Telefona uzandı elim. İkiletmeden açtım. Sesi başka çalındı kulağıma. Duraksadım. Her zaman konuşması sıralıdır. “Nasılsın?” der. Demedi… “Rahatsız etmiyorsam sana bir şey sormak istiyorum” der. Demedi… Derin bir nefes aldığı belliydi. Teklemeden sordu. “Evde anneme benzeyen, ama annem olmadığını sandığım biri var”. Kısa bir sessizlik oldu. Ne diyeceğimi bilemedim. İyiyim. Rahatsız etmiyorsun, sor. Evet. Hayır… Sorunun karşılığı bu replikler değildi. “Annendir” deyiverdim. “Annemdir değil mi? Annemdir. Tamam sana inanıyorum Kerem” dedi ve telefonu kapattı. “Sana inanıyorum!” Elimde telefon birkaç kez bu cümleyi tekrarladım. Yüzümde alaycı bir ifade belirdi. Bana kim inanır yahu. Deli işte.
Her gün arar beni. Bazen sekiz dokuz kere. Geçen gün üşenmedim saydım, tam on sekiz kere aramış. Konuşmalarımız en fazla otuz saniye sürer. Hani öyle saatler sürse, günlük hayatın akışını engellese hayatta açmam telefonu. Ama ne zaman arasa açıyorum. Abuk şeyler sorup kapatıyor. “Sence beni uzaylılar kaçırmış olabilir mi?”… “Kız kardeşim yemeğime ilaç atıyor mudur?”… “Karşı komşumuz tecavüzcü müdür?... Mekanik bir sesle tek kelimelik cevaplar veriyorum. Hayır… Atmıyordur… Değildir… Anlık pansumanlarla ona kendini iyi hissettiriyorum. Ben görevimi yerine getirdiğimden, o da sorularına cevap bulduğundan rahatlıyor.
Sabah saatleri… İş yeri sakin. Bermuda şeytan üçgeni arasında mekik dokuyorum. Twitter, facebook, google derken saat öğlene doğru koşar adım ilerlemiş. Hayret telefonum hiç çalmadı. Kapalı da değil oysa. Telefonun sahiden çalışıp çalışmadığını anlamak istediğimden annemi arıyorum. Eğer annemi çekiyorsa bu meret herkesi, her yeri çeker diye düşünüyorum. Valide hanım 5i ağzında 10u boğazında başlıyor lafları saydırmaya, sesi hangi dağda kurt öldü misali. “Bir ara uğra da yüzünü görelim” diyor, özlemiş beni. “Uğrarım” diyorum. Sözü daha fazla köpürtmeden kapatıyoruz telefonu.
Annemle konuşmak içimdeki sisi dağıtmaya yetmiyor. Masamın çekmecelerini açıp kapatıyorum. Hani üşenmesem düzelteceğim. Raflara gelişi güzel konmuş kitapları, dosyaları tarıyor gözlerim. İçlerinden biri çarpsa gözüme hemen ona kaydıracağım dikkatimi. Nafile… Bak ben annemi aradım Sinem, neden sen beni aramıyorsun! Totem yapıyorum o vakit. Sen ara, ben de anneme gitmezsem... Aramayacağını ikimiz de biliyoruz. Ve ben anneme gitmemek için seni kullanıyorum belli ki. Derken kapı açılıyor. Vira bismillah! İçeri bir müşteri giriyor. Sonra bir diğeri… Sonra… Sonra… İçeri giren her müşteri, dakikaları bir bir geçen yelkovanı anımsatıyor ve çalmayan telefonu gözüme, kulağıma sokuyor.
Akşamüzeri... Karanlık çökünce el ayak çekiliyor. Nihayet bir iki lokma bir şey atıyorum ağzıma. Ne zaman yemek yesem, sen arardın Sinem. “Kayınvaliden sevecek seni…” derdim kendi kendime. Ağzımın içindeki lokmaları alel acele yutar, sorduklarına bir avaz da cevap verirdim. Telefonu kapatınca da boğazıma duran lokmaları mideme göndermek için su içer, hemen bir sigara yakardım. Yemeğimi de yedim ama…
Sigara içmek için balkona tünedim. Hava limonata tadında. Hafif hafif serinlik ısırıyor bedenimi. Kaç zamandır şöyle içimin grisine yakışır bulutlu bir hava olmuyordu. Yağmur patladı patlayacak. Yağmur kokusu… Yağsın be yağmur iyi gider. Uzun uzun sürmesin ama bir iki gün hafiften karartsın ortalığı yeter. Fark ediyorum ki aslında ben ılımlı havayı pek sevmiyorum. Gök gürültüsü, şimşekler, oluk oluk akan sular… Ruhumun sıkıntısı tenimi geriyor. Ve tuhaf olan bu işten garip bir zevk alıyorum. Telefonum cebimde beni suya sal dercesine taklalar atan bir balık gibi. Ne zaman titreşime geçtin sen. Kimin aradığını hiç düşünmeden açıyorum.
“Kerem…”
Kalbim düdüklü tencere buharı gibi. Nereden nasıl fırlayacağını bilmiyor.
“Kerem hani ben seni arıyorum ya…”
Sesimi duysun istiyorum. Makineli gibi konuşuyor. Hiç yapmam ama sözünü kesiyorum.
“Arıyosun”.
Beni duymuyor. Duysa da tınmıyor.
“Artık aramayacağım.”
Saatime baktım: 15.44… “Yaz kızım ölüm saati…” diye bir replik geçti içimden. Aklım dilime karışamadı. Sus pus halimi, konuş dercesine çakan şimşek bozu verdi.
“Peki canım..”
“Doktorum… Doktorum seni aramamın doğru olmadığını söyledi.”
Yağmur başladı. Eksoztan, kirli havadan, atıklardan kararan asfaltın aklanışını izliyorum. Saat hala 15.44… Sokağın ortasındaki su birikintisine takılıyor gözlerim. Serçenin biri suya dalıyor. O kafasını çıkarınca bir diğeri dalıyor suya. Bir yerde bir şey olmuşçasına havalanıyor kuşlar. Gökyüzü görünmüyor. O kadar kalabalıklar ki bi damla yağmur düşmüyor yere.
“Tamam, arama o zaman…” diye mırıldanıyorum çoktan kapatılmış olan telefona.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder