İncecik bir horoz ötüşü çınlıyordu kulaklarımda. Yağmurun sesine karışıp sabahı müjdeliyordu toprak ve sarıçiçek kokularının arasında. Dal, yaprak ve ıhlamurlar teslim olmuştu çoktan ferahlatan dokunuşlara. İçim kıpır kıpırdı. Çocuk yüreğim ıslanmak istiyordu bulutların tatlı ve serin mutluluk gözyaşlarıyla.
“N’olur anne!..” dedim. “Dışarıya çıkmak istiyorum.”
Önce anne oldu, çattı maviş gözlerinin üzerindeki iki hilal gölgesini; sonra bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlayıp uzattı ellerime bitmeyecek sandığım sevincimi.
“Git hadi deli kız!” dedi. “Sakın hasta olayım deme ha! Sonra bakmam sana.”
Sağ gözünün ortasına, sol tarafımdan kopan bir kiraz çiçeği bıraktım sevgiyle.
“Öpme gözlerimden demedim mi kaç kere sana? Ayrılık getirir.” dedi.
Uçar adım merdivenleri inerken, “Ben senden hiç ayrılabilir miyim?” dedim, annelerin sultanına.
“N’olur anne!..” dedim. “Dışarıya çıkmak istiyorum.”
Önce anne oldu, çattı maviş gözlerinin üzerindeki iki hilal gölgesini; sonra bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlayıp uzattı ellerime bitmeyecek sandığım sevincimi.
“Git hadi deli kız!” dedi. “Sakın hasta olayım deme ha! Sonra bakmam sana.”
Sağ gözünün ortasına, sol tarafımdan kopan bir kiraz çiçeği bıraktım sevgiyle.
“Öpme gözlerimden demedim mi kaç kere sana? Ayrılık getirir.” dedi.
Uçar adım merdivenleri inerken, “Ben senden hiç ayrılabilir miyim?” dedim, annelerin sultanına.
Bahçenin yağmurla yoğrulmuş toprağında, ayağımdaki tor lastikler nasıl da kayıyordu. Dönüp baktım; ahşap beyaz pencerede hüzünle beni seyrediyordun. El salladım sana. “Gelsene!” diye bağırdım hatta. Küçücük omuzlarını silktin. Belli ki annem izin vermemişti. “Üzülme küçüğüm.” dedim içimden. “Üzülme benim kara boncuğum. Yaz yağmuru bu, nasılsa birazdan diner. Nasılsa birazdan güneş, bulutların ardından hem sana, hem bana, hem de tüm yeşillere gülümser.”
Beyaz horozumuzun yanına gittim sonra. Beni görünce dolanıp durdu etrafımda. Dünden beri görmemişti ya; o da seni özlemişti belli ki. Sanki haber soruyordu.
İşte güneş de açmış ıslak saçlarımı kurutmak için dikilmişti tepeme. Sesini duyup ardıma döndüm, kapının önünden koşarak bana doğru geliyordun. İki kolum iki tarafa olabildiğince açık, seni sarmalamak için bekliyordum. Horoz da bekliyordu. “Sana emanet kardeşin ha!..” dedi annem. Emanetimi kucakladım.
Ne çok seviyordun o beyaz horozu. “Bak abla, saçlarını ne biçim kesmişler…” dediğinde nasıl gülüşüyorduk. Sahi, hangi berberdi onu böylesi ilginç bir hale sokan?.. Köy yerinde bizden başka seveni de yoktu garibin. Vakitsiz öterdi çokça. İhtiyarlamıştı da artık. Anneannem “Size vereceğim onu, götürün giderken!..” dediğinde ne sevinmiştik.
Bavullar düzeltilmiş, yükler yüklenilmiş, yolluklar hazır edilmişti artık. Dönüş vaktiydi bir yandan; bir yandan hüzün vaktiydi hazan… “Okullar açıldı, açılacak yavrum” diyordu annem. Bıraksalar; köyde okul mu yoktu? Ah, bir bıraksalar; burada geçirirdik kalan ömrümüzü. “Anneanne, horozumuzu unutmuyorsun değil mi?” diye sordum. Ocak başının isi eline, teri yüzüne bulaşmış bir halde koşturuverdi merdivenlerden aşağıya.
Vedaları sevemedim hiç. O zaman da sevmezdim. Kavuşmalar uzun, ayrılıklar kısa sürsün isterdim. Bu nedenle dönüp bakamazdım da hiç ardımda kalanlara. Ruhum gözyaşlarıma karışıp geride kalacak sanırdım. Gidenlerin peşine takılıp ayrılacak gibi gelirdi yüreğim bedenimden. O yüzden hep küçük tuttum “hoşçakal”ları. O nedenle hiç uzatmadım vedaları. Bir an olsun ve gelsin geçsindi işte!..
Sevenlerle bir bir gönülleri koparmadan ayrıldık. Herkese bu yaz için, son defa el salladık. Anneannem, yine koşturuyordu köy meydanına doğru. Elinde bir poşet vardı. Belli ki; yol için bir şeyler daha hazırlamıştı. “Yetmedi mi artık, kim yiyecek bunca şeyi?” dedi annem. “Sen karışma bakayım!” diye payladı onu da. “Bu kuzularımın…”
“Anneanne ya” diye mızmızlandın. “Hani amerikan tıraşlı, beyaz horozu verecektin bize?”
Yüzünü yine her zamanki gibi şefkatle okşayarak “Getirdim ya kuzum” dedi.
Beyaz horozumuzun yanına gittim sonra. Beni görünce dolanıp durdu etrafımda. Dünden beri görmemişti ya; o da seni özlemişti belli ki. Sanki haber soruyordu.
İşte güneş de açmış ıslak saçlarımı kurutmak için dikilmişti tepeme. Sesini duyup ardıma döndüm, kapının önünden koşarak bana doğru geliyordun. İki kolum iki tarafa olabildiğince açık, seni sarmalamak için bekliyordum. Horoz da bekliyordu. “Sana emanet kardeşin ha!..” dedi annem. Emanetimi kucakladım.
Ne çok seviyordun o beyaz horozu. “Bak abla, saçlarını ne biçim kesmişler…” dediğinde nasıl gülüşüyorduk. Sahi, hangi berberdi onu böylesi ilginç bir hale sokan?.. Köy yerinde bizden başka seveni de yoktu garibin. Vakitsiz öterdi çokça. İhtiyarlamıştı da artık. Anneannem “Size vereceğim onu, götürün giderken!..” dediğinde ne sevinmiştik.
Bavullar düzeltilmiş, yükler yüklenilmiş, yolluklar hazır edilmişti artık. Dönüş vaktiydi bir yandan; bir yandan hüzün vaktiydi hazan… “Okullar açıldı, açılacak yavrum” diyordu annem. Bıraksalar; köyde okul mu yoktu? Ah, bir bıraksalar; burada geçirirdik kalan ömrümüzü. “Anneanne, horozumuzu unutmuyorsun değil mi?” diye sordum. Ocak başının isi eline, teri yüzüne bulaşmış bir halde koşturuverdi merdivenlerden aşağıya.
Vedaları sevemedim hiç. O zaman da sevmezdim. Kavuşmalar uzun, ayrılıklar kısa sürsün isterdim. Bu nedenle dönüp bakamazdım da hiç ardımda kalanlara. Ruhum gözyaşlarıma karışıp geride kalacak sanırdım. Gidenlerin peşine takılıp ayrılacak gibi gelirdi yüreğim bedenimden. O yüzden hep küçük tuttum “hoşçakal”ları. O nedenle hiç uzatmadım vedaları. Bir an olsun ve gelsin geçsindi işte!..
Sevenlerle bir bir gönülleri koparmadan ayrıldık. Herkese bu yaz için, son defa el salladık. Anneannem, yine koşturuyordu köy meydanına doğru. Elinde bir poşet vardı. Belli ki; yol için bir şeyler daha hazırlamıştı. “Yetmedi mi artık, kim yiyecek bunca şeyi?” dedi annem. “Sen karışma bakayım!” diye payladı onu da. “Bu kuzularımın…”
“Anneanne ya” diye mızmızlandın. “Hani amerikan tıraşlı, beyaz horozu verecektin bize?”
Yüzünü yine her zamanki gibi şefkatle okşayarak “Getirdim ya kuzum” dedi.
Elindeki poşeti uzatıp “İşte burda!.. Pişirmeye fırsatım olmadı, gidince anneniz bir güzel kızartır, afiyetle yersiniz emi?”
O an gözlerin kocaman olmuş, fırtına patlatmaya hazır kara bir buluta dönmüştü. Seni mi sakinleştireyim, acıyan yüreğimi mi bilemedim. Neden ağladığımızı hiç kimse bilmiyordu; sadece sen ve ben… Etraftaki bizsiz kalabalık şaşkınlıkla bakınıp söyleniyordu. Sarıldım sonra sana, sıkıca. “Ağlama artık, kadıncağız ne bilsin...” dedim. Gözyaşların yakamdan içeri kalbime akıyordu.
Başka bir hazan vakti annemizi babamızın yanına uğurlarken, genç heyecanlarımıza en büyük acıyı katmıştık hatırlarsın. Giderken yine mavi mavi bakıp seni bana emanet etmişti. “İyi bak ona” demişti. “O narin küçük bir dal daha, sakın kırılmasına izin verme kızım” olmuştu son sözleri. Ben ki; paramparçaydım. İçimde bir yerler kırık dökük olmuştu. Dışarıdan görünen o deli, o güçlü hallerimi onun gözlerinden alıyordum. Anlamıyordu hiç kimse; kendisi bile. Bilmiyordum hiç, onsuz nasıl yaşanır, o olmadan nasıl ayakta kalınır… Ve onun omzu olmadan nasıl ağlanır.
Sen kara boncuğum, sen öğrettin bana nasıl anne olunacağını. Sana ablalık ederken bildim, hayata karşı nasıl durulacağını. Güçlendim, yıkılmaz bir çınar gibi ayakta kalabildim seninle. Liseye yazdırırken, “Veliniz gelsin kızım.” demişti ya müdür. Zor ikna etmiştik öksüz-yetim oluşumuza. “Yok mu bir akrabanız falan?” diye diretmişti. Vardı da sen istememiştin. “Sadece sen gel yanımda.” demiştin. Nereden bilecekti ki? Bizi birbirimizden başkası hiç bilemedi ki!.. Nasıl bakmışsam o gül yüze; askeriyeye ziyaretine geldiğimde komutanın sevgilin zannetmişti beni. Kahkahalarla gülmüştük o gittikten sonra. “Aman abla, terhis olunca çok yanımda dolanıp da kısmetime mani olma ha!..” demiştin.
Ben sevgilerin en büyüğünü de hayatın ta kendisini de senin kara gözlerinde buldum. Ve ne kadar istesem de onları hiç öp(e)medim. Hem de hiç!.. Ayrılığın gölgesi bile aramıza düşsün istemedim. Annemin gidişinden öpüşlerimi sorumlu tuttum diye çok kızardın bana. Uzatırdın dudaklarıma siyah incilerini, “Korkma ablam, ben seni hiç bırakmayacağım.” derdin. “Gözlerimden öp beni…”
Ne işin var şimdi o buzlu camın ardında? Her şey yakışır da benim kardeşime, bunlar yakışmış mı bir baksana. Bu vücudundaki kordonlar ne? Peki ya kıvır kıvır saçlarını kazıyıp kafanın içine soktukları kablolar? Kolundaki şişeden gencecik bedenine zerk edilen damlalar yeşertecek mi seni? Solgun yüzünde yeniden renk bulacak mı kır çiçekleri? Gülüşünle aydınlanacak mı yine iki kişilik kocaman dünyamız? Söyle, açacak mısın bana o kara gözlerini? Yoksa o arabayı aldığım güne lanet ederek, “Keşke ben… Onun yerine ben…” haykırışlarıyla, karanlıklar içinde yaşamaya mahkûm mu edeceksin beni?
Söz veriyorum annemin emaneti, sana söz veriyorum; buradan el ele çıkalım hele bir, evimize gidelim… Amerikan tıraşlı, beyaz bir horoz alacağız. Her sabah onun vakitsiz ötüşü uyandıracak bizi. Senin çocukların olacak sonra boy boy, kızlı erkekli. Onların da arkadaşı olacak çocukluğumuzun en güzel sesi.
İçim gitse de, yüreğim coşup istese de, sırf ayrılık bizi bulmasın diye; ben hiç güzel gözlerinden öpmedim seni. Ablanı bırakıp gitme kara boncuğum... Haydi tut elimi!..
Başka bir hazan vakti annemizi babamızın yanına uğurlarken, genç heyecanlarımıza en büyük acıyı katmıştık hatırlarsın. Giderken yine mavi mavi bakıp seni bana emanet etmişti. “İyi bak ona” demişti. “O narin küçük bir dal daha, sakın kırılmasına izin verme kızım” olmuştu son sözleri. Ben ki; paramparçaydım. İçimde bir yerler kırık dökük olmuştu. Dışarıdan görünen o deli, o güçlü hallerimi onun gözlerinden alıyordum. Anlamıyordu hiç kimse; kendisi bile. Bilmiyordum hiç, onsuz nasıl yaşanır, o olmadan nasıl ayakta kalınır… Ve onun omzu olmadan nasıl ağlanır.
Sen kara boncuğum, sen öğrettin bana nasıl anne olunacağını. Sana ablalık ederken bildim, hayata karşı nasıl durulacağını. Güçlendim, yıkılmaz bir çınar gibi ayakta kalabildim seninle. Liseye yazdırırken, “Veliniz gelsin kızım.” demişti ya müdür. Zor ikna etmiştik öksüz-yetim oluşumuza. “Yok mu bir akrabanız falan?” diye diretmişti. Vardı da sen istememiştin. “Sadece sen gel yanımda.” demiştin. Nereden bilecekti ki? Bizi birbirimizden başkası hiç bilemedi ki!.. Nasıl bakmışsam o gül yüze; askeriyeye ziyaretine geldiğimde komutanın sevgilin zannetmişti beni. Kahkahalarla gülmüştük o gittikten sonra. “Aman abla, terhis olunca çok yanımda dolanıp da kısmetime mani olma ha!..” demiştin.
Ben sevgilerin en büyüğünü de hayatın ta kendisini de senin kara gözlerinde buldum. Ve ne kadar istesem de onları hiç öp(e)medim. Hem de hiç!.. Ayrılığın gölgesi bile aramıza düşsün istemedim. Annemin gidişinden öpüşlerimi sorumlu tuttum diye çok kızardın bana. Uzatırdın dudaklarıma siyah incilerini, “Korkma ablam, ben seni hiç bırakmayacağım.” derdin. “Gözlerimden öp beni…”
Ne işin var şimdi o buzlu camın ardında? Her şey yakışır da benim kardeşime, bunlar yakışmış mı bir baksana. Bu vücudundaki kordonlar ne? Peki ya kıvır kıvır saçlarını kazıyıp kafanın içine soktukları kablolar? Kolundaki şişeden gencecik bedenine zerk edilen damlalar yeşertecek mi seni? Solgun yüzünde yeniden renk bulacak mı kır çiçekleri? Gülüşünle aydınlanacak mı yine iki kişilik kocaman dünyamız? Söyle, açacak mısın bana o kara gözlerini? Yoksa o arabayı aldığım güne lanet ederek, “Keşke ben… Onun yerine ben…” haykırışlarıyla, karanlıklar içinde yaşamaya mahkûm mu edeceksin beni?
Söz veriyorum annemin emaneti, sana söz veriyorum; buradan el ele çıkalım hele bir, evimize gidelim… Amerikan tıraşlı, beyaz bir horoz alacağız. Her sabah onun vakitsiz ötüşü uyandıracak bizi. Senin çocukların olacak sonra boy boy, kızlı erkekli. Onların da arkadaşı olacak çocukluğumuzun en güzel sesi.
İçim gitse de, yüreğim coşup istese de, sırf ayrılık bizi bulmasın diye; ben hiç güzel gözlerinden öpmedim seni. Ablanı bırakıp gitme kara boncuğum... Haydi tut elimi!..
Not: Bu öykü, her ne kadar bir erkek kardeşe olan sevgiyi anlatıyor olsa da sadece siteye girebilmek için koca gün uğraşıp didinen, hiç doğmamış kız kardeşlerimden biri olan Sevgili Suzem'e yürekten sevgimle, nacizane armağanımdır.