24 Aralık 2008 Çarşamba

MERHABAYIN YENİDEN veee MASAÜSTÜ GÖRÜNTÜM




Nülgüzar aplaaaa!

Hııı ne var gızııım, ne var guzuum...

Gel az gel, bak sana ne dedikodular verceem...

Abovvv, gızıım, biliyin, ben dedigoduyu heç sevmem, kamuoyunun merak ettiği gonuları aydınlatırım, hepisi o. Bir çeşit amme hizmeti beemkisi...

Bilmem mi aplacııım. Bak şimdi, bu İncegül manyaa var ya, hastaymış biliyon muu...

Anaaam, gız o hasta neyin olmaaz, bi yanlışın olmasın...

Yok aplam, yook. Elinde bi torba ilaçla eczaneden çıkarken görmüş bizim Mühimcan. Bana dedi, Haspanaz bebeğim, bu sizin manyak İncegül var ya, harbi manyak ha... Gitmiş bi dünya ilaç almış... Vuaaavvv, akşam ortamlara mı akacek ne... diye aplacıım.

Abbovvvv, hemi de ilaç gullanacak he mi? Vışşşş... Dimek durum ciddi.

He valla apla, eczacı da benim eski kırıklardan ya, ona sordum, hem bronşit olmuş, hem sinüzit.

Garda mı yatmış bu garı, ne etmiş bu kadar yaff.

Ay Nülgüzar apla, bilmiyon mu, yalın ayak, başı kabak, ay ben sevgi pötürcüğüyüm, amanda uç uç kelebeğim, yağmurlarda ıslanırım diye diye şemsiyesiz dolaşmıyo mu?

He vallah dolanıyur...

Sabahları duşunu alıp saçları kurutmadan, savura savura sahilden doğru yürümüyo mu?

He vallah yürüyur...

Hatun kendini, benim gibi çıtır falan zannediyo heralde... hahaaay...

He vallah zannediyur.

Kocası da her akşam elleri kolları dolu geliyomuş, meyve falan alıyomuş, hatta geçen akşam hediye paketiyle gitmiş eve diyolar...

Vah vah vahhh... Son günlerini mutlu geçirsin diye zaar. Bi de adama güt-müt diyurdu zalımın gızı. Bah adamcağız gözünün içine bakıyur.

Aman bırak apla ya... Nankör bu, nankör. Ahhh benim öyle kocam olceek...

Höööööyyyyyt..... Ulen cadılar, biraz boş bırakmaya gelmiyor ha. İşgal etmişsiniz hemen. Ben sizi buralarda görmeyeyim demedim mi ? Hadi yaylanın da parçalatmayın kendinizi, gamlı baykuşlar sizi...

Ah sayın okuyucum, bilemezsiniz neler geldi başıma. Bir ince hastalığa yakalandım ki sormayınız. Türkiye'nin en meşhur mütehassısları geldi de bir teşhis koyamadılar rahatsızlığıma. Sonunda dünyada bu hastalığı tedavi edebilecek tek bir doktor olduğunu ve onun da bir aşk acısı sonucu, mesleği bırakmış, kendini içkiye vermiş bir adam olduğunu öğrendik. Neyse ki minik yavrum, bütün sevimliliğiyle gözlerini devire, devire "amcacığım, ne olur, annemi yalnızca siz kurtarabilirsiniz" diye onu ikna etti de ben de aranıza yeniden dönebildim.

Sahalardan uzak kaldığım süre zarfında beni, gerek telefonla arayıp "dön artık, sen olmadan hiçbir şeyin tadı tuzu yok" diyen, gerek mail yağmuruna tutup "geri gelmezsen, toplu eylem yapar, hatta Taksim Meydanı'nda yürüyüşe geçeriz" diye kendini kaybeden, gerekse başlattıkları "İncegül bloona dön" imza kampanyalarıyla yoğun ısrarlarını esirgemeyen değerli halkıma, "İncegül hanım, ne zaman geliyorsunuz" diye röportaj isteğinde de bulunan basın mensuplarına teşekkürlerimi bir borç bilirim. (Hastalıktan değilse de, yalandan kesin gidecem ya neyse...)

Bu esnada bir mim daha geliyor yan masadan. Sevgili Bendeniz hanımefendi ve değerli bloglarından "masaüstünde ne var" yar koynuna bir çift güvercin konmuş... adlı güzel eseri hemen seslendirelim efenim. Şu anda masamın üstünde bi dünya evrak, bir fincan çay, kalem, çer-çöp var, diye iyyrenç bi espri yapmıyciim kuzum meraklanma. Masaüstümde kız kulesinin nefis bir görüntüsü var. İçinde öykülerim olan bir klasör ve köy resimlerimin olduğu bir klasörden başka bana ait hiçbir şey yok. Yavrularıma ait tümüyle. Ben fedakar ve cefakar bir anneyim. Ağşamınan fotoğrafını da çektirip koyacam, şimcilik şeker kız ile onun bir türlü vuslata eremediği yakışıklı sevgilisinin resmiyle idare ediverin... Demiş idim ama gördüğünüz gibi resmi de bi koşu ekleyiverdim. Ah ne becerikli bir hatunum yahuu!

Efenim ben buralardayım, şimdilik... Yine görüşürüz... Şimdi gidip şu zümüklerimi sileyim. O arada mimi de Perilime gönderivereyim.

13 Aralık 2008 Cumartesi

NAZLA BENİ AZICIK







Hiç nazlı bir hatun olamadım ben.

Oysa anneciğimin biricik kızı, kara kuzusu, kimselere yakıştıramadığı nadide çiçeğiydim.

İt gibi koşturup yorulsam da yorgunum diye ayağıma kadar hizmet beklemedim. Üst raflara yetişemiyorum diye uzun boylu erkek vatandaş aramadım. Zira bu minik halimle mutfak tezgahının üzerine bir şempanze misali tırmanıp sonra oradan düşüp çanağı çömleği kırdığımda, belimden aşağısı mosmor aylarca gezdiğimde bile şikayet etmedim.

Hastayken de kendi işimi kendim gördüm, kimseden yatağıma kahvaltı beklemedim. Azıcık burnu aksa yatak döşek yatan narin hatunlar gibi, kocayı maymun etmedim etrafımda.

İki çocuk doğurdum, hamile kaprisi yapmadım. Son günüme kadar evimin işini kendim yaptım. Karnım burnumun dibinde cam silerken, pencere ile burnum arasına sıkışan bebemin tekmeleri ve o sırada bana gelmekte olan arkadaşımın beni o halde görüp aşağıdan doğru “manyak karııı, allaaan geri zekalısııı, madem cam silinecekti, niye alo demiyon da tırmanıyon oralaraaa? Düş, geber. Sana acırsam namerdim. O yavrucağa üzülürüm” şeklindeki dostça ve nazik yaklaşımlarıyla kendime gelip bir daha çıkmayacağıma yemin ettirilmek suretiyle bundan vazgeçtim.

Aş erme neymiş, insanın canı gece bir şey ister de milleti sokaklara döker miymiş bilmedim.

Bir kış günü, rüyamda çilek gördüğümü anneme söyleme gafletinde bulunduğum ilk hamileliğimde, babacığım gidip bulmuş, bembeyaz çilekleri getirip bana vermişti. Sabahın kör saati işe gitmeden aç karnına hepsini lüpletince yollara pempe pempe kusturuvermiştim. Bir onu bilirim.

Bir de yine o dönemlerde, annemlerde yemekteyken, şöyle serin serin bir karpuz olaydı ne güzel giderdi demiştim de yine babacığım kabak bir karpuz bulup buluşturmuştu. O buz gibi kış günü serin karpuzu ne edecektim? Neden böyle bir şey söylemiştim? Ve bundan on altı yıl evvel, insanlar kış günü yaz meyvelerini nereden bulacaklardı bunları bilemiyordum. Sadece o an öyle ağzımdan çıkıvermişti.

Sonrasında hep dikkat ettim ki canım bişey çekmesin. Çekse de ağzımdan kaçmasın. Aş erdiğimi zannedip benim için bulmaya çalışmasınlar. Zira insanın canının bir şey çekmesi için illa da hamile olmasına gerek yoktur.

Kapris yapmayı hiç bilemedim. Mağazada, kuaförde, orda burda kendileri yerde, burunları gökte olan insanlara da anlam veremedim. Manasız geldiler bana. Onlar gibi manasız olmak istemedim.
Hep nazladım karşımdakini, asla nazlatmadım, pohpohlatmadım benliğimi. Oysa ben annemin vadideki zambağı, siyah lalesi, erişilmez kardeleniydim..

Poşetimi, çantamı tek başıma taşıdım hep. Ellerim acıdı, omzum çöktü kimi zaman, yine de yükümü kimseye yükletmedim. Kendim, kendime bile ağır gelirken bazen, kimseyi yüksündürmek istemedim.

Yapmayacaklarından değil, kıyamadığımdan. Karşımdakine değil kendime kıymak daha kolaydı çünkü. Ben bana küsüp, darılmazdım. Ben beni anlardım. Ben beni, onları sevdiğim kadar sevememiştim çünkü.

Oysa ben annemin nazlı ceylanı, koklamaya kıyamadığı gül goncasıydım. Ona sorsan ben tahtımda oturup, başımdaki tacı düşürmeden taşımaktan başka hiçbir şey yapmadan yaşamalı, sarayımdaki hizmetkarlara emirler yağdırmalıydım. Çünkü ben annemin güzel gözlü, minik prensesiydim.

Oysa rollerimizi annemiz değil, hayat belirliyordu.

Sitemim, serzenişim yok kimselere. Şikayet de değil. Belki bir iç döküş. Bu gün nedense içim darlandı biraz. Yorulduğumu hissettim sanki. Yüküm sanki biraz daha ağır geldi bugün. Sanki omuzlarımda dünyanın tasası, hayat çok üzerime geldi bu gün.

Bu gün nedense nazlanmak istedim biraz. Biraz pohpohlanmak, biraz kapris yapmak. Onu yemem, bundan pişir demek istedim. Çocuk muzurluğuyla şakalar yapmak, sonra kahkahalarla ağlamak istedim. Biraz da şımartılmak.

Yargılamadan, yorumlamadan en önemlisi yanlış anlamadan dinlemesini istedim birilerinin beni. Yaslanacak bir omuz, saçlarımı okşayacak bir el istedim. Bu gün hiç hesapsız, çıkarsız, olduğum gibi, sonsuz ve sonsuz ve sonsuz ve sonsuz sevilmek istedim.

Anneee, babaaaa dönün artık yaa...

4 Aralık 2008 Perşembe

SİZE ANA DİYEBİLİR MİYİM...


Otuz dokuz derece ateşliyken gidip odanda sessiz sedasız uyumak varken, salondaki kanepede zıbarıvermenin yan etkisi nedir biliyor musun sayın okur? Halüsinasyon! Evet, evet, tam da bu işte! Hele acele etme, anlatıcam elbet.

Ben gözlerim yarı açık, yarı kapalı, her türlü kötülüğe karşı tam savunmasız, gariban, öksüz, zavallı, hasta halimle, üzerimde battaniye, ter, her bi yanımdan ağır ağır süzülmekteyken, Nurü Yalço, en şehvani bakışlarını kuşanmış, elindeki taylot kadehini uzatıyor bana. “Nal” diyor, “senin için kaynattım, nihohahahaaaa…” Yanıma doğru iyice yaklaşırken, ropdöşambrının cebinden çıkardığı hapı üzerinden dumanlar tüten kadehin içine bırakıveriyor. O anda, “o elindeki zıkkım insanı zaten yarı baygın bir hale getiriyor, daha niye içine ilaç atıyon salak” diye düşünsem de bunu söyleyecek takatim yok. Çaresiz alıp içiyorum.

Tam da bu sırada, ne zaman aldığımızı hatırlayamadığım piyanonun başında, koca g.tüne zorla tıkıştırılarak giyildiği belli olan, pilili mini eteğini çekiştirerek “demiyciiim işte, vursan da öldürsen de ona anne demiyciiim” diye çemkiriyor kırmızı rujlu esmer küçük kız. Demezsen deme beee! Manyağa bak! Çok meraklıydım sanki… Ukalaa… Ne bağırıyon dimi? Peki bu mutfaktan gelen sesler de ne? Birileri höykürüp duruyor. Bir tanesi “bu yengeç çorbası hiç başarılı olmamış Suzidil, üstelik ahtapotun kıllarını da iyice tıraşlayamamışsın güzelim, sana bu yüzden bir puan vericim” diye yırtınırken, ötekisi “ay bu sofrada Nepal mor hindibasıylan, Papuayenigine mısır koçanı yok, o yüzden puanını kırdım şekeriim” diye bas bas bağırıyor.

Gözlerim beni yanıltmıyorsa, şu başımda terimi silen herif Murro… Ulen saçını başını uzatmış, bir de küpe takmış ki pırlanta… İçindeki gotik sevgisine lanet okuyor. Ortalıkta bir sürü mavi gömlek, krem rengi pantolonlu hatun oradan oraya koşturarak neşe içinde temizlik yapıyor, güççümen emrayh “hımmmm… benim anamın hiç kosla oksi ekşın meni olmadı ki amca” diye ağlıyor. Acur, kitaplığımı boşaltıp yerine mavi, kırmızı, yeşil, sarı renk renk kutular yerleştiriyor, bu sırada Hasbi Bey, koca kişisine son teklifini yapıyor. “Verelim sana Keristinayı, daha uğraşma bu pisikopat hatunlan. Yarışmaya katıldığı gün rehin aldıydık kendisini. Elimizi öpene beş milyona veririz ama sen yabancı değilsin, sana bi tekliğe olur.” Diyor. Benimkisi pişmiş kelle… Hiç düşünmüyor o kadar parayı nerden bulacam…

Ah işte! Geldi cesur erökooo! Şimdi atacak beni atının terkisine, kurtaracak bu viral cehennemden. Sana da keristinayla mutluluklar dilerim koca kişisi. Ama heyhat, tam elimi uzatıp tutacakken, kış, kıyamet, belinden şambreli, k.çından mayoyu çıkarmayan embesil kız, “tatilden vazgeçmiyciiim, cesur erökooo, sigortala beniii, hemen bu kış günü denize atliyim de bi taraflarım buz kessiiin” diye böğürüyor. Çok sıcak… Perdeyi aralayıp sokağa bakıyorum. Rıza baba, Adanalıyı evlat edinmiş, kendi ekibine almış, bizim evin önünde havaya ateş ediyorlar. Beni parmaklıklar ardına atacaklar, sonra da ipsiz recepe ip eğirme işi yaptıracaklar. Çok korkuyorum. Ağlamaya başlıyorum.

Birden karanlıklar içinden bir ışık peydah oluyor. Evet, işte yolun sonu. Şu meşhur ışık göründü. Şimdi b.ku yedin kızım. Gitmez misin doktora, olacağı buydu işte. Hadi bakalım son duanı et. Sonra birden yanağıma tatlı bir öpücük konuyor. Kocaman kara gözlerinde alışık olmadığım bir hüzünle kuzum bana bakıyor. Yanaklarımdaki teri silip saçlarımı okşuyor. “Korkma bebeğim” diyorum. “Annen hiç sizi bırakıp bir yere gider mi?”