19 Ocak 2009 Pazartesi

YAŞAR MI SAHİ?..

İstanbul, kış güneşini yudum yudum içerken, uzaklardan bir türkü doluyor kulaklarıma. Sanırsın, şuracıkta; belki de bir dağın ardında. Gülmekle ağlamak arası hallerdeyim; yerim yurdum yok. Yüreğin bedeni terk ettiği saatteyim. Dalıp gitmek belki en güzelidir bazen. Bakıp görememek; ne maviyi, ne yeşili, ne bahar kaçkını sarıları…

Çocukluğun neresine rast gelir bilmiyorum ama zamanın en hovarda harcandığı yıllardı. Öyle boldu ki; ne gün biterdi, ne ay… Hiç bitmeyecek sanırdık!.. Kâh bir ağaç tepesinde, kâh gelincik tarlalarında onunla mutluluk satın alırdık. Bu yüzden avare yazları severdik en çok. Köyde geçirilecek doyumsuz bir mevsim… Her birimiz başka şehirlerde özlemi yaşar, haşlanmış yumurta ve köfte kokan uzun yolculukların ardından bir araya gelir, ömür sandığında unutulmayacak anılar biriktirirdik.

Geceleri bir lüküs ışığı aydınlatırdı çay şekeri sohbetleri. Çardakta toplanırdı onca evin ahalisi. Dedem, ak sakalını sıvazlayarak anlatırken, sessizce bir köşede oturur, savaşı, kıtlık zamanlarını, çekilen sıkıntıları masal gibi dinlerdik. Gündelik yaşamdan, tarlalardan, öküzlerden bahsedilmeye başlanıp, yabancılaşınca sözcükler, tekrar kendi dünyamıza dalar, gülüşür dururduk. Televizyonsuz da yaşandığını işte o gecelerde anladık. Yorulmadan dinlenilen vakitlerde, Hollanda malı bir teypte, eski bir kasetten türküler çalınırdı. Karıştırmamamız, el sürmememiz sıkı sıkı tembihlenmişti. Çocuklukta yasak olmadığını, büyükler bilmez miydi?

Gün doğup da azığını alan, iş başı etti miydi; meydan bize kalırdı. Nurdan, en delişmenimizdi. “Haydi…” derdi. “Vakittir. Kimse yokken…” Yaşar, her zamanki uysal tavrıyla “Yapmayın kızlar, başımıza iş açılacak.” diye caydırmaya çalışırdı. Bizden topu topu bir iki yaş büyük olmasına karşın, ağırbaşlı, olgun bir çocuktu. Gözlerinde derin, durgun bir deniz taşırdı. Ağaçtan her düşmemde, elimden tutup kaldırır “Bak bir daha doruklara çıkarsan, teyzeme söylerim ha!” diye tehdit ederdi. Onun beni ele vermeyeceğini bildiğimden, hiç umursamaz. “Tamam abicim, söz bir daha çıkmam.” diye şirinlik yapardım. Huriye en küçüğümüzdü. Zavallıcık, doğuştan talihsizdi. Ne kabahat yapsak, döner dolaşır, kabak onun başına patlayıverirdi.

“Dur hele kaseti nasıl döndürüyormuş bir bakalım!” diyerek parmağını soktu Nurdan. Biz de orasını burasını kurcalamaya başladık. Yaşar, “Ellemeyin, şimdi bozacaksınız, yapmayın, etmeyin…” diye kendini paralıyordu. Ne olacaktı ki? “Niye bozulsun? Bir şey olmaz, meraklanma!” diyerek sakinleştiriyordum onu.

Düğmeleriyle oynuyor, kaseti koyup çıkarıyorduk. Türküler çalıyor, susuyor, sonra yeniden çalıyordu. “Aklıma bir oyun geldi.” dedim. Hepsi bir anda bana döndüler. Hemen gidip dayımın fötr şapkasını aldım. Köy yerinde tüyden bol ne var? “Yan tarafına kondurduk muydu şunu; al sana Alamanya’dan gelmiş Hasan Emmi.” Gülüştük. Bu tiplerden televizyonda çok görmüştük. “Bir şey unutmadık mı?..” dedim. Hemen teybi alıp omzuma yerleştirdim. Kahkahalar havada uçuşuyordu. Yaşar’ın yüzü yine asıktı. Ah, bu çocuk! Hep eksikliydi neşesi.

İşte yine o sevdiğim türkü çalıyordu. Bir yandan eşlik ediyor, bir yandan Hasan Emmi taklidine devam ediyordum. Saçlarımı burnumun altına kıstırarak yaptığım bıyıklarımı buruyor, “Hatçaaa, gız şu benim Alamanya’dan getürdüğüm gayfelerden ikram et müsafürlerümüze!” diye sesleniyordum.

Bir şey oldu sonra. Bir gürültü. Birden o beyaz duvarlar kararıp üzerime yıkıldı. Gülüşler olduğu yerde donup kalmıştı!.. Teyp yerdeydi ve türkü susmuştu. Uzunca bir süre hepimiz birbirimizin gözlerine değmeden ona baktık. “Belki bozulmamıştır ha!” dedi Nurdan, yerlere dağılmış parçaları toparlarken. Yasak meyveyi koparmış, üstelik üzerimizi de lekelemiştik. Bu işin içinden nasıl çıkacaktık. Gelen geçen paylayacaktı. Hele annem, demediğini bırakmazdı şimdi. Bir şey söylemese ne olurdu sanki? Gülüp geçse… Nasılsa bu ne ilk yaramazlıktı; ne de son olacaktı.

Gün akşama dönerken, herkes yerli yerine geliyordu. Hayvanların sesi uzaklardan duyulmaya başlamıştı. Bir ara hep birlikte dağa kaçmayı bile düşünmüştük aslında ama işin ucunda kurda kuşa yem olmak da vardı. Kızılca kıyamet vaktine az kalmıştı. Kapılar açılacak, cezamız kesilecekti. Kurtuluş yoktu.

Huriye ağlıyordu. Biz Nurdan’la bir köşeye sinmiş, kaderimize razı, bekliyorduk. Korku ve belirsizlikten kaskatı olmuştuk. Oysa neydi ki? Alt tarafı bir makine. Anılara acı katmaya değer miydi? Yaşar sakindi yine her zamanki gibi. Öne atılıp “Ben yaptım!” dedi. “Kızların suçu yok. Kurcalarken düşürdüm. Onlar gürültüyü duyup geldiler.” Gözlerindeki deniz dalga dalga, köpük köpük olmuştu. Bir kartal olup kanatlarının altına almıştı bizi. Onu hiç böyle görmemiştik. Hepimiz şaşkındık. Bir ölüm sessizliğinde sustuk. Türkülerle birlikte bizim de sesimiz kesildi.

Bazen dalıp gitmek, en güzelidir sahiden. Görememek; yeşili, maviyi ve bahar kaçkını sarıları… Şimdi onu, haşlanmış yumurta ve köfte kokmayan bir otobüsle yine o topraklara götürüyorlar. Sarı çiçeklere ve gelincik tarlalarına yakın bir yerlere yatıracaklar. En güzel anılarımızın orta yerine. Bu yaz yine buluşacaktık halbuki. Yine ağaçtan düşecektim ben. Ve yine tutup kaldıracaktı. “Koca kız oldun artık, çıkma o doruklara!” diyecekti gülümseyerek. Ama gözlerindeki deniz, erkenden dondu. Oysa anacığı ona bu ismi, uzun yaşasın diye vermemiş miydi?..

Teyzem, “Kuzular koyunların önünden gitmez a oğul” diye haykırırken, benim içime yine o türkü doluyor usul usul. “Ama senden ayrı gezen, yürek değil beden oldu. Beden oldu.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder