkesi ayrı acıtıyor. “Git!” diyor dilim yine de, “Geldiğin yollardan geri git!..”

Telafisiz zamanları geri çağırıyor ağlayışları şimdi. Geç kalınmış bir taş duvar önü sevmeler. Çaresizliği boynuna geçirmiş de yalvarışlar, inim inim inliyor.

Ah ne yazık!.. Pervasızdır insan keşkelerden evvel. Oysa her doğurgan yürek sızlamalı bir tırnak batığında. Acımalı, kanamalı anaç eller bir diz yarasında. Güneşi doğurmalı kadın, bir bebek doğurduğunda. Ve öğrenmeli evren; ölü çocuklar yeniden dirilmiyor.

Sızılı hançerler bileyerek geçtiğin yollardan geri dönmek ne zor… Kendini bağışlamalı yürek en önce, yoksa aflar çare olmuyor. Kum olabilmeli; hatta bir zerre… Küçülebildiği kadar küçülebilmeli insan büyürken. Herkes kadar olmalı, aslında umman olurken. Bir bulut gibi sarmalı göğü bulanık bir yaşamakta. Tozu dumana katabilmeli en geçilmez engelde bile… Can yanıklarına yürümek yeterli gelmiyor.

Ve karşımda geç kalınmış bir acıyla haykırıp kıvranan... Ve zamansız gözyaşlarıyla çocukluğumun en mahremini ıslatan... Bilmiyor musun sahi? Doğurmakla ana olunmuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder