27 Temmuz 2010 Salı

Kumru

Başımı yastığa koyduktan sonra uyku ile uyanıklık arasındaki yolda ilerliyorum birkaç gecedir. Aklımda hep o var. Kumru!

İnsan bir yiyeceğe neden kumru der ki diyorum kendi kendime. Susamlı bir ekmeğin içine bolca konulan sosis, salam, sucuk, turşu ve kaşar peyniri… İşte kumru. Hoş bir gülücük kaplıyor suratımı.Dolunaya bakıyorum. Gülümsüyorum.

Aklımda belli belirsiz senden kalan cümlecikler cirit atıyor. Pencerene kumrular gelmiş, uzun uzun ötüşmüşler bir vakit. Seni uyutmamaya yeminlilermiş. Senin de uykun yokmuş. Dinlemişsin onları kulak kesilip. Name değilmiş geçtikleri. İnsan bir kuşa niye kumru der diye düşünüyorum şimdi. Güvercinden daha küçük, kahverengi bir kuş bu. Eşleri birbirine düşkünlüğü anlatılır çağlar boyu. Yüzüme vuran ayı yorganın içinde karartıyorum. Kumruyu düşünüyorum birkaç gecedir.

Masamın üzerinde Halide’nin hayatını anlatan kitap duruyor. “Aşk en büyük nikâhtır” ya da ona benzer bir cümle yazmış Halide. İlk aldığımdan beri içimde hüzün var bu kitaba karşı. Okudukça hüznümün nedenini kavrıyorum. Sert ve hazmedilmesi zor bir yiyecek yer gibiyim. Yaşama karşı dimdik dururken Halide, içindeki yalnızlığını görebiliyorum. Tek bir adama olan bağlılığı büyülüyor beni. Salih Zeki göçüp gittiğinde yaşadığı buhranı okuduğumda cehennem ateşini kavrıyorum. Kumru’yu düşünüyorum. Handan’ı okumaya karar verdim. Handan’ı okumak Halide’yi yakından tanımakmış gibi geliyor bana. Kendini yazdığın zaman okunuyorsun. Çünkü, insanlar yaşanmış öykü istiyor. O öykülerde kendilerini bulmak, yaralarına dokunulmasını istiyor. Boşa dememişler “insan, insanın zehrini alır” diye. Pencereme bir kuş gelse diye bakıyorum. Kumruyu bekliyorum.

Gelen giden yok. Kulaklarımdaki tek kanat çırpan radyodan yankılanan şarkılar. Sıcağın içindeki serinlik bu mevsim şarkılar. Her zaman bu coğrafyada sözün, tınıdan önce geldiğine inandım. Ama bu mevsim söz, müzikten biraz daha önde sanki. Güneşin arkadan vurduğu aşklar anlatılıyor. Aşk pusulanıyor. Sevda bahçesinin eski görkemli günlerinin olmaması ise her sevdayla birlikte kopartılan çiçeklere yükleniyor. Sonra ince bir sızı gibi başlıyor niye küsersin sen aşka diye diye mırıldanıyor radyoda bir adam. Gece gece niye pencereme bir kumru gelsin diyorum kendime. Bir türkü düşüyor dilime. Zifirde ışıklar kayıyor. Gökyüzünde yıldız kaydırmaca oynaya bakıyorum. Bir kumru gönder diyorum ona. Zülfü Livaneli konser verecekmiş biliyor musun? Gidip tek başıma dinleyeceğim onu. Senin için de güneş toplarım kim bilir…

Artık güne nokta koyma zamanıdır. Uyku hiç gelmeyen sevgili. Okumak için sıralanmış bir sürü kitabın içinden bir gece masalı seçiyorum kendime. İçinden Kumru Kız çıkıyor. Delice yaşanan bir sevdayı anlatıyor yazar. Sevdanın usturuplusu, aklı başında olanı yok zaten. Sevişmelerin sevdayı kurutamadığı bir çağdan, tükenmeyen bir aşkı okuyorum. Kumru Kız muradına erecek ama önünde bir engel var. Kendisine tutkun adama fısıldıyor. Bak kulağımın arkasında bir yara var sakın ona dokunma. Dokunursan bu aşk biter. Yara sensizlik diyor adam. Geceyi ateş kırmızısına dönüştürüyor aşkın dansı. Gecenin sonunda Kumru Kız’ın saçlarından yelken yaparken adam, kulağının ardındaki yarayı görüyor. Kan kırmızı, hayat denizi gibi bu minik yara adamı cezbediyor. Dokunsun mu, dokunmasın mı derken işaret parmağı aklın kontrolünden çıkıp ihtirasa yeniliyor. O anda uyanıyor Kumru Kız. Gözlerinde alaca bir hüzün. Tek kelime edemeden bir kuş olup uzaklara uçuyor. Dokunmanın büyüsüne kapılana dama ne olduğunu ise yazmıyor masal.

Aya bakıyorum şimdi. Uyumak için seçtiğim masalı düşünüyorum. Mırıldanıyorum duyarsın belki. Bu yazıdan sana kalan: Nerede yalnız bir kuş görürsen bil ki onun adı Uzağa Giden! Belki bu sabah pencerende öten Kumru…


26 Temmuz 2010 Pazartesi

düş işleri bakanı - "faşist"

























makam sahibinin elinde
mızrap olunca ruh
tiz bir türkü tutturmuş yusufcuk kanadı gibidir

**

düş görmeyi uykunun hikmeti sayanlar
sordular
tek uyuyan sen misin de bakan oldun?


güldü geçti
kulağın içinde dans eden seslere
düş işleri bakanı

ne düşün
ne de gerçeğin
inzibata ihtiyacı var mıydı ki

düşü
kendine kul ettiğini inanlara inat
sustu

bilirdi
düşyüzünde
adalet vardı

çatal diller susmadı

sözde gerçeğe
sürgün edilmiş ruhlar
düş görmeyi
kendine çıkar sağlamak için kullandığını
haykırdılar yüzüne


mağrur bir edayla baktı

"yeryüzünde kendinizden başka sevdiğiniz var mı?"
diye fısıldadı



4 Temmuz 2010 Pazar

Döndüm...


Uzun zamandır kırdığım kalemimin ucunu açtım. Tesadüf değildir, bugün dönüyor olmam.

Aile fotoğraflarına bakıyorum bir süredir. Sisleniyor albüm elimde. Renkli, güzel günlerin yerini siyah beyaz hatıralar alıyor. Siyahların da bir süre sonra, şekil verdiği beyazlara karışıp yok olacağını biliyorum. Hayatın, her birimizi bir yandan diğerine taşıdığını görüyor gözlerim. Her ölümle biraz daha eksiliyorum. Eksikliğimi hissetmemek için düş dünyasının kapısını aralıyorum. Sevdiklerimin bir köşe başından çıkıp geldiklerini ve beni sobelediklerini hayal ediyorum. “Saklambaç oyunu sona erdi. Yeniden toplanma vaktidir!” denmesini bekliyorum. Düşten gerçeğe düştüğümde ise çocuk olmadığımla ve gelmesini beklediklerim gelmeyeceği ile yüzleşiyorum. Tüm yaşanmışlıkların en can yakıcı tarafını artık daha iyi sezebiliyorum.

Bir sürü şeyi unutmak istedim yazmayı bıraktığım günlerde. Durmadan yinelenen şeylerin esiri olmaktan ürktüm her nefes alıp verişimde. Aidiyet duygumun sarsıldığı anlarda her türlü kurmacalardan kaçmak istedim. Çünkü kurmaca hayat, hastalıklı bir aşk gibi geliyor bana. Giderek daha da örseleyici hale dönüşen bir bağımlılıkla hayatımı sürdürmek istemiyorum. Şekilsizleşen ve mayası bozulan kent dekoruna prangalanmış olarak yaşamayı yakıştıramıyorum kendime. Gerçek bir direniş bu! Tüm yıkıcılığına karşın medeniyetin içinde kendim olarak kalmaya çalışıyorum. On beş yaş sevdası değil bu. "Ben kimim?" sanrılarından daha öte bir noktada olduğumu biliyorum. Sadece olduğum gibi yaşamak istiyorum.

Kendimi yaşayabilmem için ne istediğimi bilmem gerekiyor, bunu sezinliyorum. Daha önceleri elimde kocaman bir silgi olsun istiyordum, bütün hüzünleri silebilmek için. Şimdi ise sadece anlatabilmek için insan öyküleri istiyorum. Kalem insanlıktan çok sonra yaratılmış bir şey. O yüzden öyküler yaşıyor, kalem kırılsa da artık biliyorum. Öykü için insanların arasına karışmak gerekiyor. Üryan yanlızlığımı şimdilik ardımda bırakıyorum.

Sessizliğin bana iyi geldiğine inanıyorum. Sade bir aklın önderliğinde, yalın ayak yürümek istiyor Uzağa Giden. Çünkü, suskunluğumda öğrendim ki sözcüklerin süse püse ihtiyacı yok. Bu gök kubbe altında söylenmemiş bir sözcük kalmamış. Her mırıltı aslında anlamlandırılmayı bekliyor. Kelimelerin anlaşılmaya ihtiyacı var. Yazılanlarla yazgıları diriltirken, kelimelerinde uyandırılmaya ihtiyacı var.

İşte bu nedenle yazgıları kaleme almaya karar verdim. Yaşanmışlıkların elbise olarak asıldığı gardroptan bir gün giyinip, yazılarımı öyle yazacağım artık. İyi niyetim ya da merhametim ne kadar büyük olursa olsun başkalarının yaşadığı acıları, kırgınlıkları gözümde canlandıramıyorum çünkü.

Döndüm... 




Fotoğraf: Özgür Çakır

2 Temmuz 2010 Cuma

BU DA SEZON BAŞLANGICI




Günün birinde “Bitti canım. Hadi düş bakalım önüme, gidiyoruz. Senin ömür buraya kadarmış yavrum.” dediklerinde; “Yahu dursaydın bi! İşti, evdi, çocuklardı, oydu, buydu derken, hayatı ıskalamışım ben. Dur da baştan alalım be hacı! Daha yapılacak çok iş, yaşanacak çok şey var. Bi daha başlayalım. Yeniden yaşayalım. He, olma mı?” deme şansın olmayacak ey okuyan. Geçmiş ola!..

Gerçekleşememiş, küçük hayaller sandığının dibinde küflenmeye bırakılmış bir iki eşsiz, el işlemesi parçayı çıkarmak için emekliliği bekliyordum. Şunun şurasında iki bin on altı yılına ne kalmıştı ki? Her şeyi boş vermiş, kendimi kurmalı, oyuncak bir robot gibi olayların gidişine bırakmıştım bir süredir. Tek farkım sağa sola çarpmama ayarımın bozuk olmasıydı. Çamaşır asarken p.pomu pencere köşesine, duştan çıkarken dizimi küvet kenarına, koltuktan kalkarken ayağımı sehpa kıyısına vurup morartmak benim en büyük tutkularımdandı. Mutfak tezgahından düşüp düşüp çanak çömleği sakatlamamdan ise hiç bahsetmiyorum dikkat ederseniz. Zira konumuz bu değil.

Sadede gelmeden evvel daha ne kadar uzatabileceğim konusunda aranızda bahislere tutuştuğunuzu, kiminizin “Meraklanmayın, hatun manyak falan ama, sonunda kesin bir yerlere bağlayacaktır .” diye arka çıktığını; kiminizin de “Ya hala bunun deli saçmalarıyla uğraşmaktansa gidip Bitter’in kendini öldürüşüyle kahrolup salya sümük ağlamak daha iyidir.” diye bu garibi harcadığınızı duyar gibiyim. Telaşa mahal yok sayın okuyan. Elbette, her daim olduğu gibi bağlıyciim efenim, az sabrediniz.

İşte yine böyle kendimi rölantiye alıp, önüme konana eyvallah demekle meşgul olduğum, hanım hatun oturup fatura neyin kestiğim günlerin birinde, şeytanın darbeleriyle irkiliverdim. “Dursana be, ne dürtüp duruyon?” dememe, kendisiyle hiç muhatap olmamama karşın rahat vermemekte kararlı görünüyordu. Benden ne istiyordu? Neden bunca zaman sonra, yine beni kurcalamaya niyetlenmişti? Bilmiyordum. Tek bildiğim, sürekli mıncırıp durduğu ve “Hadisene, tekrar hesaplatsana, kaç yaşında emekli olacan bi baksana.” diye diye, tepemde şarkılar söylediğiydi.

Uydum sayın okuyan. Sonunda şeytana uydum. Değil mi ki; tüm hayalleri emeklilik üzerine kurmuş, tüm planları iki bin on altı’ya yapmış, tüm yaşanacakları o yıllara ertelemiştim. Değil mi ki; ince ince işlenmiş o dantelleri çıkarıp hayatın kalanını süsleyecektim. E baksaydım ne olacaktı? Yaşanacak o tatlı anları düşleseydim yeniden, mutlu olsaydım fena mı olacaktı?

Açtım Sürekli Süründüren Kurum iken Sürekli Güldüren Kurum halini alan, devletimize zeval gelmesin, bak nasıl da koruyor çalışanını teşkilatının sayfasını. Girdim tüm verileri.

Lakin o da neyin nesiydi? Ne demeye çalışıyordu bu hesaplama zımbırtısı? Ne demekti iki bin yirmi altı? “On beş yılın var hayallerin gerçekleşmesine daha, k.çının kılları ağarmış olacak, bi halt edemeyecen, alırsın üç kuruş emekli maaşını, güzel bir kefen yaptırırsın artık kendine.” mi demeye çalışıyordu? Aman Allah’ımdı. Olamazdı. Olabilemezdi.

Neyse ki cinsiyetimi erkek olarak işaretlediğimi fark ettiğim ve tekrar hesaplama yaptığımda gördüm ki; canım devletim, kademeli olarak geçirme politikası gereği yine de bir beş yıl eklemiş emeklilik hayallerimin yol mesafesine. Polyannacılık oynadım, on yıldan iyidir dedim. Buna da “Eyvallah” dedim. El mahkumdu. Yapacak bir şey yoktu. Dua etmeliydim ki; ben emekli olana kadar, biraz daha geçirmesindi.

Lakin uyandım sayın okuyan. Aman o da olsun, bu da gelsin, şu da geçsin diye diye; ömür nihayete yaklaşmaktaydı. Artık bu insan evladının da kendisi için bir şeyler yapma zamanı gelmiş de geçmekteydi.

Şimdilik aha şu resimlerdeki yere gidip kafamı toparlamalı ve yeni kararlar almalıyım. Sonra, bomba gibi, fişek gibi kaldığım yerden değil, olmak istediğim yerden hayata yeniden başlamalıyım. Küflü hayaller sandığını boşaltıp temizleme, güve yeniklerini onarma, şeytan sidiklerini yıkama zamanıdır artık.

Haydin kalın sağlıcakla sayın okuyan. Ben bu masmavi denizde boğulmama mücadelesi verip havuzda çim çim çimmeye çalışırken, torosların nefis havasını ciğerlerime doldururken, siz de kendinize iyi bakın olur mu? Öpüldünüz.