18 Ekim 2008 Cumartesi

YOLCU


Kalabalık şehrin günlük keşmekeşi, yerini yavaş yavaş karanlığın gizemli kollarına terk ediyor, sonbahar güneşi başka yerleri ısıtmak için iyiden iyiye uzaklaşırken, geride çözülmemiş sırlarla dolu, serin bir gece bırakıyordu. Şehrin izbe arka sokaklarından birinde yapayalnız bir kadın, elinde küçük bavulu, ağır aksak ama telaşlı adımlarla ilerliyordu. Gamzeli yanağına bulaşmış rimelini siliyor, belli ki az evvel döktüğü yaşların izini yok etmeye çalışıyordu.

Gidiyorum sonunda ömrümün sekiz yılını geçirdiğim bu yerden. Bu son günbatımıydı seninle ey benden de yosma şehir! Bir daha güneşin doğmayacak rutubet kokan odamın küçük penceresine. Üç kuruşluk pespaye sevişmelerin tütün kokulu sabahlarına açılmayacak bir daha bu gözler. Bütün yıkık duvarlarımı sana bırakıp gidiyorum. Kırık kalbimi, hırpalanmış gençliğimi, gerçekleşmemiş düşlerimi de al senin olsun. Bir tek göz yaşlarımın kanıyla yıkadığım bedenimi alıp gidiyorum.

Yola çıkıp bir taksi çevirdi. Zoraki bir gülümsemeyle “Otogar’a lütfen” dedi. Yağmurun da başlamasıyla iyice yoğunlaşan akşam trafiğinde ağır ağır yol alıyorlardı. Neyse ki aracın kalkmasına daha bir saatten fazla vardı. Zaten oraya vardığında da henüz erken olduğundan bir süre oyalanmak zorunda kaldı. Heyecanlıydı. İşte sonunda, bir otobüsün cam kenarındaydı ve uzun zamandır yapmayı düşlediği yolculuk başlıyordu.

Ey ardımda bıraktığım koca deniz! Zehir mavisi mutlulukların yatağında, saçlarımdan savrulan yıldızları sakın kaybetme! Bir gün bir yağmur tarlasında bir bir dök önüme! Umutlarım, bekleyin beni yıllar evvel kaybettiğim aynı yerde; çocukluğumun bitiş çizgisinde. Şimdi ardımda bıraktığım her taş, her ağaç, her çiçek özlenene varmak için geçilmiş bir engel. Ne kadar toz yutmuşsam bu yolda o kadar yaklaşmışım demektir sana. Kalabalık yalnızlıklarımın son demi olsun bu geliş. Ciğerlerine kadar nefes alabilmenin doğum günü olsun bu geliş. Bekle beni ey şefkatli kucak! Bekle beni ey bereketli toprak! Geliyorum.

Otobüs ilk molasını verdiğinde gece yarısını çoktan geçmişti. Ortadaki ışıkların yanmasıyla birlikte içerisi hareketlenmiş, sessizlik yerini derinlerden gelen bir uğultuya bırakmıştı. Uyku mahmuru gözleriyle bir bir görünür olmuştu yoldaşlar. Kimi hâlâ yanındakini uyandırmaya uğraşırken, anneler çocuklarına hırka giydirme telaşındaydı. Bir süre onlara bakakaldı. Yolun yorgunluğundan ziyade, yolculuğunun içsel huzurunu duyumsuyordu. Bir de ellerinde tuttukları hırkalarla, annelerin sarmalayan sevgisini…

Memlekete vardıklarında güneş henüz doğmuştu. Şimdi endişeliydi adımları kadının. Yol bitmişti ve yolculuk daha yeni başlıyordu. Kızıl-sarı yaprakların kapladığı köy yolunda bundan sonrasını yürümeliydi. Hafif ve aynı zamanda çok ağır bavulu elinde, adım adım geçmişine sığınmalıydı. Zamanın değmediği bu topraklarda, gölgesinde saatler geçirdiği ağaç bile yerli yerinde ve her şey bıraktığı gibiydi. Yıllar sadece onun hayatından mı geçip gitmişti? İşte çocuk sevinçlerinin beşiği olan baba ocağı da aynı beyazlıkta tam karşısındaydı.

Nazlanmak istiyorum artık. Çocuk muzırlığıyla şakalar yapmak, sonra kahkahalarla gülmek... Yargılanmadan, sorgulanmadan anlatabilmek… Biraz da şımartılmak istiyorum. Yaslanacak bir omuz, saçlarımı okşayacak bir el arıyor yüreğim. Hiç hesapsız, çıkarsız, sualsiz, olduğum gibi sevilmek istiyorum. Hırkamı giydirir misin annem? Üşüyorum.

Bütün cesaretini sağ elinin yumruğunda toplayıp kapıyı çaldı. Sadece affedilmeyi diliyordu. Sonra yine yollar, yine karanlık… Kapı açıldı. Bir çift buz mavisi gözde donmuş bir bakış karşıladı onu. Yaşlı kadın şaşkındı. Yıllar sonra, hiç beklemediği bir anda, “öldü artık” dediği kızını karşısında görmek, örselemişti ihtiyar yüreğini. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemedi önce. Kaskatıydı. Sonra ılıdı yüzündeki ifade. Gözlerinden istemsiz süzülen yaşı tülbendinin ucuyla sildikten sonra, “Neden?” dedi. “Neden geldin bunca zaman sonra? Baban… Hiç bağışlamadı, ne seni, ne beni, ne de kendini. Şimdi seni yeniden görürse...” Bir süre öylece karşılıklı kala kaldı sarmalanmayı bekleyen ve kucaklamayı isteyen. Beyaz evin kapısının önünde üşüten bir yabancılık hüküm sürmekteydi.

Bu ev, bu bekleyiş, gözlerinin kıyısında, geçmişten bir perde aralamıştı şimdi. Unutmak istediklerini, birden önüne serivermişti. Köylerine misafir gelmişti adam. Daha on dokuzundaydı o zaman. Güzel bakışlarına, tatlı sözlerine kanmış, bilinmezliğin peşine takılıvermişti. Oysa insanın alacası içindeydi. Bilememiş, cahillik etmişti. Baba dayağından, köy yerinin kız kısmını boğan ağır baskısından kurtulmak için tek yol görmüştü bu kaçışı. Hiç tanımadığı, belki de ömrünce hiç sevemeyeceği bir adamın karısı olmaktansa, aşk sandığının peşine takılmıştı genç kız kalbi. Hesapsızca. Annesini, babasını ve tüm hayatını yerle bir eden büyük bir hata olduğunu ise, kısa bir süre sonra ilk fark eden yine kendisi olmuştu.

Yol boyunca her şeyin telafi edilebileceğini düşünmüştü. Hatta bazılarını ettiğini... Oysa yapılan yanlışlar, başkalarını doğurmaz mıydı bazen? Ödediği ve ödettiği bedel de yetmemişti zamanı geri getirmeye, yaşananları yaşanmamış farz etmeye. Bavulun fermuarını usulca açtı. Yüzleşmekten korktuğu besbelliydi. Bir iki parça giysinin arasına gizlediği soğuk, delikli demiri çıkarıp şaşkınlıkla kendisine bakan annesine uzattı. Şimdi ikisinin de gözlerindeki acı, bembeyaz duvarlarda is ve kan lekesi olarak görünür olmuştu.

Hiç yaklaşamadığım bir hayalin yamacında çoktan bitirdim ben yaşamımı. Geleceği olmayanın geçmişe sığınışıydı bu geliş. Lakin olmadı, olama(z)dı. Şimdi senin ellerine bıraktım geriye kalanımı. Ya sar sarmala beni, göndermeden önce bilinmez karanlıklara; ya da kana kessin bedenim senin ellerinden. Yüreğimin orta yerinden tek bir kurşunla…

Ben ürkek serçe kuşuydum bu pencerenin kenarında. Ve o bir düş satıcısıydı düşlerin batağında. Bilemedim, gidip kondum dallarına. O düşler alır, düşleri satardı. Bir bayramlık ayakkabı gibi sevinç verir, sonra gülüşleri çamura bulardı. Göremedim saplandım karasına. O bir düş satıcısıydı düşsüzler sokağında. Bedenlerle birlikte umutları da satışa çıkaran, geceleri kan ve gözyaşıyla yoğuran…

O ödedi hesabını tüm yok ettiklerinin. Bedelini ödedi yeşeremeden ölen düşlerimin. Şimdi küçük, rutubet kokulu bir odada boylu boyunca, tıpkı yüreğimin mezarındakiler gibi, avuçlarına bırakıverdiğim çaresiz serçecik gibi cansız yatmakta. Ve şimdi ellerimde kan karası, sırtımda kıyılmış bir canın darası… Yine savruluyorum umutlarımdan çok uzaklara. Sarıl bana annem. Korkuyorum.

Yaşlı kadın hıçkırıklarla boynuna atılmayı bekleyen yavrusunun bu çırpınışlarına daha fazla kayıtsız kalama(z)dı. Silahı elinden alıp usulca yere bıraktı. Sarıldı kızına. Doyasıya… Yıllarca içinde biriktirdiği hasretin sımsıkılığıyla… Bilmediği bir geçmişten gelen ve tahmin edemediği bir geleceğe giden kızına, bu anda verebileceği ne varsa sunmak istercesine cömert… Sarıldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder