30 Haziran 2009 Salı

YAZAR NE YAZAR NE YAZAMAZ




Erkek milletinin “yazan” kısmı şanslı kitledir dostlar. “Yooo” demeyin hemen. Hele bir bakın etrafınıza. Yüreğimizi cızır cızır kebap eden, aşık eden, maşuk eden şiirlerin, öykülerin yazarlarına bakın bir. En hakiki şarkıların bestecilerine, güftecilerine bakın. Erkek değil mi çoğu? “Sezen, Sezen…” diye çemkirmeyin suratıma. O başka bi şey. O insan üstü, kadın üstü bi şey.

Peki neden?

Ellerinde karmakarışık, tutarsız, beyin kıvrımları labirent gibi, estetiği tartışılmaz, güzel, narin, duygusal, en önemlisi de algılanabilirliği çok yüksek bir ilham kaynağı var ve bu kaynak sınırsız çünkü. Onlar kadına yazıyorlar. Kadın için yazıyorlar daha da önemlisi…

Ya hatun milleti ne yapsın? Sorarım size; kime şiirler yazsın, şarkılar bestelesin? Kimin öyküsünü anlatsın? Kütlükte sınır tanımayan, höt zöt etmeyi şanından sayan, üstelik kel, göbekli, kıllı erkek ırkına mı?

Şimdi tutup, Bret’i, Corç’u falan örnek vermeyin. Onlar “Bakın aslında böylesini de yapabiliyorum. Lakin, elma mevzuundan hala kızgınım size. Bunlardan ancak tadımlık görebileceksiniz, bakıp bakıp iç geçireceksiniz.” cezasıdır. Kabahatinizle oturun işte.

Ben size aslen rüyamı anlatacaktım. Bakınız nerelere geldim. Her konunun gelip kadın-erkek mevzuuna dayanmasını ben de tasvip etmiyorum. Heyhat neylersin ki, hayat buna zorlamakta bizi.

Efendim gündüz niyetine, hayırlar olsun ben şimdi BKM oyuncusuymuşum. Başımda da erkek yazan tayfasının en fırlak, en tırlak, en laf canbazı, en sözcük sihirbazı şahsiyetlerinden Yılmaz varmış.

Şimdi bu Yılmaz hoca oturmuş oyunculara rol yazıyor ve yazdığı rol anında gerçekleşiyor. Şöyleki; çocuğun bi tanesine ayyaş yazıyor, hemen sarhoş dolaşmaya başlıyor, birine yaşlı rolü yazıyor, saçları beyazlıyor, kırış kırış oluyor falan… Şaşkınlıkla seyrediyorum onları.

Sonra ben duruyorum önünde. Diyor ki “Sana kız çocuk yazacam.” Ben de “Ollleeey… Yeniden çocuk olacam.” diye seviniyorum. Lakin iş bildiğim gibi çıkmıyor. Adam bana “kız çocuğa hamile hatun” rolü yazıyormuş meğersem. Benim karnım şişmeye başlıyor birden. Oluyorum bildiğin tır.

Sinirleniyorum “Yılmaz bağa bak." diyorum. "Kimin kaynı olduğun umrumda değil, seni her halükarda seviyorum. Amma hemen şu bebeyi silmezsen karnımdan, oyarım ona göre!”

“Hayır…” diyor, en sert sesiyle. “Doğuracaksın bu kızı. Hem başbakanın da öyle istiyor.”

Ben İncegül gişisi tırsıyorum. Gerisin geri dönüyorum, elimde kandil, gözümde mendil, karnımda İdil…

Şimdi bu rüyadan çıkarılabilecek ana fikri maddeler halinde çiziktireyim, siz kendi şıkkınızı seçin lütfen.

A- Yaz bile olsa üzerimiz açık uyumamalıyız…
B- Bilinçaltı bize bazen olmadık oyunlar oynar…
C- Kız çocuk aslında hiç fena fikir değilmiş…
D- Kadın kısmı yazmayı, oynamayı, hayatın içinde olmayı bıraksın, doğursun üç beş çocuk evinin karısı, yavrularının anası olsun…
E- Yılmaz beni kıskanıyor…


Haydin selametle kalın canlar...

18 Haziran 2009 Perşembe

ARA SIRA BAZI BAZI...

Size de olur mu bilmem.

Bazı bazı bir öteleme, iteleme, erteleme isteğiyle doluyorum. Yığılmış evrakları, birikmiş ütüleri, hazırlanacak sofraları, mutlu edilecek insanları… Elimle ittiriversem diyorum. “Siz hele bi durun!” demek istiyorum. “Asıl yapmak istediklerimin önüne set çekmeyin! Söyleyin, kim şımarttı sizi böyle? Kim çıkardı tepeme? Kim yığdı önüme?”

Sonra korkuyorum. Hep bir ağızdan “SEN…” diye bağırıp üzerime çullanmalarından, beni yok etmelerinden korkuyorum. Nefesim daralıyor. Azar azar azalıyorum.

Koşmaya başlıyorum daha da hızlı. Bomboş bir yolda buluyorum kendimi. Ayakkabılarım sıkıyor. Ama öyle düğümlemişim ki, çıkarıp yalınayak kalamıyorum. Yolun sonu hiç görünmüyor. Ben hızlandıkça yol uzuyor, yol uzadıkça ayaklarım daha da çok acıyor.

“Dursam!” diyorum kendime. “Bari yavaşla!” diyor kendim, kendime.

Yavaşlamak değil, oturup şu taşa biraz dinlemek istiyorum kendimi. Yapamıyorum.

Sonra başka sesler karışıyor bir rüzgar uğultusuna. Rengarenk sesler. Kimi mavi, çekiyor beni denizlerin en dibine; kimi siyah, salıyor gecenin en karanlık saatine.

Kuşlar geçiyor, öbek öbek, sürü sürü… “Gitsen!” diyor kendim, “Takılsan şunların peşine!”
“Ama kanatlarım yok ki benim!” diyorum kendime. Ağlıyorum gücüm yettiğince.

İnsan yüzünü göremiyor ya yaşam süresince. Herkesin, her şeyin yüzü var da kendinin yok sanıyor. Aslında benim yüzüm var. Görmesem de bir yüzüm var. Ancak o küçük eller gözyaşlarımı sildiğinde anlayabiliyorum.

Sonra, kocaman bir gülümseme yerleşiveriyor yüzümün orta yerine. Alabildiğine çocuk… Alabildiğine masum… Bir ayna beliriyor önüme. Ve işte uyanıyorum. “Ancak gülerek bakabildiğinde o aynaya, işte ancak o zaman görebiliyorsun yüzünü.” diyorum.

Vazgeçiyorum. “Ötelemek, itelemek sana göre değilmiş…” diyorum kendime. Hak veriyor kendim, kendime. Tutuyorum o küçük elleri sımsıkı. Koşmaya devam ediyorum. Koştukça genişliyor ayakkabılarım. O kadar da acıtmıyor artık.

Yol kenarındaki çiçekleri fark edebiliyorum hem şimdi. Sesler, kuşlar daha sevimli…

Bana oluyor bazı bazı böyle… Size de olur mu bilmem!..

16 Haziran 2009 Salı























Güneş en kırk beş derecesinden, bu yazın harbiden yapış kokuş geçeceğini müjdeliyorken, Gülcen Sergen’in koltuk altından aşırı derecede midemiz kalkmışken ve hatta rüyalarımıza bile giriyorken, elbise- etek- bermuda- şeytan üçgeni sokakları etkisi altına almış iken, bendeniz moda kokoncanınız incegül şahsiyeti, elbette ki boş durmadım. Araştırmacı, soruşturmacı ve de biliştirmeci kişiliğimden ahalinin de sebeplenmesi babında sizin için yazın moda şablonunu çıkardım. Ahan da buyrun burdan okuyun efenim.

Komşu kızı Itırsu, bir karış bacak boyuna bakmadan giyecek mini eteği, bir de altına yarım tıyat yaptı mıydı ne eksiği kalacak Adriana’dan.

Koca p.polu Menşure, daracık kotlarıyla yine kasıp kavuracak ve mahallenin tüyü bitmemiş bebelerine tüy dikecek.

Osurcan, saçlarını elektriğe tutulmuş karga yavrusu modeli yapıp her genç kızın korkulu rüyası olmaya devam edecek.

Nülgüzar abla, en güllü dallısından basma eteklerini yine en cart renginden şık bir yelekle tamamlayarak bakkal murteza amcaya inceden cilve yapacak.

Verengül, vücudundaki yağ oranının bir ineğinkinin iki misli olmasına hiç aldırmadan, en yapışan bodylerini, en sıktırıcı şortlarını üzerine çekip fit vicuduyla göz dolduracak. Hem de epeyce dolduracak.

Hayrettin amca, kışın favorisi olan oduncu gömleklerinin aynı renk, aynı modelinin yazlık versiyonlarıyla “ulen bu adam bunu nasıl başarıyor” nidaları arasında hayranlarından tam not almayı başaracak.

Mahallemizin en sarışın peynirlerinden Haspanaz, muhtemelen sıcaklardan çok bunalıp üzerine bir şey giymeyi unutarak, balkon ve camlarda salınıp, yine mahallelinin yüreklerini hoplatacak.

Sırmacan, dekoltenin ölçüsünü Pınar Yağtuğ ablasından örnek aldığından, alttan ayrı, üstten ayrı çatal açıp bütün açları doyuracak. E yardımsever insanlara bu memleketin ihtiyacı var değil mi?

Bu da İncegül kokoncanından naçizane birkaç öneri.

Kızlars eteklerinizin, elbiselerinizin altına o bileği dantelalı taytlardan giymeyin yahu. Hakikaten çok çirkin oluyor. Etek çıplak bacağa giyilir kardeşim. En fazla incecik bir çorapla… Yemiyorsa, pantolon giyin. İlla tayt giyecekseniz bari uzun tunikle falan giyin.

Üstten dekolte verdiyseniz, lütfen bacaklarınızı to.toya kadar açmayın. Ya da mini giydiyseniz, üstü biraz edepli tutun. Fazla dekolte hakikaten algıyı bozuyor. Siz bakmayın Pınar Yağtuğ’a. O, ekranda görüntü kirliliği yaratıyor farkında değil. Benden demesi…

Boyunuz ne kadar uzun olursa olsun, eğer totonuz yayık gibi, bacaklarınız da ince ve arasından tır geçecek kadar çarpık ise, rica ediyorum vicudunuzu sarmalayan parlak kaprilerden uzak durun. Mek Damıldsın verdiği o hilkat garibesi uzay oyuncaklarına benziyorsunuz arkadan bakınca.

Sırf moda diye abidik gubidik bir kıyafete, ayaklarınızın tüm damarlarını fırlattıran bir ayakkabıya, asla kullanmayacağınız bir çantaya dünyanın telaaasını vermeyin. Yazıktır, günahtır. O parayı kazanmak için neler çekiliyordur.

Çok dar paça ve çok bol paça pantolonlar, yetmişlerde-seksenlerde de benim gibi kısalara yakışmıyordu, ikibinlerde de yakışmıyor, üçbinlerde de yakışmayacak. Zorlamanın alemi yok. Bırakın dağınık kalsın.

Malum yaş kemale ermeye başladıkça, biz hatun milletini b.k sinekleri sarar ufaktan. Amanın da yaşlanıyorum, amanın da gitti gençlik elden diye ahlanır vahlanırız. Lakin kaçan tren geri gelmeyecektir heyhat. İstediğin kadar son demlerini renk cümbüşü içinde geçirmeye çalış. Boşa çaba kardeşim. Her demin ayrı bir havası, ayrı bir güzelliği ve ayrı giyim tarzı vardır ve olmalıdır da.

O nedenle, lütfen sevgili yaşdaşlarım ve de yoldaşlarım, yirmilik çıtırlarla s.dik yarışına girmeyelim. Gençlere yakışır. Gençliğe her şey yakışır. Lakin g.tlü göbekli, menapozlu hatunların, yağlarını ortaya föşkürtüp bir de son derece ağır makyajlarla, o cart renkli ve üzerlerine üç beden dar gelen kıyafetleriyle salınmalarından hakikaten ahaliye öğk geldi. Kalıbınızın adamı olun yahu.

Evet gençleeer, özellikle on beş, on sekiz arası, liseli, sivilceli ergen sıpacanlaaar… Kotların yıkama talimatında “Yıkamadan önce mümkün olduğunca fazla giyin!” yazıyor olabilir. Ama lütfen cılkını çıkarmayın. Üzerinizdeki pantolon kayış gibi olmuş, üzerine milyon tane bakteri ev; hatta site kurmuş, pislik paçalarınızdan akıyorken, “Yemişim yıkama talimatını, onu yazan da nasıl bir zihniyetse artık… Ay onların evinde kabuklu ceviz bile yenmez be. Çıkar len velet o üzerindekini, hemen dezenfekte etmem lazım, hatta çamaşır suyuna basıp kaynatmam lazım. Iyykkk… Allaaam, benim gibi hatunun, böyle iğrenç evlatları olsun ya. Olacak iş mi ya?” diye kriz geçiren pipirikli ve tırlak analarınızın sözünü dinleyin. Vallaha taş olursunuz karışmam.

Eğer ananızı dinlememiş ve hala o pis musibeti çıkarmamış iseniz, bizim mahalleden geçerken dikkatli olun. Dediklerine göre eli deterjanlı bi manyak kol geziyormuş. Nerde böyle vıcık kirli kot görse “Çıkar leyynn… Yıkıycaaam işte bana ne yaaa…” diye bağırıyormuş. Ben diyenlerin yalancısıyım.

Neyse efenim, bir moda programımızın daha sonuna gelmişken, hepinize trendiii ve mutlu ve Gülcen koltuk altısız günler diliyorum.
  • Dipçik Soscuk: Resimdekileri de muhteşem kişilik, zevkli insan, sevgili arkadaşım DENİZ'e havale ediyorum.

5 Haziran 2009 Cuma

SONUNDA, NİHAYET, VE NETİCE İTİBARIYLE...


Genç ve de çoook güzel bir hatun, sıcağın kavurduğu bir öğlen vakti, yorgun ve de argın ve aynı zamanda pörsümüş vaziyette dışarıdan gelip kendini narin bir çuval edasıyla kanepeye bırakıverdi. “İlişeni gebertirim, azıcık dinleneyim, her yanım sızlıyor.” şeklinde çemkirip, 933 numaralı tehdit bakışlarını etrafını saran camış sürüsüne gönderdikten az bir zaman sonraydı. Bilmiyordu ne kadardı yatmasıyla, yattığı yerden ok gibi fırlaması arasında geçen süre…

“Anneee…” diye hönkürüyor, bir yandan tuhaf sesler çıkararak böğürüyordu evin en iri kıyım camışı.
“Elinin körüüü… Ben size az evvel gözdağı vermemiş miydim. Size dağ da yetmiyor mu ki? Hangi coğrafi şekille korkarsınız beee!” diye yanıtladı nazik ve de pek kibar hatun.
“Kız anne, ev buldum bak sana.”
“Çok mersi yavrum, sen olmasan ne ederdim, sokaklarda kalacaktım, sürüm sürüm sürünecektim neredeyse. Bana buldun de mi? Artık yalnız başıma yaşayacağım de mi?”
“Hee sana tabii… Ben evimden gayet memnunum.”

Tabii memnun olacaktı. Mutfağı, sadece kapısından “Anneee yemek ne zaman hazır olacak?” gibi temel cümleler kurmak, odasını k.çını yapıştırdığı sandalyeden çet yapmak ve dolabını üstünden çıkardıklarını mıncıklayıp tıkıştırmak için kullanan birinin evle ne zoru olabilirdi ki? Üstelik dağıtıp, pisletip, çamura bulanmak için bu Çarşamba pazarından daha uygun bir yer bulunabilir miydi?

Bütün bitkinliğine rağmen, artık şu ev işini çözmeye kararlıydı kahramanımız. Belli ki bu adamların evi boşaltmaya falan niyetleri yoktu. Ve o da artık bu pasağın içinde yaşamını sürdüremeyecekti. Ya iyice çıldırıp kapatılması gerekecekti; ya da ölüp gidecekti pislikten. Eşek gribi, timsah nezlesi, orangutan enfeksiyonu kapabilirlerdi çok yakında. Zaten akrep, yılan ve bilumum haşaratın kendilerini ziyarete gelmesi, hatta birlikte yaşamayı teklif etmesi an meselesiydi.

Bir hışımla evden çıkıp verilen adrese gitti. Evin telefonda anlatıldığı üzere çook geniş bir mutfağı vardı. hemen hemen bir buçuk salon büyüklüğündeydi. Balkonu ise denize sıfır bir manzarayla şenlenmişti. Deniz aşığı bir hatun için kaçırılmayacak bir evdi aslında. Lakin o üç oda yok muydu? Her biri “o piti piti karamela sepeti” minicikliğindeydi. Tamam, kahramanımız bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk bir kadın idi. Kıvrıldı mıydı her yerlere sığışıverirdi, ama aynı evde yaşaması zorunlu üç adamdan en ufağı altmış okkaydı. Onları nereye tıkıştıracaktı. Mümkünatı yoktu bunun.
Zira bu hatun, genç ve çook güzel ve zeki ve aynı zamanda çok becerikli bir insan olmasının yanında, fedakar, cefakar, çilekeş bir anne idi. Yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, sonunda yavrularını balta girmemiş orman kütükleri kıvamına getirmişti. Koca kişisi ise ona geldiğinde zaten böyle olduğundan, özel bir bakım uygulamamıştı. Sadece arada suyunu, gıdasını vermesi yeterli oluyordu.


Sonuç olarak bu evin kendilerine dar geleceğini düşünerek, dünyanın kendine dar olacağını bilerek vurdu yollara. Selem seplek yürüyorken birden bire bir şey oldu. Durdu. Aman allahımdı, o da neyin nesiydi öyle? Cama yapıştırılmış bir “Kiralık” yazısıyla bütün vicudunun sarsıldığını hissetti. Zaten son günlerde bütün mekanlara, hatta insanlara bile “kiralık ev” gözüyle bakar olmuştu. Aklına koymuştu bir kere, artık öldür Allah kimse durduramazdı kendisini.

Lakin bir sorun var idi. Zaten olmasa şaşar idi. Gördüğü evi bir türlü bulamıyordu. Döndü, dolandı, sıcaktan bunaldı. Ev buhar olmuştu sanki. Acep ruhsal durumu pek de iyi olmayan, hele ki son yaşadıklarından sonra iyice psikopata bağlayan kahramanımız, halüsinasyon mu görmüştü? Çölde serap olayına mı girmişti. Yoksa yön duygusu her Karadenizli kadar muhteşem olan, kendi evinin önünden üç kere geçmiş olmasına rağmen, “Burası değil yahu… Salak mıyım ben?” diye bir de artislik yapıp kayboluveren kahramanımız yine bir tayinsizlikle mi karşı karşıyaydı?

Heyecanlı takip sonuçsuz kalınca, her zamanki taktiğe başvurmuş, adım başı birini bulup sorularla taciz etme yoluna gitmişti. Lakin sorduğu insanların büyük kısmı kendisi gibi Karadenizli olduğundan mıdır nedir, abuk subuk yollara giriyor, yıkık merdivenlerden iniyor, tenhalarda sıkıştırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor, yine de evi bulamıyordu. Ama azmetmişti bir kere. Bulacaktı kardeşim. Ulaşacaktı oraya. Ona kimse mani olamayacaktı.

Sonunda evi ilk gördüğü yere geri dönmeye karar verdi ve döndü de… Amcanın biri, elinde koca bir çuvalla, tam da apartman kapısından içeriye giriyordu. Kahramanımız bir amcaya, bir uzaklardaki “kiralık” yazısına, bir de kapanmakta olan demir kapıya bakıyor, çelişkiler içinde debelenip duruyordu. Sonunda bir cesaret, yüzüne kapanacak olan kapıyı tuttu. Amca şaşkındı. Neler oluyordu? Daha önce hiç karşılaşmadığı psikopat bir manyakla mı yüz yüzeydi şimdi? Çuvalı tutmayan diğer elindeki baltaya daha da sıkı yapıştı.

Kahramanımız ise, ondan daha fazla tırsmıştı. Bu adam, belki de az evvel, işte tam da bu baltayla parçalara böldüğü, kendisi gibi genç ve çoook güzel bir hatunu elindeki çuvala tıkıştırmış, buzdolabının derin dondurucusunda, kurufasulye, nohut, patates gibi bilumum bakliyata katık etmek için saklayacaktı. Patatesin bir bakliyat olmaması, kahramanımızı asla rahatlatmıyordu, hatta umrunda bile değildi.

Sormalıydı… “Amca o çuvaldaki kızı niye öldürdün?” demeliydi. Hayır hayır, manyaklaşmamalıydı. Amcanın şaşkın bakışlarına aldırmadan, sağ eliyle kapıyı tutmaya devam edip, sol elinin işaret barnağını ufuklara uzattı. Uzaklarda ona göz kırpan yazıya doğru yönlendirdi o narin parmağını. “ Ahan da amca, şurdaki eve gitmeye çalışıyorum ve muhtemelen kayboldum. Yardım etsen ya bana.” Az evvel karındeşen cek senaryolarından birinde başrol layık gördüğü adam, son derece sevimli ve sevecen bir ifadeyle onu alıp evin önüne kadar bıraktı. Oh beydi. Nasıl da rahatlamıştı kahramanımız.

Bundan sonrası evi beğenip ev sahipleriyle görüşmeye, kendisinin bu ev için biçilmiş kaftan olduğuna onları inandırmaya kalmıştı ki, bu da bizim kahramanımız için hiç zor değildi. Onu sevmeyen ölsündü be! Bu kadar şirin, tatlı, güzel, zeki, becerikli, yetenekli ve daha sayamayacağımız bir çok iyi özellikle donatılmış bu insan evladına ev vermeyecek sahip daha anasından doğmamıştı.

Bir çoğunun saflık olarak değerlendirdiği “insanlara hala ve inatla güven duyma” konusundaki inancını perçinleyen amcaya teşekkür edip, saçlarını savurarak, rüzgarlara bırakarak, en karizmatik haliyle binadan içeriye daldı kahramanımız.

Sonrası mı? Sonrası, hayallerindeki eve kavuşmuş bir kadın kişisi, balkon ve camlardan azıcık uzandın mıydı görünen aşık bir deniz… Ve kocaman bir mutfak… Evet evet… Artık börekler daha leziz, kekler daha kabarık, şarkılar daha bir anlamlı olacak.

Haydin dostlar, şen kalın, esen kalın…

Kahramanımız mı? Tabii ki hayal ürünü. Sizce böyle biri gerçek olabilir mi? Alla allaaa… Çok alemsiniz valla…

1 Haziran 2009 Pazartesi

GİDERKEN

Ellerindeki koku ne kadar uzaklardan geliyordu. Gelin beyazı korkulukların arasındaki fesleğenleri sularken kurduğu düşlerin artığı, çeyrek asırlık bir koku… Bir yandan aşağıdaki telaşı anlamlandırmaya çalışıyordu, diğer yandan yaşamını...

Son model arabasından inene değdirdi gözlerini belli belirsiz. Sonra yanındakine baktı uzun uzun. Ne kadar da hoş görünüyordu. Bir de kendisinin camdaki yansımasına ilişti bakışları. Ondan en az on beş yaş gençti oysa. “ E bakımlı kadın!” diye geçirdi içinden. “Bizim gibi değil ki!” Kapılar açıldı, kapandı. Topuk sesleri bahçenin huzurlu sesine karıştı.

Her yıl tam da bu vakitler, hınzır Mayıs’ın yeşil elbisesi serseri rüzgârlarda savrulurken, deniz nazlanmayı bırakıp kendini güneşe teslim etmek üzereyken gelir, yaz sonuna kadar kalırlardı bu evde. O da Ayşegül Hanım’ın bütün özel işleriyle ilgilenir, rahat etmesi için elinden geleni yapardı. Kendini bu kadına katmıştı, yirmi beş yıldır. Bütün anılar onun adına mühürlüydü hafızasında. Ben sözcüğünü kullanmayalı da olmuştu bir o kadar…

Severdi aslında hanımını. Elinde büyümüştü neredeyse. On beşinde yoktu annesi elinden tutup “Artık burası senin evin.” dediğinde. Çocuk sayılırdı henüz bahçenin salkım söğütleri kınalı saçlarına ilk değdiğinde. Ne yapsındı onun da huyu böyleydi. Hem zengin kısmının azıcık şımarık olması yadırganacak bir şey değildi ki!..

Havuz başına kadar gelmişlerdi. “Fatoş nerede?” diyordu. Oysa başını yukarı kaldırsa görecekti onu. Ama burnunun ucundan başka yere bakmazdı ki. Çekti kendini pencereden içeriye. Buradaydı işte. “Hem nerede olacaktım ki?” diye söylendi. Elleriyle yatağın ipek örtüsünü okşarcasına düzeltip koridora inen merdivenlerden usulca aşağıya süzüldü. Hayatın saçlarından koparıp basamaklara bırakıverdiği tellere aldırmadı bile.

Geçmişin uğultusu karışıyordu kuşların şarkısına. Bahar çiçekleri kadar körpe bir ilk sevişin kokusu yayıldı ortalığa. Gözler ansızın değdi ve bir kaçamak bakış buluştu gizli bahçenin en kuytusunda. Saklı gülüşler sarkıyordu Mayıs dallarından rengârenk. Şiirler yazılıyordu toprağa. Bir andı. Ama koca bir yaşamaktı o tek an. Ve sonra sustu tüm bakışkan sevdalar kaderin cilveli kalem ucunda. Uzandı, kavuşamadı hasret; yaban bir eli tutarcasına.

“Hoş geldiniz.” dedi, eski zamanlardan kalma çekingen bir hüznü saklamaya çalışarak.
“Fatoş, nerdesin kuzum?” dedi Ayşegül Hanım. “Seni göremeyince kaçıp gittin sandım.” Keyfi yerinde olduğunda hep böyle takılırdı ona. “Eee, kız yok mu?”
“Biraz uzandıydı hanımım. Kırgınlığı var üzerinize afiyet. Hemen kaldırırım şimdi.” “Havalardandır.” dedi öteki, yaşanmışlığın verdiği bilge bir tavırla. “Bahar güneşi böyle çarpar adamı. Dokunma şimdi yavrucağa. Uyanınca getirirsin yanıma.”

Çocukları yoktu. Belki de bu yüzden böylesi seviyordu, bunca düşkündü Fatoş’un kızına. Babası öldüğünde alıp yurt dışına bile götürmüşlerdi. “Allah razı olsun, haklarını ödeyemem de…” derdi hep. “Ayşegül Hanım’ın yersiz kaprisleri, huysuzlukları da olmasa…”

Hiç gerçek olmayacak bir şeye düşeyazacakken bir şamar gibi inmişti evlilik sözcüğü suratına. Hanımının onu layık bulduğu yolun bir başka adımıydı bu da. Hiç âşık olamamışsa da huzur bulmuştu kocasıyla. Hem aşk meşk neyineydi hizmetçi kısmının. O da razı gelmişti ona biçilen yazgıya. Bu yazlık eve göndermişti hanımı Hasan’la evlendikten sonra. İri bal rengi gözlü, dalgalı saçlı mitini saklamış, ışıkları söndürüp bırakıvermişti genç heyecanlarının bir kenarında.

Köşke sık gelip gitmelerinde görüp salmıştı yüreğini onun avuçlarına. Ayşegül Hanım’ın annesini tedavi ediyordu Doktor Demir. Büyük Hanım öldükten kısa bir süre sonra da Ayşegül Hanım’la evlenmişlerdi. Düğünlerinde hüzün döke saça hizmet etmişti şen kahkahalar atan kalabalığa. Sonrası hayat harala gürelesi; sonrası ilk aşk sancısının üzerini yeni hikâyelerle ört bas etme çabası… En sonrası unutuş ilacının bütün yaraları sarıp sarmalaması…

Kafası karma karışıktı uzunca zamandır. Şimdi tek derdi kızıydı Fatoş’un. Günlerdir düşünüp duruyordu. Belki yılların endişesinin taşma zamanlarıydı; belki uyuyan bir şeylerin uyanma telaşı. Yaşamını satır satır okuyor, tek bir güzel cümle bulmaya çalışıyordu. Yitip gidenlere yanmıyordu da aslında; en fazla kızının da kendi yazgısını paylaşmasından korkuluydu. Gül yüzlüsü aynı hayatı yaşamamalıydı. O farklı olmalıydı. Kaybedenlerden değil, kaybettirenlerden… O Fatoş değil Ayşegül olmalıydı.

Oysa gücü yetmiyordu onu kendinden uzağa taşımaya. Onun öyküsü de yazılmıştı şimdiden, ayandı bu. “Babası yaşasaydı…” dedi kendine. “Ne değişecekti ki? Neresinden baksan; hizmetçiyle bahçıvanın kızı…” dedi kendi, kendine.

Geçen yazdan kalma, gizli bir misafirliğin artıklarını yine, yeniden önüne döküyordu kulakları. “Annesi olmasaydı…” diyordu Ayşegül Hanım. Demir Bey de ona hak veriyordu. Baştan razı gelse bile, sonradan sorun çıkarabilirdi ona göre de. Ne de olsa ana yüreğiydi. “Çok güzel ve akıllı bir kız…” diyordu. “Ne çok isterdim onu büyütebilmeyi aslında. Onun biricik annesi olabilmeyi ne çok isterdim. ”

“Yarınki tekne gezisinde söylesem…” diye düşündü. “Sizin çocuğunuz olsun. Zengin ve mutlu bir hayat yaşasın. Ölünceye dek susarım ben. Hep susmadım mı? Bu kez onun için, kızım için sustururum yüreğimi.” desem.

Sahi vazgeçebilir miydi hayatının en güzel unvanından? Dayanabilir miydi “Anneciğim…” seslenişlerini bir başka kadına emanet etmeye. İlk sevdadan; hatta hayatından caymak kadar kolay mıydı, evlat kokusundan caymak? Kalbini çıkarıp atmayı başarabilir miydi sahi? “Yapabilirsin…” dedi kendine. “Onun mutluluğu için yapmalısın da.” Pekiyi kaç paraya satın alınabilirdi çocuk sevinçleri.

Türkuaz bir yol uzanıyordu önlerinde boylu boyunca. Bir tutam tuz yakıyordu gözlerini. Dalgalar ayaklarına dolanıyor, ilerlemesini engelliyordu. “Söylemelisin…” diyordu kendine. Kendi, kendini dinlemiyordu. Uzaklaşıyordu tüm gemiler bir bir. Sessiz bir hüzün yağdırıyordu gök üzerlerine. Martıların çığlıklarında bile bir başkalık vardı. Dünya omuzlarının üzerine çökmüş, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu.

“Neyin var kuzum?” dedi Ayşegül Hanım, kucağındaki minik kızın saçlarını okşarken. “Hadi bize limonata getiriver. Sonra da bu güzel gezintinin tadını çıkar.”

Nasıl da sevgiyle sarmalamışlardı onu. “Benim kızım.” dedi kendine. “Canımdan vazgeçmeden, canımdan vazgeçebilir miyim?” Kendi, kendini dinliyordu bu kez. “Cay kendinden o halde!..” diyordu. “Bırak yavrucağın gözlerindeki ışık hiç sönmesin. O bunu hak ediyor. Bırak hadi! Can dediğin nedir ki? İzin ver ona. Bırak o Fatoş değil Ayşegül olsun.”

Usulca ilerledi teknenin ucuna doğru. Türkuaz bir yol uzanıyordu önünde boylu boyunca. Adım adım yaklaşıyordu her yanı fesleğen kokan o yola. Kararlıydı. Sadece bir adım kalmıştı. Sadece küçük, son bir adım… Ve o, ömründe ilk kez cesaretle attı adımını.

“Nerede kaldı bu limonatalar?” diye söyleniyordu Ayşegül Hanım. “Fatoş nerede?”

Belki başını yukarı kaldırsa görecekti onu kim bilir?