22 Ocak 2012 Pazar

YOLCULUK NEREYE HEMŞERİM...


-İnce…
-Hııı?
-Sen başka bi gezegenden olabilir misin?
-Bilmem. Niye sordun ki?
-Hiiç… Öylesine… Meraktan.
-Hıı tamam hayatım. İyi geceler.
-Sana da hayatım.

Dınınınııın!.. Uyuma İncegül! Belki bu kısa ama aydınlatıcı konuşma senin yaşamının dönüm noktası olacak. Belki de bu bi işarettir, kim bilir?

Kuantumculara göre hepimiz evrenin minik birer parçası, enerjiyi oluşturan elemanlardan biri değil miyiz? Belki de şu yeni buldukları,dünyaya çok benzeyen gezegende, senin aynısının tıpkısı bir enerji parçacığı öyle boşlukta dolanıp duruyor. “İncegül gişisi bu diyarlara ne zaman gelecek? Ne zaman gavuşacağız? O gurbette, ben sılada, böyle gaç yıl daha geçecek?” diye diye gün sayıp kendini helak ediyor kim bilir. Ve sen burada o.sura o.sura uyuyorsun. Yazık değil mi yavrucağa?

Bu metrobüs çalışması uzadıkça uzadığına göre, zannımca oralara kadar hat çekecekler. Bastık mıydı kartımızı, trafik yok bişey yok. Adı üstünde “Uzay Boşluğu” bin, bilemedin iki bin ışık yılı sonra ordayım. Valiz de hazırlamak lazım değil mi? Şık şeyler olsun. Neme lazım, Barbros’un enerci parçacığı da oralarda bi yerlerdeyse, “Çoook rüküşsün. Hiç sevmedim.” diye çemkirmesin suratıma.

İyi de bu metrobüs, 29 Ekim’di, yılbaşıydı, 23 Nisan’dı derken ya yine bitmezse? Ya seneler seneleri kovalar, tüm milli bayramlar ardı ardına biter, ama bizim metrobüs hala yerinde sayarsa? O kadar vakit yok ki! Acep başka bir çare mi düşünsem? Bir an önce yollara dökülmem lazım benim. Parçaları bir araya getirmem, başka başka boyutlara geçmem, gerçek kimliğimi bulmam, özüme dönmem lazım.

Taksi tutsam çok yazar. Onca zaman araç da kullanamam. Burdan orası kaç vesait kim bilir? O da yaş. Işınlanma işini de beceremedi ki bu bilim insancıkları. Varsa yoksa diş fırçasının açısı… İyisi mi biz bi kaç arkadaş toplaşıp uzay mekiği kiralayalım. Metrobüs kadar hızlı olmasa da cam kenarında yıldızları seyrede ede gideriz artık. Samanyolu’nu hep yakından görmek istemişimdir zaten. Evet evet, en mantıklısı bu olacak. Ne de olsa aklı başında bir insanım ben. En iyi çözüm bu gibi görünüyor.

Bekle beni enercimin ayrılmaz parçası. Gözümün nuru bekle! Sana geliyorum. Bitecek bu hasretlik gayrı!

Hııı… Ya bebeler? Bunca ışık yılı ne yer ne içerler? Bunlar bensiz donlarını bile giyemezler yahu. Hem evi de batırırlar. Belediye bu sefer kesin çöp ev diye ekip gönderir. Televizyona çıkıp “Müke Aplaaa… Anamız bizi bırakıp gettiii.” diye salya sümük ağlarlar da üstelik. Yaparlar mı yaparlar. Bu küçük sıpa daha minik sıpayken, bi kere bağırdım diye karakola şikayet etmeye kalktıydı da zor engellediydik kendisini. E normaldir. Deli inekten akıllı buzağı doğar mı hiç?

Peki ya koca kişisi? Len bu kesin benim yokluğumda birini bulur ha. Erkek ırkı bu, güvenilir mi? İliğinde var, iliğinde. Ahan da benim boynuzlar çatal çatal olur da uzay gemilerinin kapılarından sığamaz olurum valla. Hele öyle bi şey yapsın, o boynuzları bak nasıl bi taraflarına geçiriyorum. Bi kaç bin ışık yılcığı yalnız bırakıyorum diye, hemen elin fin.girdek s.rtükleriyle güreş tut değil mi? Seni mazlum görünen çakaaal, seni kuzu postuna bürünmüş kurt kırmasıııı… Geberme emi? Irkın kurusun pislik. Öküz n’olcak.

-Üfff! Ne vuruyon kızım durup dururken ya? Delendin mi? Uyumuştum ne güzel.
-Kalk, uyuma. O haltları karıştırırken düşünecektin bunları. Hem vazgeçtim ben gitmekten.
-Ne haltı canım ya? Hem sen nereye gidecektin ki?
-Neyse, tamam boşver ya. Sen hiç anlama zaten beni. Kafanı da yorma bunlarla. Anca öyle fosur fosur uyu.
-Hadi İnce sen de uyu artık lütfen. Bak sabah kargalardan bile önce kalkıyoruz. Hadi güzelim, iyi geceleeeer.
-Sorcam ben sana bunun hesabını meraklanma.
- İyi geceler dedim İncegül.
-Aman iyi be sana da iyi geceler.

İyi geceler sayın okuyucu, iyi geceler minik, sevimli, hasret kokulu enerci parçacığım, iyi geceler küçük cooo.

9 Ocak 2012 Pazartesi

YOH BELE BİR DANS VE DE BELE BOHTAN ŞANS


Her gün ayna önlerinde “Aman da pek güzelim. Allaam beni nasıl böyle harika yaratmışsın. Şu kaş, şu göz, şu endam… Ben olsam, benim aşkımdan ölür, geberirdim.” demesem de; En azından doğru elbiseyi giyip, topuklularla boyu yükseltirsek, saça başa da biraz bakım yaparsak, fena da görünmem herhalde diye düşünürdüm sayın okuyan. Hatta çevredekilerin ara gazıyla, hoş hatun olduğum kanaatine kapıldığım zamanlar bile olmuştu. Yani her vasat yurdum kadını gibi kendi halimde takılıp gidiyordum. Ta ki onunla tanışana kadar…

Mari… Benim soyu batasıca ve elbette çatlak Urus arkadaşım. Urus’tan arkadaş mı olurmuş deme sayın okuyan. Ben yaptım oldu. Lakin o porselen gibi cildine, sarı saçına, yeşil gözüne, sülün gibi endamına, o kadar işin içinde bile bakımından ödün vermeyen tavrına sinir olmuyor muyum? Elbette kara kuru, ufacık tefecik, kendini hayata kaptırıp paspal paçoz gezen her normal! hatun gibi ben de onun ırksal özelliklerinden nefret ediyorum.

Bunlarla yiyeceksin, içeceksin, sohbet edeceksin eyvallah. Lakin, kapalı mekanda… Birlikte insan içine çıkmayacaksın. Yoksa başına geleceklere katlanacaksın. Kompleksin varsa da kesinlikle uzak duracaksın. Çünkü karılar, bildiğin doğal afet anacığım. Ben bunu nasılsa asosyal yapar eve kapatırım, sokağa adım atmayız diye dost edindiydim aslında ama, ne mümkün? Hatun bildiğin sosyal ortam insanı çıktı kardeşim.

Gün geçmez, hafta sekmez, Mari kişisi yeni bir etkinlik planı, yeni bir organizasyon, yepyeni bir kurs teklifiyle kapıma dayanır sayın okuyan. Gözlerine o delici bakışı yerleştirip “Yiinceeeee…” diye seslendi miydi; anlarım ki bu yine sosyalleşme peşinde. Bi gün gelir pilatese, yogaya gidelim,der. Bi başka gün “Yüzeliiiim..” diye tutturur.

-Ney kursa gideciz Yiiinceee.
-Ney ney ney???
-Ya gena itaraz yetme be.
-Kızım sen ney çalmanın ne zor bişey olduğunu biliyo musun? Biz ondan bi düt sesi çıkarana kadar, nerelerimizden ne sesler çıkar… Olmaz o iş. Unut. Git flüt, kaval, saksafon falan çal.
-O zıman oryentele gidecez.
-Benim için gerek yok bebeğim. Biz Türk kadınları doğuştan kıvrak hatunlarız. Kapı gıcırtısına oynarız. Ayrıca da sizin beliniz kalas gibi. Bence sen hiç bulaşma. Hürrem’i gördük işte. Neymiş güzel dans ediyomuş. Peeehhhh! Ulen ben oynasam orda, Sülüman Osmanlı’nın bütün topraklarını üzerime yapardı be! (Böyle de alırım bin yıllık kuyruk acısının intikamını.)
-Tımam Latin yapacız o zıman.
-Ha bak o olabilir. Ama eşli katılmak gerekmiyor mu o kurslara?
-İkimiz işte.
-Hadi be? Düğünlerde birbiriyle dans etmek zorunda kalan ezik kız modeli. Hayatta olmaz Mari. Unut onu.
-N’olüüüür… Yiinceeee… Davaaayyy…
-Ya şu boynunu büküp kedi yavrusu gibi bakma demiyo muyum ben sana. Kızım dayanamıyorum işte. Tamam be tamam. Haroşa.
-Pasiba caniim. Çok güsel olacık.

Bizim salsa, ça ça ça olayımız anlatılmaz yaşanır ya… Yine de anlatayım mı sayın okuyan? Haydi yaslanın arkanıza. Şöyle bir rahatlayın. Ve buyurun bir alt paragrafa.

Evi, gideceğimiz kursun yakınlarında olduğundan ve ben işten doğru gideceğim için, kıyafetleri ben ayarlarım dedi. İyi dedim. Senin kısa taytlardan, bir uzun tişört, (ki onun tüm tişörtleri bana uzun…) bir de spor ayakkabı getir diye de sıkı sıkı tembihledim.

Akşamınan iş çıkışı, başıma geleceklerden habersiz, mutlu mesut yollara düştüm. Madem ki kaçınılmazdı, tadını çıkarmalıydım değil mi?. Belki de geleceğin dans divası, sahnelerin aranan yıldızı ben olacaktım kim bilirdi?

Gittiğimde Mari çoktan hazırlanmaya başlamış, soyunma odasında mayosuyla arz-ı endam etmekteydi. Onu o halde görünce, g.tlü göbekli, boy fukarası diğer kursiyerlerle birlikte kendisinden topluca nefret ettik. O ise, yine o boynu bükük masum gülüşünü takınmış, elindeki poşeti bana uzatıyordu.

Açtım. Afalladım. Salaktım, daha da salaklaştım.

-Mari bunlar ne?
-Dans elbise…
-Kızım bunlarla mı girecez derse?
-Daaa…
-Daaaymış. Bu pullu boncuklu, kıpkırmızı elbiseyle insan içine çıkacağımı şahsına düşündürten şey neydi acaba?
-Haaa?
-Diyorum ki; Arcantin’in gece klüplerinden birinde tango gösterisi yapmayacaz kızım. Alt tarafı kıytırık bi dans kursu burası. Bunlar biraz abartılı olmamış mı? Ayrıca da ben bu ince topuklularla düz yolda yürürken kafayı gözü yararım. Nasıl dans edecem? Hayatta olmaz. B.k var gibi bugün de kumaş pantolon giymişim. O da olmaz. Ben eve gidiyorum. Ne halin varsa gör.
-Hadi Yinceeee… Bak çok yakişacık. Hepkes böyle giyecik zeten. Nolüüür…
-Allah belanı vermesin Mari. Soyun sopun batsın. Yüzünü sivilce, bacaklarını selodit bassın inşallah. Sayende bu yaştan sonra ele güne maskara olmak da varmış kaderde. Ya üf yaa… Bana bak Urus s.rtüğü, tamam giyecem bunları. Ama eğer düşüp çanağı çömleği kırar da hastanelik olursam, kendi kıyafetini de benimkini de değiştir tamam mı? Koca kişisi gecenin bi yarısı ikimizi bu kılıkta görürse, geri kalan kemiklerimi de kırıverir sevabına.
-Haroşa Yiincee…
-Haroşa diyo ya… Haroşa diyo bi de… Allaam sen sonumuzu hayır et.

Ders mi? Fena değildi. Birkaç figür kaptık. Çokça eğlendik.

Aslında herkes siyah giyinmeyeydi… Bir de hoca kişisi “Kırmızılı Arkadaşlar” aşağı, “Kırmızılı Arkadaşlar” yukarı demeyeydi, iyiydi.

Haydin bol etkinlikli, sosyal günler dilerim sayın okuyan. Yıldızınız parlasın.