1 Haziran 2009 Pazartesi

GİDERKEN

Ellerindeki koku ne kadar uzaklardan geliyordu. Gelin beyazı korkulukların arasındaki fesleğenleri sularken kurduğu düşlerin artığı, çeyrek asırlık bir koku… Bir yandan aşağıdaki telaşı anlamlandırmaya çalışıyordu, diğer yandan yaşamını...

Son model arabasından inene değdirdi gözlerini belli belirsiz. Sonra yanındakine baktı uzun uzun. Ne kadar da hoş görünüyordu. Bir de kendisinin camdaki yansımasına ilişti bakışları. Ondan en az on beş yaş gençti oysa. “ E bakımlı kadın!” diye geçirdi içinden. “Bizim gibi değil ki!” Kapılar açıldı, kapandı. Topuk sesleri bahçenin huzurlu sesine karıştı.

Her yıl tam da bu vakitler, hınzır Mayıs’ın yeşil elbisesi serseri rüzgârlarda savrulurken, deniz nazlanmayı bırakıp kendini güneşe teslim etmek üzereyken gelir, yaz sonuna kadar kalırlardı bu evde. O da Ayşegül Hanım’ın bütün özel işleriyle ilgilenir, rahat etmesi için elinden geleni yapardı. Kendini bu kadına katmıştı, yirmi beş yıldır. Bütün anılar onun adına mühürlüydü hafızasında. Ben sözcüğünü kullanmayalı da olmuştu bir o kadar…

Severdi aslında hanımını. Elinde büyümüştü neredeyse. On beşinde yoktu annesi elinden tutup “Artık burası senin evin.” dediğinde. Çocuk sayılırdı henüz bahçenin salkım söğütleri kınalı saçlarına ilk değdiğinde. Ne yapsındı onun da huyu böyleydi. Hem zengin kısmının azıcık şımarık olması yadırganacak bir şey değildi ki!..

Havuz başına kadar gelmişlerdi. “Fatoş nerede?” diyordu. Oysa başını yukarı kaldırsa görecekti onu. Ama burnunun ucundan başka yere bakmazdı ki. Çekti kendini pencereden içeriye. Buradaydı işte. “Hem nerede olacaktım ki?” diye söylendi. Elleriyle yatağın ipek örtüsünü okşarcasına düzeltip koridora inen merdivenlerden usulca aşağıya süzüldü. Hayatın saçlarından koparıp basamaklara bırakıverdiği tellere aldırmadı bile.

Geçmişin uğultusu karışıyordu kuşların şarkısına. Bahar çiçekleri kadar körpe bir ilk sevişin kokusu yayıldı ortalığa. Gözler ansızın değdi ve bir kaçamak bakış buluştu gizli bahçenin en kuytusunda. Saklı gülüşler sarkıyordu Mayıs dallarından rengârenk. Şiirler yazılıyordu toprağa. Bir andı. Ama koca bir yaşamaktı o tek an. Ve sonra sustu tüm bakışkan sevdalar kaderin cilveli kalem ucunda. Uzandı, kavuşamadı hasret; yaban bir eli tutarcasına.

“Hoş geldiniz.” dedi, eski zamanlardan kalma çekingen bir hüznü saklamaya çalışarak.
“Fatoş, nerdesin kuzum?” dedi Ayşegül Hanım. “Seni göremeyince kaçıp gittin sandım.” Keyfi yerinde olduğunda hep böyle takılırdı ona. “Eee, kız yok mu?”
“Biraz uzandıydı hanımım. Kırgınlığı var üzerinize afiyet. Hemen kaldırırım şimdi.” “Havalardandır.” dedi öteki, yaşanmışlığın verdiği bilge bir tavırla. “Bahar güneşi böyle çarpar adamı. Dokunma şimdi yavrucağa. Uyanınca getirirsin yanıma.”

Çocukları yoktu. Belki de bu yüzden böylesi seviyordu, bunca düşkündü Fatoş’un kızına. Babası öldüğünde alıp yurt dışına bile götürmüşlerdi. “Allah razı olsun, haklarını ödeyemem de…” derdi hep. “Ayşegül Hanım’ın yersiz kaprisleri, huysuzlukları da olmasa…”

Hiç gerçek olmayacak bir şeye düşeyazacakken bir şamar gibi inmişti evlilik sözcüğü suratına. Hanımının onu layık bulduğu yolun bir başka adımıydı bu da. Hiç âşık olamamışsa da huzur bulmuştu kocasıyla. Hem aşk meşk neyineydi hizmetçi kısmının. O da razı gelmişti ona biçilen yazgıya. Bu yazlık eve göndermişti hanımı Hasan’la evlendikten sonra. İri bal rengi gözlü, dalgalı saçlı mitini saklamış, ışıkları söndürüp bırakıvermişti genç heyecanlarının bir kenarında.

Köşke sık gelip gitmelerinde görüp salmıştı yüreğini onun avuçlarına. Ayşegül Hanım’ın annesini tedavi ediyordu Doktor Demir. Büyük Hanım öldükten kısa bir süre sonra da Ayşegül Hanım’la evlenmişlerdi. Düğünlerinde hüzün döke saça hizmet etmişti şen kahkahalar atan kalabalığa. Sonrası hayat harala gürelesi; sonrası ilk aşk sancısının üzerini yeni hikâyelerle ört bas etme çabası… En sonrası unutuş ilacının bütün yaraları sarıp sarmalaması…

Kafası karma karışıktı uzunca zamandır. Şimdi tek derdi kızıydı Fatoş’un. Günlerdir düşünüp duruyordu. Belki yılların endişesinin taşma zamanlarıydı; belki uyuyan bir şeylerin uyanma telaşı. Yaşamını satır satır okuyor, tek bir güzel cümle bulmaya çalışıyordu. Yitip gidenlere yanmıyordu da aslında; en fazla kızının da kendi yazgısını paylaşmasından korkuluydu. Gül yüzlüsü aynı hayatı yaşamamalıydı. O farklı olmalıydı. Kaybedenlerden değil, kaybettirenlerden… O Fatoş değil Ayşegül olmalıydı.

Oysa gücü yetmiyordu onu kendinden uzağa taşımaya. Onun öyküsü de yazılmıştı şimdiden, ayandı bu. “Babası yaşasaydı…” dedi kendine. “Ne değişecekti ki? Neresinden baksan; hizmetçiyle bahçıvanın kızı…” dedi kendi, kendine.

Geçen yazdan kalma, gizli bir misafirliğin artıklarını yine, yeniden önüne döküyordu kulakları. “Annesi olmasaydı…” diyordu Ayşegül Hanım. Demir Bey de ona hak veriyordu. Baştan razı gelse bile, sonradan sorun çıkarabilirdi ona göre de. Ne de olsa ana yüreğiydi. “Çok güzel ve akıllı bir kız…” diyordu. “Ne çok isterdim onu büyütebilmeyi aslında. Onun biricik annesi olabilmeyi ne çok isterdim. ”

“Yarınki tekne gezisinde söylesem…” diye düşündü. “Sizin çocuğunuz olsun. Zengin ve mutlu bir hayat yaşasın. Ölünceye dek susarım ben. Hep susmadım mı? Bu kez onun için, kızım için sustururum yüreğimi.” desem.

Sahi vazgeçebilir miydi hayatının en güzel unvanından? Dayanabilir miydi “Anneciğim…” seslenişlerini bir başka kadına emanet etmeye. İlk sevdadan; hatta hayatından caymak kadar kolay mıydı, evlat kokusundan caymak? Kalbini çıkarıp atmayı başarabilir miydi sahi? “Yapabilirsin…” dedi kendine. “Onun mutluluğu için yapmalısın da.” Pekiyi kaç paraya satın alınabilirdi çocuk sevinçleri.

Türkuaz bir yol uzanıyordu önlerinde boylu boyunca. Bir tutam tuz yakıyordu gözlerini. Dalgalar ayaklarına dolanıyor, ilerlemesini engelliyordu. “Söylemelisin…” diyordu kendine. Kendi, kendini dinlemiyordu. Uzaklaşıyordu tüm gemiler bir bir. Sessiz bir hüzün yağdırıyordu gök üzerlerine. Martıların çığlıklarında bile bir başkalık vardı. Dünya omuzlarının üzerine çökmüş, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu.

“Neyin var kuzum?” dedi Ayşegül Hanım, kucağındaki minik kızın saçlarını okşarken. “Hadi bize limonata getiriver. Sonra da bu güzel gezintinin tadını çıkar.”

Nasıl da sevgiyle sarmalamışlardı onu. “Benim kızım.” dedi kendine. “Canımdan vazgeçmeden, canımdan vazgeçebilir miyim?” Kendi, kendini dinliyordu bu kez. “Cay kendinden o halde!..” diyordu. “Bırak yavrucağın gözlerindeki ışık hiç sönmesin. O bunu hak ediyor. Bırak hadi! Can dediğin nedir ki? İzin ver ona. Bırak o Fatoş değil Ayşegül olsun.”

Usulca ilerledi teknenin ucuna doğru. Türkuaz bir yol uzanıyordu önünde boylu boyunca. Adım adım yaklaşıyordu her yanı fesleğen kokan o yola. Kararlıydı. Sadece bir adım kalmıştı. Sadece küçük, son bir adım… Ve o, ömründe ilk kez cesaretle attı adımını.

“Nerede kaldı bu limonatalar?” diye söyleniyordu Ayşegül Hanım. “Fatoş nerede?”

Belki başını yukarı kaldırsa görecekti onu kim bilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder