29 Eylül 2008 Pazartesi

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN


Hepinize mutlu, huzurlu, sağlıklı bir bayram dilerim. Ailemizle, yavrularımızla, tüm sevenlerimiz ve sevdiklerimizle birlikte Nicelerine ermek umuduyla...

Sevgiler en kocamanından...

Not: Bayram şekeriniz de benden olsun.

25 Eylül 2008 Perşembe

HAYDİN TEY TEY


Anneee Lori bu gün bana çok güzel şeyler öğretti he.

Anam Lori’de kim be? Yavruma Dingiliz dadı tuttum da haberim mi yok? Ulen bu ihtiyarlık ne zor şey he. Unutkanlığın sınırlarında yaşıyorum resmen. Biz zengindik de ben mi unuttum yoksa? O zaman niye bütün işlere ben koşturuyorum. Bir de Urus hizmetçi tutalım hemen.

Lori kim yavrucağım?

Anneee.. şimdi Lori televizyonda çıkıyo, resim çizmeyi öğretiyo. Bak dur sana gösteriyim çizdiklerimi.

Annem dur yemeğin soğuyacak. Sonra gös…. Gitti hipermanyak.
----------------------------

Baaak bunu bu gün çizdim.

Pek güzel olmuş oğlum. Ne kadar güzel bir cami.

Pıhhhhh… anne sen çok komiksin he.

Niyekine? Güzel değil mi yani? Ben beğendim. Şimdi ben ne söyledim de komik oldum canım oğlum? Niye dalga geçiyon ihtiyar ve de gariban ve de muhtemelen alzaymır ananla?

O cami diil ki. Şato şato.

Uyansana hatun. Lori diyo adam. Elin Lori’si ne bilsin cami falan. Hidayete mi ermiş?

Heee… doğru ya. Prenses neyin göremeyince anlayamadım kusura kalma. Çok güzel olmuş aferin oğluma.
---------------------------

Oğluuuum.. ama niye yemiyorsun etini? Bak sen sporcu (!) bir kişiliksin. Yeterince et yemezsen protein alamazsın. Kemiklerin gelişmez. Hem ileride Petek gibi olursun maazallah. Ne dediğinden bihaber, kendini çok akıllı sanan aptal bir adam olmak mı istiyorsun?

Gelişir annee. Üstelik protein almak için illa da et yemek gerekmez. Yersin iki küp Danone proteinini de vitaminini de alırsın.

(Zamane çocukları, reklam kuşağı mağdurları, manyak nesil.) Oğlum ne alaka. Hiç etle Danone aynı şey olur mu?

Oluuuur…

Olmaaaaazzzz…

Oluuuur….

Höyyyttt… olmaz dedim mi olmaz. Velete bak yaa…

Olur diyorum anne. Sen Füsun Ata.yata’dan daha mı iyi bilicen hem?

Hönnkkk! Füsun Ata Yata da kim ola ki len sıpa?

Beslenme uzmanııı.

Beslenme uzmanıııı… Sanırsın bizim hayatımız, beslenme uzmanlarımız, giyim kuşam danışmanlarımız, dekorasyon ve tasarım konusunda mastır yapmış iç mimarlarımız, güzellik ekisperlemiz arasında geçmekte. Ulen bu yaşa geldim bir imaj meykırım bile olmadı bee. Bu yavruya fazla mı harçlık veriyoz nedir? Gitmiş kendine diyetisyen tutmuş.

İyi de oğlum, sen nerden tanıyon bu Füsun Ata Yata’yı?

Anne var ya.. ne kadar da cahilsin he. Çıkıyo ya Danone reklamlarında. O işte.

Heee öyle yani. Peki bu hatun başka neler yiyin diyor? Süt, yoğurt, peynir falan?

Yok anne ya. Sadece Danone yedik miydi yetiyo işte. Ben et met yemiycem ya. Hem sakız gibi, çiğne çiğne yutulmuyo. Bana Danone ver ya.

Bu Füsun Ata.yata’yı görenlerin, tanıyanların ya da yerini yurdunu bilenlerin, insaniyet namına haber vermeleri rica olunur.

Korkmayın beee.. bişey yapmıycam. Sadece kendisine aşırı dozda Danone yedirmek suretiyle protein komasına sokacam. Zaten sabah sabah horoz gagaladı, sinirler tepemde.

19 Eylül 2008 Cuma

ATEŞ

Bin yıllık kavgasıydı dalgaların kayalıklarla. Gün be gün eriterek her bir parçasını, usul usul sulara katıyordu. Martılar sesi oluyordu kayaların; ağlıyordu. Belki kuşların kanatlarına asılı kalmıştı gülüşü adamın, bu hengâmede onu arıyordu. Bir yandan da gözyaşlarını denize katıyordu. Kurgusu baştan yapılmış bir öykü müydü yaşadıkları? Okunup bitmişti öyle mi? Gözlerinin önünden geçiyordu hayatının özeti. Yıllarca gerçek sandıklarının bir bir yalana dönüşmesini seyrediyordu şimdi. Sigarasından kahırlı bir nefes daha çekip duman olan geçmişine son bir bakış attı.

Usulca kalktı oturduğu ıslak, soğuk banktan. Paltosunun yakasını yukarıya kaldırdı. Üşümüştü. Her adımda biraz daha arındığını hissederek, kirpiğinde günlerdir sakladığı çiğleri toprağa dökerek yürüyordu. Oysa ne çok mutluluk paylaşmışlardı. Ya da o öyle sanmıştı. Kara bir sevdayı beyaza çevirmişlerdi birlikte. Yine beyaza çevirebilecekleri bir kış daha gelmişti işte. “İki çocuktuk biz” diye fısıldadı. “Birlikte büyüyorduk.” Ayakları geri gitmek istese de, ileriye doğru, dimdik yürüyordu adam. İnceden bir kar yağıyordu. Ne bitmez, tükenmez gelmişti bu yollar… Kim bilir kaç kez inip çıktığı bu basamaklar ne kadar yabancı ve ürkütücüydü. Dizlerindeki son dermanla kapıya vardı. Eli bir türlü anahtarlara gitmiyordu. “Açmalıyım…” diye düşündü. “Yüzleşmeliyim…”

Yaşamı dışarıda bırakarak içeriye daldı bir cesaret. Evin girişinde kızıl bir hüzün karşıladı onu. Ve kesif bir yabancılık duygusu. Bu mekandaki hiçbir şey ona ait değildi. Ve o da bu eve ait değildi artık. Duvarda gülümseyen neşeli fotoğraflar da olmasa; bir düş aleminde olduğunu düşünebilirdi. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş gibiydi. İnandığı her şey alt üst olmuş, içinde bir şeyler bir daha ‘tam’ olmamacasına eksilmişti sanki. Dededen yadigar pikaba ve sıra sıra plaklara takıldı gözü. Eskilerden bir plağı yerleştirip koltuğuna oturdu. Bir sigara eşliğinde kendini bu güzel şarkının namelerine teslim etti.
“Söyleyemem derdimi kimseye, derman olmasın diye…”

Antika büfenin üzerinde duran çerçeveye uzandı. Kısa bir kararsızlıktan sonra eline aldı fotoğrafı. Önce gece karası gözlerini uzun uzun seyretti; sonra sıkıca bağrına bastı. Plaktaki şarkı üçüncü kez çalarken, kısık bir sesle eşlik etmeye başladı.
“İnleyen şu kalbimin sesini, ağyâr duymasın diye.”

Anlayamıyordu. Ne kadar zorlarsa zorlasın bunu anlamaya yetmiyordu gücü. Fotoğrafı yüzüne yaklaştırıp haykırdı “Neden? Bunu neden yaptın? Neden yakıp yıktın bizi?” Sonra sakinleşti sesi, şefkat ve aşkla yumuşadı. “Niye gittin?” Durup dışarıdan seyretti kendini, sevdiğini, son beş yılı. Bir sebep arıyordu. Bulamadı. Sadece mutlu olduklarını, birbirlerini deli gibi sevdiklerini ve… Kalkıp pencereye yürüdü.

Kar hızlanmış, beyaz bir yorgan olup şehrin üzerini örtmeye hazırlanıyordu. O günü düşündü. Sevdasının bileklerinden sızan kızıllığı… Bir narin gelincik gibi kanayışını… Bu odayı da, içindeki tüm sevinçleri de kızıla boyayan o kapkara günü düşündü. Bir sigara daha yaktı. Elindeki kibritin ateşiyle perdeyi tutuşturdu. Sonra bir kibrit daha… Bir tane daha… “Neden Sevda’m? Üstelik içinde aşkımızın tomurcuğunu taşırken… Neden?” Bin yıllık kavgasıydı ateşin yürekle. O, gözünün önünde yavaş yavaş artan kızıllığa teslim olurken, şarkı çalmaya devam ediyordu.
“Sakladım gözyaşımı, vefâsız o yâr görmesin diye
İnleyen şu kalbimin sesini, ağyâr duymasın diye”

15 Eylül 2008 Pazartesi

ANADOL'UNU SATMAYAN ASABİ BİLGE

Bendenizim demiş ki: “Söyle bana a canım, nedir ev hali içinde nefret edilesi durumlar? Yanıtlayalım efenim; dilimiz döndüğünce, elimiz erdiğince!

Bir hatun kişisi düşünün şimdi! Düşünün ki, kargalar henüz kahvaltı için sıcak ekmek, poğaça, börek tedarik etme derdindeyken uyanır, yavrularını selametle okula uğurlar, koca kişisini işine postalar, evini derler toplar, sonra da kös kös yollara dökülür. Bu esnada karga ailesi çayı yeni demlemiş kahvaltı masasına bile oturmamıştır henüz. Belki baba karga daha eve bile varmamış, pastanededir kim bilir?

Mesaisi bitince ağzı kulaklarında, gidip şöööyle ayaklarını uzatmayı, çayını, kahvesini, soğuk bi’ drinkini, - artık Allah ne verdiyse- alıp eline, yorgunluk atmayı düşleyerek, yeniden, geldiği yoldan evine geri dönmeye başlar hatun. İşin tuhafı; bu anlamsız hayali, istisnasız her akşam, bıkmadan, usanmadan kurmasıdır. Salak mıdır; değildir. Hatta yaşına göre zeki bile sayılabilir. Lakin ‘umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye’dir.

Heyhat! Hayat acımasızdır. Daha kapıdan girerken acı gerçeklerle yüzleşir. Çarşambanın gelişi, daha Pazartesiden belli olmuştur. Hatunun yıllar evvel bir gaflet anında peydahladığı Liselisinin kokuşuk çorapları, portmantonun üzerindeki kramponların içinde pusuya yatmış, hain hain gülümsemektedir. Bu iki adet parça tesirli koku bombasının yaydığı kokudan etkilenmemek için gaz maskesini hemen takar ve onları kulaklarından tuttuğu gibi kirli sepetine kilitlemek suretiyle etkisiz hale getirir. Kirli sepetinin yanında, yöresinde konuşlanmış diğer iğrenç arkadaşlarını da aynı yöntemle içeriye tıkar.

Bu meşakkatli operasyon esnasında, sinirden bütün damarları dışarıya fırlamış, attığı çığlıklar, evin yeşil, huzur dolu duvarlarında yankılanmaktadır. Oysa bu daha başlangıçtır. İlerleyen dakikalarda kendisini sağa-sola, yatak altlarına, ranza tepelerine, salon ortalarına mevzilenmiş birçok düşman askeri beklemektedir.

Yatak odasında yatağın üzerinde zıplanmış, tül, perde ayrı telden çalmakta olduğundan, daha üzerini değiştirmeden burayı hale yola koymalıdır kadın. Bu sırada da bildiği en tumturaklı küfürleri sayıp dökmektedir içinden.

Salonun hali ise vahimdir. Koltukların yaslanma kısmında durması gereken minderler, yerlere ‘sıra sıra inciyiz, güzellikte birinciyiz’ şeklinde sıralanmış, siper vazifesi görmektedir. Masanın örtüsü bir yanda, kendisi bir yandadır. Masa üzerinin süsü olan vazo ise, muhtemelen rehin alınmış, ya da sizlere ömür olduğundan ortalarda görünmemektedir. Belli ki, salonun sonraki hayatını futbol sahası olarak geçirmesine karar verilmiştir. Buranın adam edilmesi sırasında, hatunun bütün cıvataları, somunları bir bir gevşemektedir.

Yavruların odası ise, tam bir harp alanıdır. Düşman askerleri en fazla tahribatı bu mevzide yapmışlardır. Odanın bütün ranzaları işgal edilmiş, kitaplıklarına girilmiş, çekmeceleri yerle bir edilmiştir. Bu görüntüden sonra iyice çıldırmış olan hatunu zapt-ı rap altına almanın mümkünatı kalmamıştır. Bunu anlayan evin veletleri, bulabildikleri kuytulara sinmiş, sessiz sedasız beklemektedirler. Çünkü onlar, olacakları gayet iyi bilmektedirler. Her akşam, rutin tekrarlanan bu sinir krizinin nasıl sonuçlanacağını artık iyice bellemişlerdir. Pencereden fırlatılan, birkaç çamaşır, duruma göre kitap, kağıt veya CD den sonra bu bölge de düşman işgalinden kurtarılmıştır artık.

Evi adam edeyim derken, kendisi zıvanadan çıkmış olan hatun, mutfağı gördüğünde ise, artık tamamen dünyayla ilişiğini kesmiş, doruklarda dolaşmaktadır. Soprano sesiyle, tiz çığlıklar atarak, en güzel aryalarını söyler ve mutfak işini halleder.
Son kalesini de düşmanlardan temizleyen muzaffer kumandan, yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştır artık. Nirvana’ya ulaşmasına ramak kalmıştır. Hatta bir Ferrarisi olsa satacak ve kendini Tibet’in sarp kayalıklı dağlarına vuracaktır. O kadar yani…

Sonrasında neşe içinde, mutlu-mesut sofraya oturulur. Pamuk Prensesle-Yedi Cüceler kadar pıtırcıktır aile bireyleri. Yamuk Prenses önde, iki sıpa arkada şarkılar söylenir hatta. Masaya oturulurken, ilk yapılan eylem, yer kavgasıdır. Evet, evet… Topu topu bir avuç çocuk, koca masayı paylaşamamaktadır. “Çocuuum, oraya oturunca ne oluyo ki? Kuş mu konduruyo?” “Annem, otur işte sen şu tarafa niye böyle yapıyonuz yahu?” Şeklindeki kibar ve de sabırlı yaklaşımların işe yaramadığı durumlarda “Höööyyyyttt” diye celallenen anne, psikopata bağlamak üzere olduğunun sinyallerini, karşı tarafın her daim açık antenlerine gönderince, bu sorun çözülür. Ta ki, bir sonraki akşama kadar...

Hatun sonunda her işini bitirmiş, bilgisıyırın başına geçmeye hazırlanmaktadır. Üzerinde çalışması gereken şeyler vardır. Ama heyhat! O ana kadar, hiç alakaları olmamasına rağmen, annelerinin işi olduğundan mıdır nedir(!) çocukların bilgisıyır aşkı depreşir. “Anneee, ne zaman kalkıyon?” “Ya anne, benim işim var, biraz çabuk olur musun?” şeklindeki baskılara dayanamayan hatun, en kısa zamanda kendisine bir laptap almalıdır. Yoksa bu sinir harbi onu yiyecek ve bitirecektir. Sevgi pıtırcığı çizgisinden kayabilirdir de kaymayabilirdir de…

Efenim, bizim evin halleri böyle işte. Bütün bu badireler atlatılıp yavrular birer yana dağılıp uyku mahmurluğuna bulanınca, bu hatun kişisi, uyurken onları ne kadar çok özlediğini hatırlayıp öper, koklar. Yavrularını mıncırır “anne yapma şunu ya” diyen koca danasının “anne biraz da şurdan mıncıklasana” diyen küçük sıpasının gözlerine bakar ve bir sonraki akşam kendisine yine muhteşem(!) sürprizler hazırlayacaklarını bilerek onları yüreğine sokmak ister. Hatun bu sürprizleri de sevdiğini fark eder ve bir sonraki savaşa kadar mutlu bir şekilde yaşaaar, gideeer…
  • Ben de pası gecenin bu saatinde mışıl mışıl uyumakta olan meleklerin annesine, gülücüklerim benime ve mehtapa atıyorum.

10 Eylül 2008 Çarşamba

KİM KAÇ YETAAALE İSTİYOR


Buzda kaydırıp kafa göz yardırdılar, şarkılar söyletip düetler yaptırdılar, askerlik adı altında türlü işkenceler yaptılar, hatta hayatında gördüğü en doğa yer Türkbükü olanlarını kuş uçmaz kervan geçmez bir çiftliğe kapatıp inek bile sağdırdılar!

Zavallı ünlümsülerimize her b.ktan yüz gram yedirme çabasındaki medya dünyası, bir ara da “it terbiyecisi” olarak çıkardı karşımıza kendilerini. Eski yarışmacıları kırpıp sunucu etmişler, müzmin jüriyi metamorfoza uğratıp yarışmacı yapmışlardı hatırlarsınız. Yalnız hatunun değişimi sadece titrinde değil. Suratı da korku filmi kıvamında, bir çeşit alyen olacak şekilde evrim geçirmiş idi. Botoks sen nelere kadirsin!

Üzerlerinde şıkırtılı, ışıltılı kostümleri ile zavallı köpeciklere bir takım hareketler yaptırmak suretiyle performanslarını! sergiledikleri bu yarışmanın ulvi amaçlar güttüğü iddia edildiği için, üzerine fazlaca yorum yapmak istemiyorum. Varsın bir de hayvan bakıcılığını denesinlerdi. Bir o eksik kalmıştı çünkü. Yalnız N.uri Al.ço ve Gazoz’u anmadan geçemeyeceğim!

Sınırlarımızı ve de sinirlerimizi fazlasıyla zorlayan bu yarışmalardan sonra şimdilerde herkesin dilinde “Kimin kutusu en büyük” şeklindeki yarışmamız var ki, evlere şenlik. İşin sosyo-ekonomik boyutları bizi aşar tabi. Biz eğlence tarafıyla ilgiliyiz konunun.

Elli binlik ödülü beğenmeyip beş yüzü bulamadım diye hayıflananları mı istersin, aylarca orada dinelip sümüünü çeke çeke gidenleri mi beğenirsin, yoksa Hamdi Amca’nın yaptığı binlerce yetalelik teklife burun kıvırıp, sonrasında beş kuruş alamadan k.çına baka baka olay mahallini terk edenlere mi gülersin bilmem. Lakin gerçekten de ilgi çekici olduğu kesin. Başladı yeniden... Vatana millete hayırlı olsun!

Hele o kutularla ilgili cümleler yok mu; güzel Türkçemiz de buna müsait olduğundan mıdır nedir, pek güzel geliyor kulağa. İşte birkaç seçmece inci yarışmacılardan:

“Benim kutumu siz açar mısınız Acun Beyyy”

“Kutumda bu sefer büyük bir şey hissediyorum Nilgün Aplaa, benimkini bir dahaki turda açtır istersen.”

“Bence senin kutun kırmızı Goncagülcüğüm, aç aç kutunu aç!”

“Sen kutunu nasıl hissediyorsun Özlemciğim.?”

“Kutum hakkındaki hislerin benim için çok önemli Evren Abiiii.”

“Senin kutundan büyük bir şey çıkacak hissediyorum bunu.”

Bu yarışma pek bir tutup prayım tayımlarda yayınlanmaya başlayınca, diğer güzide kanallarımız da boş durmadı elbette. Hele bir tanesi var ki, akıllara zarar. Hala devam ediyor mu, ya da edecek mi bilemiyorum, ama dumurumu bile şaşırttıydı bana. Lakin bu yarışma programının insanı dumur eden tarafı, formatından ziyade sunucusu olan eski hakem ve cabbar spor yorumcusu aabiimizdi elbette.

Kendisi soyadına da yakışır bir şekilde yarışmacıları bir güzel haşlayıp, pişiriyor, insancıklarda zaten yıllarca ezilip büzülmekten bir lokmacık kalmış olan özgüvenin tamamını yok edip iyice sindirdikten sonra yarıştırıyordu. Sadece yarışmacılarla sınırlı kaldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz a dostlar... Adam herkese hakkını veriyordu yani en helalinden!

Hele Kevin Kostnır’a laf attığı bölüm varmış da ben kaçırmışım. “Adam değilsin Kevııın” diye hönkürmüş ya bu asabi şahsiyet. Hayır adamceyizden ne istiyon? Elin Kevın'ı sana ne etmiş olabilir ki? Zaten müstesna yarışmalarımızdan birine konuk olmak suretiyle bulmuş belasını zavallıcık. Sen yarışmacılarına çakmaya devam et değil mi ama! Ya da giy bikinini, git uzan şezlonga misssler gibi.. ohhh!

Daha da anlatmak isterdim, ama gerçekten benim gibi sabırlı bir insanın bile bir tahammül sınırı var imiş demek. Seyretme güçlüğü çekiyorum artık televizyon denen illeti.

Hele ki, Seda Aplamızın, o şişik ağzını büzdüre büzdüre tebaasına “tepişmeyin” şeklindeki nazik yaklaşımını gördükten ve de duyduktan sonra…

Gerçi ne demiş ünlü düşünür, bilge insan, yüce şahsiyet, Buket Bakakalın.. “Herkes hak ettiği gibi yaşıyor..”!

5 Eylül 2008 Cuma

HAYAL KURANI DA KURMAYANI DA SEVERİM


Sabahın erken saatleri, güneş henüz yeni yeni ısıtıp aydınlatıyor yerküreyi. Pencereden sızan ışıkla gözleri kamaşıyor kadının. Efil efil esen sabah rüzgarının ritmine kaptırmış raks eden dallara ilişiyor ilkin gözleri.

Bir çırpıda fırlıyor yataktan. Mis gibi kaynak suyuyla yüzünü yıkayıp bahçeye çıkıyor usuldan. Yeni yeni kızarmış domatesleri, mis kokulu salatalıkları koparıp dalından, ahşap bahçe masasına güzel bir kahvaltı hazırlıyor.

Ortancalar, nergisler, sardunyalar rengarenk... İçi açılıyor kadının. Toprağın ve denizin kokusunu ciğerlerine çekiyor derin derin.

Alabildiğine yeşil, alabildiğine mavi ve alabildiğine huzur...

Bir yol lokantası işletir kadın hayat arkadaşıyla birlikte. Yolcular... Gelirler... Giderler... Kalıcı değildir hiç biri. Her gün yeni yüzler, başka seslerle, yeni bir maceradır onun için. Her gün başka başka hayatlar tanır ve bunu sever kadın.

Sahilde uzun yürüyüşler yaparlar kendilerine kalan vakitlerde. Geçmişi konuşurlar. Çocuklarını anlatırlar birbirlerine. Gururla... Onlar da gelir yanlarına yazdan yaza. Kendi çocuklarını anlatır, yaşatır... Ve dünyanın en büyük mutluluğunu tattırır bu yaşlı çifte.

Akşam oldu muydu, birer bardak çay eşliğinde tatlı tatlı didişirler. Kadın kitaplarını okurken, adam "hatun bırak onu da, benimle ilgilen" diye sitemlenir inceden. Tıpkı gençliklerinde olduğu gibi.

İşte bir budur, bir de budur İncegül kişisinin hayali.

Meleğim, geciktim affet beni.