19 Ekim 2010 Salı
ben: kış ağacının yaprağı
ağaç bile
yalnız ve çıplak kalma pahasına
en sevdiğini
uzağa göndermeyi
başarabiliyor
üstelik
önünde
uzun ve çetin bir kış olduğunu bile bile
ayrılığı kabulleniyor
ben
bir kış ağacının yaprağıyım
şimdi uzakta
dua et
ağaç
kavuşmalarımız olsun.
mevsimin adını da sen koy...
14 Ekim 2010 Perşembe
11 Ekim 2010 Pazartesi
çarpışma
anımsar mısın
kalabalık bir sokakta karşılaşmıştık
ilk kez seninle
elindeki çantanı sıkıca tutmuş
rota bellediğin arnavut kaldırımında
başın önünde yürüyordun
bense
yaşanmamışlıkların peşinde
yakalamak için bir sonraki anı
şimdiyi feda ediyordum
işte böyle bir zamanda
kalabalığı yara yara hayata koşarken
çarptım sana
tenlerimizin teması
sarstı beni
durdum olduğum yerde
sende ise bir değişiklik olmadı
nasıl da emindin attığın adımdan
usulca başını kaldırıp
seslendin bana
"merhaba"
irkildim birden
tanıdık
bildik
bir kelimeyi ilk kez duyar gibiydim.
işittiğim söz
kulaklarımdan tüm benliğime yayıldı
"merhaba"
harfler kolye gibi
bir bir dolandı boynuma
hele o "r" sesi varya
gelip öptü sanki beni
tam şah damarımdan
boğazımda düğümlenen soluğuma tutundum
yaşamak istiyorum dercesine
gözlerin dokundu bana
tenimde yumuşak bir el gezindi sanki
belli belirsiz
bakışlarınla sararken beni
telaşa kapıldım
kalabalık silindi birden
yer gök sen ve ben
ellerine baktım yüzük aradı gözledim
"ellerimde kalbimi görebilir misiniz?" dedin
kızardı yüzüm
hiç tanımadığım bir adamın gözlerinde kaderimi ararken buldum kendimi.
kavrayıp avuçlarımı
dudaklarına deydirip mırıldandın
"iziniz kalır artık sözlerimde
arayışınızı anlatırım
aşk niyetine"
sahiden anlattın mı?
kalabalık bir sokakta karşılaşmıştık
ilk kez seninle
elindeki çantanı sıkıca tutmuş
rota bellediğin arnavut kaldırımında
başın önünde yürüyordun
bense
yaşanmamışlıkların peşinde
yakalamak için bir sonraki anı
şimdiyi feda ediyordum
işte böyle bir zamanda
kalabalığı yara yara hayata koşarken
çarptım sana
tenlerimizin teması
sarstı beni
durdum olduğum yerde
sende ise bir değişiklik olmadı
nasıl da emindin attığın adımdan
usulca başını kaldırıp
seslendin bana
"merhaba"
irkildim birden
tanıdık
bildik
bir kelimeyi ilk kez duyar gibiydim.
işittiğim söz
kulaklarımdan tüm benliğime yayıldı
"merhaba"
harfler kolye gibi
bir bir dolandı boynuma
hele o "r" sesi varya
gelip öptü sanki beni
tam şah damarımdan
boğazımda düğümlenen soluğuma tutundum
yaşamak istiyorum dercesine
gözlerin dokundu bana
tenimde yumuşak bir el gezindi sanki
belli belirsiz
bakışlarınla sararken beni
telaşa kapıldım
kalabalık silindi birden
yer gök sen ve ben
ellerine baktım yüzük aradı gözledim
"ellerimde kalbimi görebilir misiniz?" dedin
kızardı yüzüm
hiç tanımadığım bir adamın gözlerinde kaderimi ararken buldum kendimi.
kavrayıp avuçlarımı
dudaklarına deydirip mırıldandın
"iziniz kalır artık sözlerimde
arayışınızı anlatırım
aşk niyetine"
sahiden anlattın mı?
Zaman, keyfi ve sembolik bir yapıdır
Zaman, insanın ürettiği keyfi bir sembolik yapıdır. Semboliktir, çünkü bir ön kabulle oluşturulmuştur: Bir saat altmış dakikadır.
Her zaman dilimi kendi matematiksel döngüsü içinde kurgulanmıştır. Zaman keyfidir! Çünkü, yaşamın akışı içinde aslında birçok şeyin hangi an olacağını, ya da olmayacağını belirleyen, bireylerin verdiği karardır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in şu sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden anımsadığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir 'ben zamanı', ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur."
Zaman insanı içine alan, sınırlı ve sonlu yapısıyla bir anlamda insanı kendi döngüsüne ortak eden bir düzenektir. "Gerçek zaman ", bu sembolik yapıların düzenleniş ritminden, iç içe geçmiş yapısından, içsel dinamiklerin etkileşiminden oluşur. Farklı zamanların izleri zihnimizde sürekli dolaşıp durmaktadır. Bu nedenle, yaşam yaşananlar ve anımsananlar arasında bir gidiş geliş, geçmiş ve gelecek arasında kurduğumuz köprüde şimdiye sıkıştırılmış bir süreç niteliğindedir. Bu sembolik düzenek insanı çepeçevre saran bir yapı durumuna gelmiştir. Zaman kavramında bozulma, yaşamda başarılı olamamayı ve ileri boyutta psikopatolojiyi beraberinde getirmektedir.
Zamanda yer almak ve bir iz bırakmak her geçen gün insanlar arasında daha fazla önem kazanmaktadır. Çünkü bu durum, insanın var olduğunu göstermesine yönelik atılmış en somut adımdır. Zamanın sembolik olması onu aynı zamanda evrensel kılmaktadır. Zaman bir anlamda var oluşun simgesidir. Bu nedenle insanoğlu bin yıllardan saliseye kadar uzanan bir düzlem içerisinde zamanı ayrıntılandırmıştır. Zaman ölçülerinin bu kadar çok çeşitli olması, belki de insanın bu kurguya verdiği önemin en ciddi kanıtıdır. Bu kurgu tüm yaşamın işleyişini belirlemeye başladıktan bir süre sonra, insanoğlu ayrıntıya takılmaktan ötürü bütünü göremez duruma gelmiştir. Oysa bütün, kendisini oluşturan parçalardan farklı bir dokudur. Bunu yeniden keşfettiğimizde geçmiş-şimdi-gelecek üçlemesi hak ettiği değere kavuşacak, şimdi ve burada yaşanmaya başlanacaktır.
10 Ekim 2010 Pazar
Şimdi ve Buradayı Yaşamak Dedikleri...
Spinoza’nın bu sözü geçmiş-şimdi-gelecek üçgeninde insanın varlığını sürdürebilmesi için verdiği çabayı özetler niteliktedir. Varlık ve sürekliliğin korunmasındaki temel nokta, zamanda var oluşu ve aynılığı sürdürebilmektir. Bu pencereden bakıldığında, zamanı tanımlama ve kullanma biçimimiz kişiliğimiz hakkındaki belki de en kıymetli ipucudur.
Bu durumu açıklamak için getireceğimiz örneklere baktığımızda, insan ve zamanın, hep bir yarış ve/veya kavga içinde olduğunu görürüz. Örneğin; günü doldurmak için birden fazla işle aynı anda meşgul oluruz, ya da planlı bir biçimde uygun eylem sergileyemeyiz. Bu durum her zaman bir psikopatoloji ile ilişkili olmayabilir. Örneğin, pazar günü yaşanan karmaşık yaşantılarımızı düşünelim. Çalışma günleri tüm rutinliğine karşın, her an ne yapılacağı bilindiği için güvenli bir limandır. İnsanların zihinlerindeki zaman kurgusu, çeşitli nedenlerle kesintiye uğradığında alternatif çözüm yollarıyla sorunu çözmeye çalışırlar. Ancak, tatil günleri hemen her şeyin eş zamanlı olarak yapılmaya kalkışıldığı bir gün olduğu için, insanı yoran ve hemen hiçbir şeyin tam olarak yapılamadığı bir zaman dilimi olarak kalmaktadır. İşte bu nedenle zamanı kullanma biçimimiz bizi ele vermektedir. Sürekli boş vaktimiz olmadığından yakınırız, oysa pek çok an üretkenlikten uzak öylesine akıp geçmektedir.
İnsan ve zaman sanki yan yana duran birbirinden bağımsız iki cep saati gibidir: Kurulumları aynı ama bazı anlarda çakışan iki saat gibi. Tıpkı beden ve zihin gibi! Bu ikilem, insanın zaman algısında çok açık biçimde görülmektedir. Zaman bu nedenle, çoğu kez yorgunluk ya da yaşlanma olarak karşımıza çıkar. Beş duyumuzla farkında olduğumuz kavramlar üzerine daha çok yoğunlaşırız. Bu nedenle yaşamsal derin çizgiler, zihinsel etkinliklerden daha çabuk dikkati çeker. Beden yorulduğunda zamanın geçtiğini hissederiz. Çoğu zaman zihnin bir yorgunluk saati yoktur. Bu nedenle, yaşamı algılama ve ele alış biçimimiz, hatta kullandığımız savunma düzenekleri bu değerli ipucunun gerisinde yer alan halkalardan sadece bazılarıdır.
"Zaman" kavramını ele alış biçimi yaşamın doğal eğilimi ve kişinin isteği arasında gidip gelen bir tahterevalliye benzetilebilir. Zaman konusunda hayatın akışı ve kişinin farkındalık düzeyi kuşkusuz tahterevallinin yönünü belirleyecektir. Kişi olarak zihnimizde çeşitli kurulumlarla hayata yaklaşırız. Çoğu zaman; ayrıntılara takılır genel çerçeveyi kaçırırız. Yani tuzağa düşeriz! Asıl olandan uzaklaşırız. Gerçek gereksinmeler, sahte ihtiyaçların gölgesinde boğulur. İşte bu nedenle çevremizdeki hemen her şeye sahip olmak isteriz. Her şeyi, sürekli bir tanımlama çemberinin içine sokma çabası içerisine gireriz. Bu da, pek çok önemli noktanın kaçırılmasına yol açar. Yani; zaman " HER AN BİR HALDEDİR ", yani akışkandır.
Sürecek – Yeni bölüm: Zaman keyfi, sembolik bir yapıdır.
Bu durumu açıklamak için getireceğimiz örneklere baktığımızda, insan ve zamanın, hep bir yarış ve/veya kavga içinde olduğunu görürüz. Örneğin; günü doldurmak için birden fazla işle aynı anda meşgul oluruz, ya da planlı bir biçimde uygun eylem sergileyemeyiz. Bu durum her zaman bir psikopatoloji ile ilişkili olmayabilir. Örneğin, pazar günü yaşanan karmaşık yaşantılarımızı düşünelim. Çalışma günleri tüm rutinliğine karşın, her an ne yapılacağı bilindiği için güvenli bir limandır. İnsanların zihinlerindeki zaman kurgusu, çeşitli nedenlerle kesintiye uğradığında alternatif çözüm yollarıyla sorunu çözmeye çalışırlar. Ancak, tatil günleri hemen her şeyin eş zamanlı olarak yapılmaya kalkışıldığı bir gün olduğu için, insanı yoran ve hemen hiçbir şeyin tam olarak yapılamadığı bir zaman dilimi olarak kalmaktadır. İşte bu nedenle zamanı kullanma biçimimiz bizi ele vermektedir. Sürekli boş vaktimiz olmadığından yakınırız, oysa pek çok an üretkenlikten uzak öylesine akıp geçmektedir.
İnsan ve zaman sanki yan yana duran birbirinden bağımsız iki cep saati gibidir: Kurulumları aynı ama bazı anlarda çakışan iki saat gibi. Tıpkı beden ve zihin gibi! Bu ikilem, insanın zaman algısında çok açık biçimde görülmektedir. Zaman bu nedenle, çoğu kez yorgunluk ya da yaşlanma olarak karşımıza çıkar. Beş duyumuzla farkında olduğumuz kavramlar üzerine daha çok yoğunlaşırız. Bu nedenle yaşamsal derin çizgiler, zihinsel etkinliklerden daha çabuk dikkati çeker. Beden yorulduğunda zamanın geçtiğini hissederiz. Çoğu zaman zihnin bir yorgunluk saati yoktur. Bu nedenle, yaşamı algılama ve ele alış biçimimiz, hatta kullandığımız savunma düzenekleri bu değerli ipucunun gerisinde yer alan halkalardan sadece bazılarıdır.
"Zaman" kavramını ele alış biçimi yaşamın doğal eğilimi ve kişinin isteği arasında gidip gelen bir tahterevalliye benzetilebilir. Zaman konusunda hayatın akışı ve kişinin farkındalık düzeyi kuşkusuz tahterevallinin yönünü belirleyecektir. Kişi olarak zihnimizde çeşitli kurulumlarla hayata yaklaşırız. Çoğu zaman; ayrıntılara takılır genel çerçeveyi kaçırırız. Yani tuzağa düşeriz! Asıl olandan uzaklaşırız. Gerçek gereksinmeler, sahte ihtiyaçların gölgesinde boğulur. İşte bu nedenle çevremizdeki hemen her şeye sahip olmak isteriz. Her şeyi, sürekli bir tanımlama çemberinin içine sokma çabası içerisine gireriz. Bu da, pek çok önemli noktanın kaçırılmasına yol açar. Yani; zaman " HER AN BİR HALDEDİR ", yani akışkandır.
Sürecek – Yeni bölüm: Zaman keyfi, sembolik bir yapıdır.
7 Ekim 2010 Perşembe
bırakın güneş girsin içeriye
kırk boğumun çözüldü düğümü
açtı ağzını
yumdu gözünü
yakası açılmadık
kelime kalmadı
saydı
sövdü
yıktı
döktü
herşeyi...
kustu sonra
yıllardır kendisine yutturulanları
içinden çıkanlara baktı bir süre
ezber bozan diye yutturulan doğmalar
safrasını taşa çevirmişti
boş gözlerle
sarı sıvının içine gizlenmiş
yanlızlığına baktı
doğruldu birden
diklendi yer çekimine
bırakın güneş içeri girsin dercesine
belli belirsiz
açtı ağzını yeniden
kelimelere giyindi aceleyle
çünkü
güneş yakıcıydı.
3 Ekim 2010 Pazar
sana geldim
herşey değişiyor
artık
değişeni değil
neyin
aynı kaldığını
anımsamaya çalışıyorum
yontu yüzlere asılı kalmış çakma gülücüklerden çok
sahici gamzenin peşindeyim
yok bunları bana yazdıran
sonbahar değil
yapraklar
ağaçlara ihanet etmedi
henüz
neden ihanet olsun? "değişim"
inan bu sorunun cevabını
ben de bilmiyorum
ardımı dönüyorum kara iklimine
sana geliyorum
mavi!
bir kaç günlüğüne
sarıl bana...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)