Okumak ve yazmak çocukluğumun oyunu, kitap, kalem, defter de oyuncaklarımdı. Dört-beş yaşlarındaydım. Komşu kızlarının genç kız sırlarını duymak için peşlerinde dolaştığım, sonrasında ellerinden düşürmedikleri aşk romanlarının kapaklarındaki yazıları okumaya çalıştığım günlerdi.
Severlerdi beni. Kovmazlardı çoklukla yanlarından. Lakin bu tolerans şımartırdı kimi zaman, işi azıtırdım. O zaman “Hadi bakalım evine” der postalarlardı... İadeli, taahhütlü!
Yine o günlere rast gelir okuma aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamam. Harf denen şeylerin eğri büğrü şekiller halinde gözlerimin önünde uçuşması, bu ikircikli, küçük şeyleri anlamlandırmaya çalışmam da tam bu zamanlara denk gelir.
Yalvar, yakar, kavga dövüş komşu ablaların da yardımıyla okumayı sökmemle, okuma manyaklığım start almış oldu böylece. Ne kadar mutluydum. O güne kadar ona buna minnet edip okuttuğum kitaplarımı artık kendim okuyabilecektim. Elime geçen her şeyi okuyabilirdim artık. Hatta okumamam gerekenleri bile!
Kaymaklı dondurmadan, naneli şekerden, kağıt helvadan vazgeçip kitap alırdım harçlıklarımla. Kendime ilk aldığım kitap ‘Pinokyo’ idi. Evimizin hemen karşısında bir kitapevi var idi –ki hala durmakta ve ben oralara gittiğimde hep uğrayıp yad etmekteyim o günleri- Beni her gördüğünde “gel bakalım küçük” derdi. Küçüktüm sahiden de. “Senin için çok güzel masal kitaplarım var.”
İlkokula başlayana kadar onlarca masal kitabı okudum. ‘Pamuk Nine, Küçük Prens ve Bin Bir Gece Masalları’ en fazla belleğimde yer edenler oldu.
İlkokul bittiğinde sanırım Çocuk Klasikleri’nin çoğu da okunup bitmişti. ‘David Copperfield, Seksen Günde Devri Alem, Tom Sawyer. Oz Büyücüsü, Çocuk Kalbi, Peter Pan…’ Her kitapla başka alemlere dalmayı, her yeni kitapta farklı yerlere gitmeyi ve her karakterle yeni bir insan tanımayı seviyordum. Karakterleri kafamda canlandırmak, onları vücutlandırmak, mekanları tasvir edilene ilavelerle hayal etmek en büyük zevkimdi o yıllarda. Televizyon tek kanal, çizgi film dediğin Şeker Kız ile Heidi'den ibaret... Bilgisayar oyunları daha kimsenin aklına bile düşmemişti henüz. Küçücük dünyamı sonsuz bir evren yapmıştı kitaplar. Onlardan vazgeçebileceğimi hiç düşünmedim, hem de hiç.
Ortaokul yıllarım ‘Kemalettin Tuğcu’ nun öksüzlerine gözyaşı dökmekle geçti diyebilirim. Her hafta sonu yeni bir romanla, yeni bir hüzünle haşır neşir olduğumdan mıdır nedir; ortaokul zamanlarımı pek de kayda değer bulmam ömür maratonumda. Okul kütüphanesinin aranan yüzü, ineklemenin en nadide örneklerinden biri olmak dışında bir aktivite olamadı ortaokul arşivimde.
Lise… Evet işte ergenliğin kollarına teslim oluş. Sivilce yok, aşk meşk yok, genel görüntüyle ilgili takıntı yok, kompleks yok… Neşeli, hayta, fazlasıyla sosyal bir genç kız adayı. O halde lise dönemi, hayatımın en güzel etaplarından biri olmayı hak etmiyor mu?
Bu vakitlerde okuma zevkim, Edebiyat Öğretmenimin de fişeklemesiyle farklı bir boyut kazanmış, ‘Yaban’ ile başlayan, ‘İnce Memet’ ile, ‘Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ ile sürüp giden bir yolculuğa çıkarmıştı beni. Araya ‘Dante’ yi de sıkıştırmaktan pek korkulu bir zevk almıştım doğrusu.
Yine bu döneme rastlar şiirle olan yakınlaşmamız. ‘Necip Fazıl nere, Nazım Hikmet nere' derseniz, ‘Çileli Memleketim’ derim. Şiirin balını doyasıya süzmeyi öğrenmemde, bu iki zıt görüşün eserlerinden aldığım ilk tadın etkisi çok büyüktür. Sonrasında ‘En Eski Yalnızlığımdın Sen Benim’ ‘Üstüme Varma İstanbul’… Ve isimlerinden etkilenerek aldığım bu iki kitapla başlayan ‘Ümit Yaşar’ hayranlığı.
O yaşlarda kavak yellerinin tatlı esintisiyle sarhoş olmuş gençlerin aksine “aşık oldum, şiir okuyayım, olmadı bir iki tane yazayım” derdinde değildim hiç. Benimki ‘şiirlerle aşk’ değil, ‘şiirlere aşk’ durumuydu bir nevi.
Yine bu zamanlarda başlayan komikçilik ilgisi ‘Muzaffer İzgü’ ile tanışmama vesile olmuş, ‘Dayak Birincisi ve Zıkkımın Kökü’ unutamadığım çağlarımın, unutamadığım anıları olarak hep kalmıştır. ‘Aziz Nesin’ de hayatıma bu vakitlerde dahil olmuş ve hiç çıkmamıştır. Gırgır, Fırt gibi mizah dergilerini saymaz isek, o güne kadar bu türe pek de yüz vermemiş olmaktan hayıflanmama sebeptir bu iki mizah ustası.
Üniversite çağları, ‘Freud’ la açıldı diyebilirim. Sadece tek bir kitabını bile ittire kaktıra okuyabildikten sonra, bir daha hiç görüşmemeye karar verdim kendisiyle. Beni affetsin! Lakin keyif vermedikçe, okuduğunu da anlayamaz ki insan. Bir de ‘Suç ve Ceza’ sıkmıştır canımı nedense. Onun haricinde hep zevk almışımdır okuduğumdan.
Yine bu dönem, ‘Rus Klasikleri’ ne abone olmuş, ‘Don Hikayeleri’ni iki kez üst üste okumuş, ‘Mavi Bozkır’ la ‘Şolohov’ u bir kez daha sevmiştim. ‘Dostoyevski’ ve ‘Tolstoy’ un bir çok eserini de aynı hazla okumuştum. Bunların haricinde ‘Knut Hamson’ akıcı anlatımıyla, seçtiği konular ve onu işleyişiyle en sevdiğim yazarlar arasına o yıllarda girmiştir. ‘Açlık’ ve ‘Toprak Yeşerince’ mutlaka okunması gereken, hatta –kime verdiğini hatırlayabilirsen- tekrar tekrar okunması gereken iki kitaptır diye düşünüyorum. Bir de Steinbeck var tabii. ‘Fareler ve İnsanlar’ ‘Cennet Çayırları’ en sevdiğim kitaplarıdır.
Yabancı yazarları okuyup sevdiğim doğrudur. Lakin aynı dili konuştuğum, aynı tarihi paylaştığım yazarları okumayı daha fazla seviyorum galiba. Ya da birbirimizi daha iyi anlıyoruz da ondan belki. Buna rağmen ‘Sana Gül Bahçesi Vaat Etmedim’ i okuduktan sonra ‘Greenberg’ e de ayrı bir yakınlık duyar oldum nedense.
Baş ucu kitabımı sorarsanız; her daim ‘Çalıkuşu’ derim. İçimdeki ‘Feride’ rahat durmuyor ki! Tekrar tekrar ve yine yeniden, hep ‘Çalıkuşu’ olmak istiyor. Hatta bazen ‘Çalıkuşu’ kalmak…
Araya çekirdek, çerez niyetine bir sürü kitap sıkıştırmış olsam da, klasiklerden aldığım tadı güncel kitaplardan alamadım hiç. Zaten artık eskisi kadar zaman da ayıramıyorum maalesef. Belki de bundan.
Bir de yavrulayınca kadın kişisi, yeniden kitaplar yazıyor ya hayata dair; bunun için pek de vakit bulamıyor başka kitaplara. Yine de çalıntı zamanlarda, dar vakitlerde, eski dostlarla kaçamak tadında özlem gidermiyor değilim elbette. Okumadan nasıl yaşanır bilemedim ki hiç.
Şu sıra, ‘Bedri Rahmi’nin ‘Delifişek’i elimde. ‘Diriliş’ ve ‘Unutmak’ aklımda, çokça okuduğum günler gönlümde öylece yaşayıp gidiyorum işte…
Bu güzel sobe için Sevgili Yaşamın Kıyısında’ya teşekkürü bir borç biliyor, umarım sobenin gereğini yerine getirebilmişimdir; zira pek bir açıklama yok idi diyor ve pası, bu aralar birazcık tembellik eden canım arkadaşım Perili Köşk’e atmak istiyorum. Kaleleri doksandan havalandıracak bir gol geleceğinden emin olarak.
Severlerdi beni. Kovmazlardı çoklukla yanlarından. Lakin bu tolerans şımartırdı kimi zaman, işi azıtırdım. O zaman “Hadi bakalım evine” der postalarlardı... İadeli, taahhütlü!
Yine o günlere rast gelir okuma aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamam. Harf denen şeylerin eğri büğrü şekiller halinde gözlerimin önünde uçuşması, bu ikircikli, küçük şeyleri anlamlandırmaya çalışmam da tam bu zamanlara denk gelir.
Yalvar, yakar, kavga dövüş komşu ablaların da yardımıyla okumayı sökmemle, okuma manyaklığım start almış oldu böylece. Ne kadar mutluydum. O güne kadar ona buna minnet edip okuttuğum kitaplarımı artık kendim okuyabilecektim. Elime geçen her şeyi okuyabilirdim artık. Hatta okumamam gerekenleri bile!
Kaymaklı dondurmadan, naneli şekerden, kağıt helvadan vazgeçip kitap alırdım harçlıklarımla. Kendime ilk aldığım kitap ‘Pinokyo’ idi. Evimizin hemen karşısında bir kitapevi var idi –ki hala durmakta ve ben oralara gittiğimde hep uğrayıp yad etmekteyim o günleri- Beni her gördüğünde “gel bakalım küçük” derdi. Küçüktüm sahiden de. “Senin için çok güzel masal kitaplarım var.”
İlkokula başlayana kadar onlarca masal kitabı okudum. ‘Pamuk Nine, Küçük Prens ve Bin Bir Gece Masalları’ en fazla belleğimde yer edenler oldu.
İlkokul bittiğinde sanırım Çocuk Klasikleri’nin çoğu da okunup bitmişti. ‘David Copperfield, Seksen Günde Devri Alem, Tom Sawyer. Oz Büyücüsü, Çocuk Kalbi, Peter Pan…’ Her kitapla başka alemlere dalmayı, her yeni kitapta farklı yerlere gitmeyi ve her karakterle yeni bir insan tanımayı seviyordum. Karakterleri kafamda canlandırmak, onları vücutlandırmak, mekanları tasvir edilene ilavelerle hayal etmek en büyük zevkimdi o yıllarda. Televizyon tek kanal, çizgi film dediğin Şeker Kız ile Heidi'den ibaret... Bilgisayar oyunları daha kimsenin aklına bile düşmemişti henüz. Küçücük dünyamı sonsuz bir evren yapmıştı kitaplar. Onlardan vazgeçebileceğimi hiç düşünmedim, hem de hiç.
Ortaokul yıllarım ‘Kemalettin Tuğcu’ nun öksüzlerine gözyaşı dökmekle geçti diyebilirim. Her hafta sonu yeni bir romanla, yeni bir hüzünle haşır neşir olduğumdan mıdır nedir; ortaokul zamanlarımı pek de kayda değer bulmam ömür maratonumda. Okul kütüphanesinin aranan yüzü, ineklemenin en nadide örneklerinden biri olmak dışında bir aktivite olamadı ortaokul arşivimde.
Lise… Evet işte ergenliğin kollarına teslim oluş. Sivilce yok, aşk meşk yok, genel görüntüyle ilgili takıntı yok, kompleks yok… Neşeli, hayta, fazlasıyla sosyal bir genç kız adayı. O halde lise dönemi, hayatımın en güzel etaplarından biri olmayı hak etmiyor mu?
Bu vakitlerde okuma zevkim, Edebiyat Öğretmenimin de fişeklemesiyle farklı bir boyut kazanmış, ‘Yaban’ ile başlayan, ‘İnce Memet’ ile, ‘Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ ile sürüp giden bir yolculuğa çıkarmıştı beni. Araya ‘Dante’ yi de sıkıştırmaktan pek korkulu bir zevk almıştım doğrusu.
Yine bu döneme rastlar şiirle olan yakınlaşmamız. ‘Necip Fazıl nere, Nazım Hikmet nere' derseniz, ‘Çileli Memleketim’ derim. Şiirin balını doyasıya süzmeyi öğrenmemde, bu iki zıt görüşün eserlerinden aldığım ilk tadın etkisi çok büyüktür. Sonrasında ‘En Eski Yalnızlığımdın Sen Benim’ ‘Üstüme Varma İstanbul’… Ve isimlerinden etkilenerek aldığım bu iki kitapla başlayan ‘Ümit Yaşar’ hayranlığı.
O yaşlarda kavak yellerinin tatlı esintisiyle sarhoş olmuş gençlerin aksine “aşık oldum, şiir okuyayım, olmadı bir iki tane yazayım” derdinde değildim hiç. Benimki ‘şiirlerle aşk’ değil, ‘şiirlere aşk’ durumuydu bir nevi.
Yine bu zamanlarda başlayan komikçilik ilgisi ‘Muzaffer İzgü’ ile tanışmama vesile olmuş, ‘Dayak Birincisi ve Zıkkımın Kökü’ unutamadığım çağlarımın, unutamadığım anıları olarak hep kalmıştır. ‘Aziz Nesin’ de hayatıma bu vakitlerde dahil olmuş ve hiç çıkmamıştır. Gırgır, Fırt gibi mizah dergilerini saymaz isek, o güne kadar bu türe pek de yüz vermemiş olmaktan hayıflanmama sebeptir bu iki mizah ustası.
Üniversite çağları, ‘Freud’ la açıldı diyebilirim. Sadece tek bir kitabını bile ittire kaktıra okuyabildikten sonra, bir daha hiç görüşmemeye karar verdim kendisiyle. Beni affetsin! Lakin keyif vermedikçe, okuduğunu da anlayamaz ki insan. Bir de ‘Suç ve Ceza’ sıkmıştır canımı nedense. Onun haricinde hep zevk almışımdır okuduğumdan.
Yine bu dönem, ‘Rus Klasikleri’ ne abone olmuş, ‘Don Hikayeleri’ni iki kez üst üste okumuş, ‘Mavi Bozkır’ la ‘Şolohov’ u bir kez daha sevmiştim. ‘Dostoyevski’ ve ‘Tolstoy’ un bir çok eserini de aynı hazla okumuştum. Bunların haricinde ‘Knut Hamson’ akıcı anlatımıyla, seçtiği konular ve onu işleyişiyle en sevdiğim yazarlar arasına o yıllarda girmiştir. ‘Açlık’ ve ‘Toprak Yeşerince’ mutlaka okunması gereken, hatta –kime verdiğini hatırlayabilirsen- tekrar tekrar okunması gereken iki kitaptır diye düşünüyorum. Bir de Steinbeck var tabii. ‘Fareler ve İnsanlar’ ‘Cennet Çayırları’ en sevdiğim kitaplarıdır.
Yabancı yazarları okuyup sevdiğim doğrudur. Lakin aynı dili konuştuğum, aynı tarihi paylaştığım yazarları okumayı daha fazla seviyorum galiba. Ya da birbirimizi daha iyi anlıyoruz da ondan belki. Buna rağmen ‘Sana Gül Bahçesi Vaat Etmedim’ i okuduktan sonra ‘Greenberg’ e de ayrı bir yakınlık duyar oldum nedense.
Baş ucu kitabımı sorarsanız; her daim ‘Çalıkuşu’ derim. İçimdeki ‘Feride’ rahat durmuyor ki! Tekrar tekrar ve yine yeniden, hep ‘Çalıkuşu’ olmak istiyor. Hatta bazen ‘Çalıkuşu’ kalmak…
Araya çekirdek, çerez niyetine bir sürü kitap sıkıştırmış olsam da, klasiklerden aldığım tadı güncel kitaplardan alamadım hiç. Zaten artık eskisi kadar zaman da ayıramıyorum maalesef. Belki de bundan.
Bir de yavrulayınca kadın kişisi, yeniden kitaplar yazıyor ya hayata dair; bunun için pek de vakit bulamıyor başka kitaplara. Yine de çalıntı zamanlarda, dar vakitlerde, eski dostlarla kaçamak tadında özlem gidermiyor değilim elbette. Okumadan nasıl yaşanır bilemedim ki hiç.
Şu sıra, ‘Bedri Rahmi’nin ‘Delifişek’i elimde. ‘Diriliş’ ve ‘Unutmak’ aklımda, çokça okuduğum günler gönlümde öylece yaşayıp gidiyorum işte…
Bu güzel sobe için Sevgili Yaşamın Kıyısında’ya teşekkürü bir borç biliyor, umarım sobenin gereğini yerine getirebilmişimdir; zira pek bir açıklama yok idi diyor ve pası, bu aralar birazcık tembellik eden canım arkadaşım Perili Köşk’e atmak istiyorum. Kaleleri doksandan havalandıracak bir gol geleceğinden emin olarak.