29 Ekim 2008 Çarşamba

YAPAMAZSAN YOOOK...


Bu ara bütün evrakların fotokopisini alıp, asıllarının üzerine benzin döküp yakasım var.

Kendimi köpük köpük dalgalara bırakıp tüm sıkıntılarımı denizde boğasım var.

Yıllar evvel beni 7 eleven’da beklettiği için kendini affettirmek isteyen koca kişisine gülüp konsantrasyonunu bozan kendime küfredesim var.

Kimine duyarlılık, kimine hıyarlık veriyor Allah diye insanları kategorize edesim var.

Ağzımdaki sakızı şişirip şişirip arsız arsız patlatasım var.

Çitledikleri çekirdeklerin kabuklarını yerlere atanlara, ayçiçeğini sapıyla birlikte yediresim var.

Saçma salak insanlara gözlerimi belertip avazım çıktığı kadar hönküresim var.

Halı, kilim ve bilumum ıvır zıvırı sokaklara döküp yıkayan, sonra da “ay bu yıl da su sıkıntısı olacakmış” diye sosyal konulara parmak basanların o parmaklarını müsait bi şekilde değerlendiresim var.

Yapıp yakıştırasım, takıp takıştırasım var.

Ulu Capon bilgesi Serdariki Ortaçsan gibi şeytana uyasım var.

Kendimi sokaklara salıp, bayırlardan aşağıya yuvarlanasım var.

Ruhumu özgür bırakasım, tek tek basasım, bade süzesim var.

Yasaklarla bir yerlere varabileceklerini zanneden zihniyete, ellerimi belime koyup çemkiresim var.

Yüce Türk düşünürü Gülşen’in de dediği gibi yapamazsan yooook… yapamazsan yooook…

18 Ekim 2008 Cumartesi

YOLCU


Kalabalık şehrin günlük keşmekeşi, yerini yavaş yavaş karanlığın gizemli kollarına terk ediyor, sonbahar güneşi başka yerleri ısıtmak için iyiden iyiye uzaklaşırken, geride çözülmemiş sırlarla dolu, serin bir gece bırakıyordu. Şehrin izbe arka sokaklarından birinde yapayalnız bir kadın, elinde küçük bavulu, ağır aksak ama telaşlı adımlarla ilerliyordu. Gamzeli yanağına bulaşmış rimelini siliyor, belli ki az evvel döktüğü yaşların izini yok etmeye çalışıyordu.

Gidiyorum sonunda ömrümün sekiz yılını geçirdiğim bu yerden. Bu son günbatımıydı seninle ey benden de yosma şehir! Bir daha güneşin doğmayacak rutubet kokan odamın küçük penceresine. Üç kuruşluk pespaye sevişmelerin tütün kokulu sabahlarına açılmayacak bir daha bu gözler. Bütün yıkık duvarlarımı sana bırakıp gidiyorum. Kırık kalbimi, hırpalanmış gençliğimi, gerçekleşmemiş düşlerimi de al senin olsun. Bir tek göz yaşlarımın kanıyla yıkadığım bedenimi alıp gidiyorum.

Yola çıkıp bir taksi çevirdi. Zoraki bir gülümsemeyle “Otogar’a lütfen” dedi. Yağmurun da başlamasıyla iyice yoğunlaşan akşam trafiğinde ağır ağır yol alıyorlardı. Neyse ki aracın kalkmasına daha bir saatten fazla vardı. Zaten oraya vardığında da henüz erken olduğundan bir süre oyalanmak zorunda kaldı. Heyecanlıydı. İşte sonunda, bir otobüsün cam kenarındaydı ve uzun zamandır yapmayı düşlediği yolculuk başlıyordu.

Ey ardımda bıraktığım koca deniz! Zehir mavisi mutlulukların yatağında, saçlarımdan savrulan yıldızları sakın kaybetme! Bir gün bir yağmur tarlasında bir bir dök önüme! Umutlarım, bekleyin beni yıllar evvel kaybettiğim aynı yerde; çocukluğumun bitiş çizgisinde. Şimdi ardımda bıraktığım her taş, her ağaç, her çiçek özlenene varmak için geçilmiş bir engel. Ne kadar toz yutmuşsam bu yolda o kadar yaklaşmışım demektir sana. Kalabalık yalnızlıklarımın son demi olsun bu geliş. Ciğerlerine kadar nefes alabilmenin doğum günü olsun bu geliş. Bekle beni ey şefkatli kucak! Bekle beni ey bereketli toprak! Geliyorum.

Otobüs ilk molasını verdiğinde gece yarısını çoktan geçmişti. Ortadaki ışıkların yanmasıyla birlikte içerisi hareketlenmiş, sessizlik yerini derinlerden gelen bir uğultuya bırakmıştı. Uyku mahmuru gözleriyle bir bir görünür olmuştu yoldaşlar. Kimi hâlâ yanındakini uyandırmaya uğraşırken, anneler çocuklarına hırka giydirme telaşındaydı. Bir süre onlara bakakaldı. Yolun yorgunluğundan ziyade, yolculuğunun içsel huzurunu duyumsuyordu. Bir de ellerinde tuttukları hırkalarla, annelerin sarmalayan sevgisini…

Memlekete vardıklarında güneş henüz doğmuştu. Şimdi endişeliydi adımları kadının. Yol bitmişti ve yolculuk daha yeni başlıyordu. Kızıl-sarı yaprakların kapladığı köy yolunda bundan sonrasını yürümeliydi. Hafif ve aynı zamanda çok ağır bavulu elinde, adım adım geçmişine sığınmalıydı. Zamanın değmediği bu topraklarda, gölgesinde saatler geçirdiği ağaç bile yerli yerinde ve her şey bıraktığı gibiydi. Yıllar sadece onun hayatından mı geçip gitmişti? İşte çocuk sevinçlerinin beşiği olan baba ocağı da aynı beyazlıkta tam karşısındaydı.

Nazlanmak istiyorum artık. Çocuk muzırlığıyla şakalar yapmak, sonra kahkahalarla gülmek... Yargılanmadan, sorgulanmadan anlatabilmek… Biraz da şımartılmak istiyorum. Yaslanacak bir omuz, saçlarımı okşayacak bir el arıyor yüreğim. Hiç hesapsız, çıkarsız, sualsiz, olduğum gibi sevilmek istiyorum. Hırkamı giydirir misin annem? Üşüyorum.

Bütün cesaretini sağ elinin yumruğunda toplayıp kapıyı çaldı. Sadece affedilmeyi diliyordu. Sonra yine yollar, yine karanlık… Kapı açıldı. Bir çift buz mavisi gözde donmuş bir bakış karşıladı onu. Yaşlı kadın şaşkındı. Yıllar sonra, hiç beklemediği bir anda, “öldü artık” dediği kızını karşısında görmek, örselemişti ihtiyar yüreğini. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemedi önce. Kaskatıydı. Sonra ılıdı yüzündeki ifade. Gözlerinden istemsiz süzülen yaşı tülbendinin ucuyla sildikten sonra, “Neden?” dedi. “Neden geldin bunca zaman sonra? Baban… Hiç bağışlamadı, ne seni, ne beni, ne de kendini. Şimdi seni yeniden görürse...” Bir süre öylece karşılıklı kala kaldı sarmalanmayı bekleyen ve kucaklamayı isteyen. Beyaz evin kapısının önünde üşüten bir yabancılık hüküm sürmekteydi.

Bu ev, bu bekleyiş, gözlerinin kıyısında, geçmişten bir perde aralamıştı şimdi. Unutmak istediklerini, birden önüne serivermişti. Köylerine misafir gelmişti adam. Daha on dokuzundaydı o zaman. Güzel bakışlarına, tatlı sözlerine kanmış, bilinmezliğin peşine takılıvermişti. Oysa insanın alacası içindeydi. Bilememiş, cahillik etmişti. Baba dayağından, köy yerinin kız kısmını boğan ağır baskısından kurtulmak için tek yol görmüştü bu kaçışı. Hiç tanımadığı, belki de ömrünce hiç sevemeyeceği bir adamın karısı olmaktansa, aşk sandığının peşine takılmıştı genç kız kalbi. Hesapsızca. Annesini, babasını ve tüm hayatını yerle bir eden büyük bir hata olduğunu ise, kısa bir süre sonra ilk fark eden yine kendisi olmuştu.

Yol boyunca her şeyin telafi edilebileceğini düşünmüştü. Hatta bazılarını ettiğini... Oysa yapılan yanlışlar, başkalarını doğurmaz mıydı bazen? Ödediği ve ödettiği bedel de yetmemişti zamanı geri getirmeye, yaşananları yaşanmamış farz etmeye. Bavulun fermuarını usulca açtı. Yüzleşmekten korktuğu besbelliydi. Bir iki parça giysinin arasına gizlediği soğuk, delikli demiri çıkarıp şaşkınlıkla kendisine bakan annesine uzattı. Şimdi ikisinin de gözlerindeki acı, bembeyaz duvarlarda is ve kan lekesi olarak görünür olmuştu.

Hiç yaklaşamadığım bir hayalin yamacında çoktan bitirdim ben yaşamımı. Geleceği olmayanın geçmişe sığınışıydı bu geliş. Lakin olmadı, olama(z)dı. Şimdi senin ellerine bıraktım geriye kalanımı. Ya sar sarmala beni, göndermeden önce bilinmez karanlıklara; ya da kana kessin bedenim senin ellerinden. Yüreğimin orta yerinden tek bir kurşunla…

Ben ürkek serçe kuşuydum bu pencerenin kenarında. Ve o bir düş satıcısıydı düşlerin batağında. Bilemedim, gidip kondum dallarına. O düşler alır, düşleri satardı. Bir bayramlık ayakkabı gibi sevinç verir, sonra gülüşleri çamura bulardı. Göremedim saplandım karasına. O bir düş satıcısıydı düşsüzler sokağında. Bedenlerle birlikte umutları da satışa çıkaran, geceleri kan ve gözyaşıyla yoğuran…

O ödedi hesabını tüm yok ettiklerinin. Bedelini ödedi yeşeremeden ölen düşlerimin. Şimdi küçük, rutubet kokulu bir odada boylu boyunca, tıpkı yüreğimin mezarındakiler gibi, avuçlarına bırakıverdiğim çaresiz serçecik gibi cansız yatmakta. Ve şimdi ellerimde kan karası, sırtımda kıyılmış bir canın darası… Yine savruluyorum umutlarımdan çok uzaklara. Sarıl bana annem. Korkuyorum.

Yaşlı kadın hıçkırıklarla boynuna atılmayı bekleyen yavrusunun bu çırpınışlarına daha fazla kayıtsız kalama(z)dı. Silahı elinden alıp usulca yere bıraktı. Sarıldı kızına. Doyasıya… Yıllarca içinde biriktirdiği hasretin sımsıkılığıyla… Bilmediği bir geçmişten gelen ve tahmin edemediği bir geleceğe giden kızına, bu anda verebileceği ne varsa sunmak istercesine cömert… Sarıldı.

12 Ekim 2008 Pazar

GEH BİLİ BİLİ BİLİ


Birkaç zamandır kamuoyunu meşgul eden “Horoz” meselesine bir açıklık getirmek ve siz sayın okuyanları bir nebze de olsa aydınlatabilmek maksadıyla, mevzu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilsin ve aramızda gizli saklı bir şey kalmasın, e azıcık da keyfimiz yerine gelsin babında bu yazıyı yazıyorum meraklı okur kitlesi. Buyrun okuyun bakalım!

Serin ama güneşli bir sonbahar sabahıydı. Bizim İncegül gişisi her sabah olduğu gibi işe gitmek için yola çıkmış, kâh sahilden sahilden denizi koklayarak, kâh kıyıdan kıyıdan çimende otlayarak, lay lay lom lom mutlu bir sevgi pıtırcığı şeklinde hoplayarak arşınlıyordu yolları. Lakin güneşin doğuşuna kadar uyuyamadığından, henüz gözleri tam olarak açılmamıştı o sabah. Uyku ile uyanıklık arası bir yerlerde, yıllardır ezberlediği aynı yolu bir şekilde rölantiye almış, vurmuş gidiyordu.

İşte ne olduysa o anda oldu sayın okur. İncegül gişisi, bacaklarının arka tarafında bir gıdıklanma hissiyle önce yol ortası uykusunu hafifçe bölüp “amaaan mahallenin itidir, afacan, ne zaman görse beni sırnaşır böyle” diye düşünüp oralı olmadıysa da gıdıklanmaların acı vermesi vuku bulunca istemeyerek de olsa gözlerini açıp bin bir zahmet kafasını arkasına çevirmiş ve gördüğü manzara karşısında ağzı bir karış açık kalmıştır. Hani neredeyse bir öküzü yutacak kadar büyümüştür hatunun ağız gısmısı. Ancelina ile Meltem Dumbul arası bi’şey diyeyim; siz anlayın gerisini.

İncegül gişisi, bir beyaz horozun üzerine üzerine atlamaları esnasında tam anlamıyla ayılmış, uykusundan eser bile kalmamıştır. Büyük bir cesaret ve metanetle durur ve horoza “hoşşşt” der. Lakin şaşkın ve de cahil horoz yabancı dil bilmemektedir. İncegül yine de şansını bir “piiissst” le denemeye devam eder. Horoz şaşkınlığını atmış, hatunun üzerine atlayıp hoplamayı sürdürmektedir bu arada. Hatun durarak bir şey halledemeyeceğini anlayınca adımlarını hızlandırır. Bir yandan da peşinden gelen beyaz, şirin, inatçı, manyak horoza “kışşşşttt” demektedir. Sanırdır doğru kovalama yöntemini bulmuştur. “Kışşşt” belki de işe yarayabilirdir. Lakin horozun ne geri kışttlanmaya, ne bu sevdadan vazgeçmeye gönlü yoktur. Niyeti bozmuştur anlaşılan.

Ulen bu yaştan sonra horozların maskarası olduk iyi mi diye geçirir içinden. Bir yandan da etrafı kesmektedir. Malum hatunun yıllardır didinip dişiyle, dırnağıyla oluşturduğu bir karizma vardır. Bunu manyak bir horozun yerle yeksan etmesine izin vermeyecektir. Sportif bir kişilik olan İncegül şahsiyeti, başka çare olmadığını anlayınca koşuya başlar. Kendisi önde, bizim inatçı ibibik arkada sabah sabah maraton koşar ikilimiz. Bir yandan da sahildeki parkta, aletleri mıncırmakta olan teyselere de el sallanır ki, hani bakın biz de spor şettiriyoz, yanlış anlamayın mesajı verilsin, “ayıp ayıp, koskoca kadın, minicik horozdan korkmuş, kaçıyor” şeklinde algı yanılması olmasın. Malumunuz insanların aklına “manyak bir hatunla, ondan daha manyak bir horoz sabah koşusuna çıkmış” tan evvel “hehehehehe… horoz garıyı govalıyo len zabah zabah. Hilmiii gel len sen de bah” gelecektir ki biz buna kendi aramızda ‘algıda sı.çıcılık’ diyoruz. Bir de İncegül gişisinin kırk yılda bir etek giymelerinden birini o sabah gerçekleştirdiğini düşünürsek, durumun vehameti ve de ironik ve hatta traji-komik yanı daha da bir ortaya çıkacaktır.

Hatun artık umudu kesmiş vaziyettedir, yollar bomboş ve tenhadır. Bu horozun gaga darbeleriyle tek başına mücadele etmekten yorulmuş, tam da pes etmek üzereyken, karşıdan ağır çekim koşarak, Bret Pit ilen Riçırd Giir arası bir yaratık gelmeye başlar. Hemen kılıcını çıkarır bu prens ve canavar horozun üzerine atlayarak prensesi, yok la, kart prensesi kurtarır. “Apla iyi misin?” lafıyla kendine gelen hatun, horozun sahibi olduğunu sonradan idrak ettiği, koca göbekli, bol kıllı amcaya döner. Az evvel kurtarıcısı olan kahraman prense ne olmuştur böyle? O yağuşuklu ve de kerizmatik herif, birden Recep İbibk’e dönüvermiştir. Hatun kendine gelir ve adama dönerek “yahu bunları dövüştürüyonuz mu ne yapıyonuz siz? Ahan da gözüm üzerinizde. Yapıyosunuz bu haltı bari sahip çıkın hayvanınıza” şeklinde çemkirir. Koşarken şaftı kayan eteğini düzeltir, sağdan soldan fışkıran saçlarını tokanın içine geri sokar, kaçan çorap için ise yapacak hiçbir şey olmadığının farkına varıp mağrur ve başı dik bir halde yoluna devam eder.

Bu esnada kendisine müstehzi bakışlarla gülümseyen sportif teyselere de “siz kendinize bakın, o kadar tepinip ardından pastaneden aldığınız vıcık yağlı böreklerle eve kahvaltıya gitmenizle ben dalga geçiyo muyum” diye hönkürme isteğini, yaşlarına hürmeten bastırmaktadır. Ne de olsa büyüklerini sayar, küçüklerini sever İncegül şahsiyeti.

Evet sayın okur; işte horoz mevzuunun aslı-astarı böyledir. Aynen anlattığım gibidir. Bir çeşit manyak paratoneri, olayların kadını olan şahsımın bu ne ilk vukuatıdır, ne de son olacaktır. Ben size arife günü metro inşaatının ortasına yüz üstü kapaklandığımı, üzerime inşaat demirlerinin yığıldığını ve yerden kalkıp o halde çocuklar için alışveriş yaptığımı anlatmadım değil mi sayın okur? Anlatmamışımdır muhtemelen.

9 Ekim 2008 Perşembe

DAYAN HA DAYAN...


Bu aralar hayat pek de güllük gülistanlık değil maalesef. Bu kızın sevdiceği yakında iyileşecek. Bunun için siz de böyle bir şey yapmak istemez misiniz? İşte burayı okuyup belki de gencecik bir adamın hayatını geri verebilirsiniz. Buraya bakıp sevdiklerinin, sevenlerinin yüzünü güldürebilir, anacığının yüreğindeki ateşi söndürebilirsiniz.

Dayan Anıl! Sakın pes etme! Daha düğününde göbecik atacağız yahu!

5 Ekim 2008 Pazar

VATANIMIN BAŞI SAĞOLSUN


Yüreğimin ortasında kocaman bir kara delik

Parmaklarımın ucu sızlıyor, saçımın telleri acıyor

Hayat her halükarda devam etmiyor maalesef

Nasıl ki, durmuş o analar için saatler

Nasıl ki, gömmüşler kınalı kuzularını kara topraklar altına

Yüreğimin ortasında kocaman bir kara delik

Kirpiklerimin ucunda asılı kalmış tonlarca gözyaşı

Hayat her halükarda devam etmiyor maalesef

Gökler ağlıyor, toprak ağlıyor bugün

Bırakın içim de ağlasın

Ağlamakla yıkanmasa da acılar