5 Haziran 2009 Cuma

SONUNDA, NİHAYET, VE NETİCE İTİBARIYLE...


Genç ve de çoook güzel bir hatun, sıcağın kavurduğu bir öğlen vakti, yorgun ve de argın ve aynı zamanda pörsümüş vaziyette dışarıdan gelip kendini narin bir çuval edasıyla kanepeye bırakıverdi. “İlişeni gebertirim, azıcık dinleneyim, her yanım sızlıyor.” şeklinde çemkirip, 933 numaralı tehdit bakışlarını etrafını saran camış sürüsüne gönderdikten az bir zaman sonraydı. Bilmiyordu ne kadardı yatmasıyla, yattığı yerden ok gibi fırlaması arasında geçen süre…

“Anneee…” diye hönkürüyor, bir yandan tuhaf sesler çıkararak böğürüyordu evin en iri kıyım camışı.
“Elinin körüüü… Ben size az evvel gözdağı vermemiş miydim. Size dağ da yetmiyor mu ki? Hangi coğrafi şekille korkarsınız beee!” diye yanıtladı nazik ve de pek kibar hatun.
“Kız anne, ev buldum bak sana.”
“Çok mersi yavrum, sen olmasan ne ederdim, sokaklarda kalacaktım, sürüm sürüm sürünecektim neredeyse. Bana buldun de mi? Artık yalnız başıma yaşayacağım de mi?”
“Hee sana tabii… Ben evimden gayet memnunum.”

Tabii memnun olacaktı. Mutfağı, sadece kapısından “Anneee yemek ne zaman hazır olacak?” gibi temel cümleler kurmak, odasını k.çını yapıştırdığı sandalyeden çet yapmak ve dolabını üstünden çıkardıklarını mıncıklayıp tıkıştırmak için kullanan birinin evle ne zoru olabilirdi ki? Üstelik dağıtıp, pisletip, çamura bulanmak için bu Çarşamba pazarından daha uygun bir yer bulunabilir miydi?

Bütün bitkinliğine rağmen, artık şu ev işini çözmeye kararlıydı kahramanımız. Belli ki bu adamların evi boşaltmaya falan niyetleri yoktu. Ve o da artık bu pasağın içinde yaşamını sürdüremeyecekti. Ya iyice çıldırıp kapatılması gerekecekti; ya da ölüp gidecekti pislikten. Eşek gribi, timsah nezlesi, orangutan enfeksiyonu kapabilirlerdi çok yakında. Zaten akrep, yılan ve bilumum haşaratın kendilerini ziyarete gelmesi, hatta birlikte yaşamayı teklif etmesi an meselesiydi.

Bir hışımla evden çıkıp verilen adrese gitti. Evin telefonda anlatıldığı üzere çook geniş bir mutfağı vardı. hemen hemen bir buçuk salon büyüklüğündeydi. Balkonu ise denize sıfır bir manzarayla şenlenmişti. Deniz aşığı bir hatun için kaçırılmayacak bir evdi aslında. Lakin o üç oda yok muydu? Her biri “o piti piti karamela sepeti” minicikliğindeydi. Tamam, kahramanımız bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk bir kadın idi. Kıvrıldı mıydı her yerlere sığışıverirdi, ama aynı evde yaşaması zorunlu üç adamdan en ufağı altmış okkaydı. Onları nereye tıkıştıracaktı. Mümkünatı yoktu bunun.
Zira bu hatun, genç ve çook güzel ve zeki ve aynı zamanda çok becerikli bir insan olmasının yanında, fedakar, cefakar, çilekeş bir anne idi. Yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, sonunda yavrularını balta girmemiş orman kütükleri kıvamına getirmişti. Koca kişisi ise ona geldiğinde zaten böyle olduğundan, özel bir bakım uygulamamıştı. Sadece arada suyunu, gıdasını vermesi yeterli oluyordu.


Sonuç olarak bu evin kendilerine dar geleceğini düşünerek, dünyanın kendine dar olacağını bilerek vurdu yollara. Selem seplek yürüyorken birden bire bir şey oldu. Durdu. Aman allahımdı, o da neyin nesiydi öyle? Cama yapıştırılmış bir “Kiralık” yazısıyla bütün vicudunun sarsıldığını hissetti. Zaten son günlerde bütün mekanlara, hatta insanlara bile “kiralık ev” gözüyle bakar olmuştu. Aklına koymuştu bir kere, artık öldür Allah kimse durduramazdı kendisini.

Lakin bir sorun var idi. Zaten olmasa şaşar idi. Gördüğü evi bir türlü bulamıyordu. Döndü, dolandı, sıcaktan bunaldı. Ev buhar olmuştu sanki. Acep ruhsal durumu pek de iyi olmayan, hele ki son yaşadıklarından sonra iyice psikopata bağlayan kahramanımız, halüsinasyon mu görmüştü? Çölde serap olayına mı girmişti. Yoksa yön duygusu her Karadenizli kadar muhteşem olan, kendi evinin önünden üç kere geçmiş olmasına rağmen, “Burası değil yahu… Salak mıyım ben?” diye bir de artislik yapıp kayboluveren kahramanımız yine bir tayinsizlikle mi karşı karşıyaydı?

Heyecanlı takip sonuçsuz kalınca, her zamanki taktiğe başvurmuş, adım başı birini bulup sorularla taciz etme yoluna gitmişti. Lakin sorduğu insanların büyük kısmı kendisi gibi Karadenizli olduğundan mıdır nedir, abuk subuk yollara giriyor, yıkık merdivenlerden iniyor, tenhalarda sıkıştırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor, yine de evi bulamıyordu. Ama azmetmişti bir kere. Bulacaktı kardeşim. Ulaşacaktı oraya. Ona kimse mani olamayacaktı.

Sonunda evi ilk gördüğü yere geri dönmeye karar verdi ve döndü de… Amcanın biri, elinde koca bir çuvalla, tam da apartman kapısından içeriye giriyordu. Kahramanımız bir amcaya, bir uzaklardaki “kiralık” yazısına, bir de kapanmakta olan demir kapıya bakıyor, çelişkiler içinde debelenip duruyordu. Sonunda bir cesaret, yüzüne kapanacak olan kapıyı tuttu. Amca şaşkındı. Neler oluyordu? Daha önce hiç karşılaşmadığı psikopat bir manyakla mı yüz yüzeydi şimdi? Çuvalı tutmayan diğer elindeki baltaya daha da sıkı yapıştı.

Kahramanımız ise, ondan daha fazla tırsmıştı. Bu adam, belki de az evvel, işte tam da bu baltayla parçalara böldüğü, kendisi gibi genç ve çoook güzel bir hatunu elindeki çuvala tıkıştırmış, buzdolabının derin dondurucusunda, kurufasulye, nohut, patates gibi bilumum bakliyata katık etmek için saklayacaktı. Patatesin bir bakliyat olmaması, kahramanımızı asla rahatlatmıyordu, hatta umrunda bile değildi.

Sormalıydı… “Amca o çuvaldaki kızı niye öldürdün?” demeliydi. Hayır hayır, manyaklaşmamalıydı. Amcanın şaşkın bakışlarına aldırmadan, sağ eliyle kapıyı tutmaya devam edip, sol elinin işaret barnağını ufuklara uzattı. Uzaklarda ona göz kırpan yazıya doğru yönlendirdi o narin parmağını. “ Ahan da amca, şurdaki eve gitmeye çalışıyorum ve muhtemelen kayboldum. Yardım etsen ya bana.” Az evvel karındeşen cek senaryolarından birinde başrol layık gördüğü adam, son derece sevimli ve sevecen bir ifadeyle onu alıp evin önüne kadar bıraktı. Oh beydi. Nasıl da rahatlamıştı kahramanımız.

Bundan sonrası evi beğenip ev sahipleriyle görüşmeye, kendisinin bu ev için biçilmiş kaftan olduğuna onları inandırmaya kalmıştı ki, bu da bizim kahramanımız için hiç zor değildi. Onu sevmeyen ölsündü be! Bu kadar şirin, tatlı, güzel, zeki, becerikli, yetenekli ve daha sayamayacağımız bir çok iyi özellikle donatılmış bu insan evladına ev vermeyecek sahip daha anasından doğmamıştı.

Bir çoğunun saflık olarak değerlendirdiği “insanlara hala ve inatla güven duyma” konusundaki inancını perçinleyen amcaya teşekkür edip, saçlarını savurarak, rüzgarlara bırakarak, en karizmatik haliyle binadan içeriye daldı kahramanımız.

Sonrası mı? Sonrası, hayallerindeki eve kavuşmuş bir kadın kişisi, balkon ve camlardan azıcık uzandın mıydı görünen aşık bir deniz… Ve kocaman bir mutfak… Evet evet… Artık börekler daha leziz, kekler daha kabarık, şarkılar daha bir anlamlı olacak.

Haydin dostlar, şen kalın, esen kalın…

Kahramanımız mı? Tabii ki hayal ürünü. Sizce böyle biri gerçek olabilir mi? Alla allaaa… Çok alemsiniz valla…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder