26 Mayıs 2015 Salı

S'ırsız

Elimi cebime attığımda maziden kalma sinema biletlerine, unutulmuş paralara ya da yiyecek kırıntılarına gülümseyemiyorum artık. Parmaklarıma hüzün takılıyor.

Oysa o filmi ben seyrettim.
O çikolatayı ben yedim.
Kim bilir o parayı ne için bozdurdum, sonra da ya üşengeçlikten ya da vakitsizlikten cebime sıkıştırıverdim.
Hangi ara not aldım o şiirden o dizeyi?
Ya o yarısı silinmiş telefon numarasına ne demeli? İşittim mi acaba o numaranın ardındaki sesi?

Cebimden çıkanları avuçlarımda yoklayarak dolaşırım zihnimin karanlık labirentinde. Onlar! Sıradanlıklarım, kendine sakladıklarım, kendimden kaçırdıklarım, sindiremediklerim, artırdıklarım, belki de sırlarımdır. Bir süre uykuya yatırdıklarım, zamansızca elim cebime vardığında uyandırdıklarım. Belki de hiç uyandıramadıklarım.

Günden kalanları şimdiye taşımak içindir cepler. Bir nevi belleğin karanlık kileri, küçük bir kese. Küçük diye küçümsersen, serseme çevirir seni içindeki gizlerle. Denemesi bedava. Bir şey unut ki cebinde, olmadık bir yerde ansızın hınzır ve utangaç bir dışavurumcuyla karşılaş. İş toplantısında eline sümüklü bir mendil gelsin, sevgilinle yürürken eskisiyle gittiğin kafeden aşırdığın çay şekeri paketi dudağında çekingen ve iç buran bir gülücüğe dönüşsün, en züğürt kaldığın anda avucundan tüm bedenine yayılan beş, on liranın sıcaklığını yaşa.

Bu sabah elimi cebime attım, boşlukla tokalaştım. Anlaşılan bu ceketi en son giydiğim gün cebimde saklayıp, gelecekte kendime armağan edebileceğim bir şey yaşamamışım. Sahi “bu ceketi en son ne zaman giyindim?”. Aklımın sınırlarını zorlarken, bir taraftan da pantolonumun cebimde bir kuyu açıyorum. Sanki gizli bir bölme var. Çok uzakta değil. Biliyorum. Birazdan elime bir şeyler gelecek. Birkaç dakika sürüyor arayışım. Kırgınlıktan mı, kızgınlıktan mı anlımda boncuk boncuk terler birikiyor. Bir şey buldum derken kaybetmek… Boşlukla tanış olmak… Alnımda biriken terlerin soğukluğu içimi ürpertiyor. Dilimde kekremsi bir tat. Üşüyorum.

Üzerimdekini bir anda çıkartıp, çok cepli bir mont alıyorum gardıroptan. Bir çırpıda giyiniyorum. Hareket etmek iyi geliyor, ısınıyorum. Aynadaki aksime bakıyorum. Ellerim gizli kasada saklı duran nadide mücevheri almaya hazır hırsız misali. Fermuarlı cebi açıyorum usulca. Sanki biri bana bir eşek şakası yapmış da korkunç suratlı bir palyaço fırlayacak cebimden. Kalbimin sesi, dışarının hengâmesini bastırıyor. Yok. Hiç bir şey yok. Sol da hayat var derlerdi bir de! Onca cebi olan monttan hiç mi bir şey çıkmaz?

Çıkmıyor.

Boşluk dile geliyor, arayışımın sesi yükseliyor. Fermuarın, raylara sarılmış tren misali aşağı yukarı, sağa sola hareketi, ellerimin ne bulacağını bilmeyen ürkek dokunuşları, kimi zaman hoyrat, kimi zaman mahcup, kimi zaman hırslı halleri… 

Birkaç dakika içinde ceket, palto, pantolon, şort denizinde yüzer buluyorum kendimi. Hepsinin cepleri yoklanmış. Geçmişten, bugüne gelen bir şey kalmamış ceplerimde. Yalnızım. Ceplerim kadar boş. Bağsızım. Ceplerim kadar ıssız. Sırsızım! Oysa cebimde bir dünya saklıydı. Ne oldu benim dünyama? Sakız, çikolata kâğıtlarına, fındık fıstık kabuklarına, karalanmış resimlere, tutulmuş notlara, metro, otobüs biletlerine, kopartılmış çiçeklere ne oldu?  Yıllarca yaşadığım ne varsa rakı bardağındaki buz misali eriyip gitti cep yalnızlığında. 

Aynadaki yüzü yerleri süpüren küçük kız çocuğuna bakıyorum. Cepleri bomboş. Rüzgârda savruldu savrulacak. Ona bu kadar yüklenmek istemiyorum. Fısıldıyorum:  "Yoksa cebimde eli olan bir başkası mı var?  S’ırsız… S’ırsız… S’ırsız…  "




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder