Geçen gün Konur Sokak’ta yürüyoruz. Her zamanki gibi memleketin kalbi sokakta atıyor. İrili ufaklı kafelerde ince belli etrafında dönen sohbetlerin konularını tahmin etmek çok da zor değil. Sokakta her rengi görmek mümkün. Bu cümbüş içinde insan yaşadığını hissediyor. Sohbete ortak olan hak arayışları ruhları uyandırıyor. İmza kampanyaları, anmalar ve yürüyüşler…
O sırada kulağımıza çalınan sesle gerçeğe dönüyoruz. Sivas! Unutma, unutturma…
O sırada kulağımıza çalınan sesle gerçeğe dönüyoruz. Sivas! Unutma, unutturma…
Kaşlarım çatılıyor. Kurumuş kenger ve gelinciklere bakan kuş misali yüzüme bozkırın hüznü düşüyor. Koluma dokunan çocuğun sesi, merakla sorulan bir sorudan çok “sana ne oldu?” dercesine işliyor kalbime. “Halacım, Sivas’ta ne oldu?” Puslu gözlerimdeki nemi dağıtmak için başımı önüme eğerek yürüyorum. Sesim titremesin diye çaba harcıyorum. 10 yaşında bir çocuğa Sivas nasıl anlatılır ki! Metin Altıok’tan mırıldanıyorum..
ben şimdi biraz da
senin için görüyorum;
gökyüzünün parlak,
bakış seken mavisini.
ben şimdi biraz da
senin için duyuyorum;
gecenin o sarsak,
yokuş çıkan ezgisini.
ben şimdi kanayarak
senin için yaşıyorum;
sazan derisi gibi
günlerimi külle soyarak.
Elimi tutuyor ne olduğunu anlamasa da çocuk. Biliyor ki üzerinden onca yıl geçmesine rağmen canım acıyor. Sivas’ta sıra arkadaşımı, türküdaşımı, hayal paylaşanımı yitirdim ben. Bu 10 yaşında bir çocuğa nasıl söylenir ki?
Belkıs Çakır bugün yaşasaydı 39 yaşında olacaktı. Nasıl bir hayatı olacaktı kim bilir. Belki konuşacaktık yine deli dolu, belki sadece facebook’ta kayıtlı arkadaş listemde yer alacaktı. Ama yaşayacaktı! Onu yaşamdan kopartanlar bugün nerelerde, ne yaşamlar sürüyor… O zihniyet dünyaya hükmetmeye çalışıyor.
Belkıs Çakır bugün yaşasaydı 39 yaşında olacaktı. Nasıl bir hayatı olacaktı kim bilir. Belki konuşacaktık yine deli dolu, belki sadece facebook’ta kayıtlı arkadaş listemde yer alacaktı. Ama yaşayacaktı! Onu yaşamdan kopartanlar bugün nerelerde, ne yaşamlar sürüyor… O zihniyet dünyaya hükmetmeye çalışıyor.
Doğrudur toplumsal olaylar durup dururken, birdenbire ve hiçbir işaret vermeden ortaya çıkmazlar. Sivas’ta öyle oldu. Anlamadığım şey bu topraklarda her zaman bir “ortak düşman”a ihtiyaç durulması. Yoksa birlik ve beraberliğe bu kadar ihtiyaç nasıl duyabiliriz ki? Sivas’ta “ortak düşman” olarak “din düşmanlığı” kullanıldı. Hala kullanılmıyor mu? Gezi’de bunu yaşamadık mı?
Ortak düşman arayışı bu coğrafyada yaşayanları kamplaştırmadı mı? Neredeyse karşıtlıklar olmadan yaşayamaz hale geldik. Öteki olmak bir prestij haline gelmeye başladı. Bölüne bölüne çoğalmaya devam ediyoruz.
Evrensel dogmatizm peşine takılıp gidiyoruz. IŞİD ile ilgili haberlere kulak kabartırken bile siyasal İslam’ın katılığı altında eziliyoruz. Hoşgörü ve barış dininin geldiği son nokta içler acısı. Alim olarak geçinenlere insanlığımızı sorgulatacak sorular soruyoruz. “Kızlık zarı olan hayvanları yemek caiz midir?”. “Dolly aşiretinden hayvanları yemek Avrupa’da serbest bırakılmış. Klonlanmış hayvanları yemek caiz midir?” vs., vs., vs…
İslamlaşmak, insanlaşmak demektir. İnsanları diri diri yakarak, ötekileştirerek, zihni dışlayarak, akla zarar sorular sorarak, insanı caizlerin içine sıkıştırarak ne kadar yaşanabilir. İnsan aklının sınırı yok. Ama sınırın ötesini görmek içinde insanlıktan çıkmaya gerek yok.
Son söz… Uzağa Giden’ bir dost Belkıs’ın videosunu yollamış (https://www.youtube.com/watch?v=G74U2i1jPIE). Sağ olsun kendisi. İçim titredi izlemeye kıyamadım. Aldım zihnimin en kuytu yerlerindeki anılarla birleştirdim.
Sitem ediyorum o yıllara. Birlikte bir videomuz ve sımsıkı sarıldığımız bir fotoğrafımız olmadığı için. Dostlarınıza sarılın. Çünkü bu coğrafyanın onları sizden, ne zaman, ne şekilde alacağı belli olmuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder