28 Eylül 2010 Salı

vicdan


dilimizden bir bir eksilirken kelimeler
olup bitenleri anlıyorsan
bana da anlat

hayatımızı
yüksekçe bir duvardan
aşağıya yuvarlıyor sanki birisi
sırça bardak gibiyiz
bir anda
tuzla buz olup
dağılıp gideceğiz

bundandır
uykularımızdan sıçrayarak uyanışımız

oysa bizim
taşınamayacak kadar ağır yükümüz yok
ne insan yönetiriz
ne de komuta ederiz
sen ve ben
öylece yaşar gideriz

seni bana
beni sana
bağlayan
sürekli bekleyişimiz

bekleyişimizin sonu geldi vicdan

ne olacağını ben sana söyleyeyim şimdi

karanlık adamlar gelecek
aydınlık vaadiyle
benim düşlerimi, düşüncelerimi
diken sayıp sökecekler bir bir

sonra
görünmez duvarların ardında
bulutların rengini düşleyeceğim
azatlı özgürlüğün başladığı gün ise

hangi köpeğe kemik olacağım şimdi ben!
diye düşüneceğim

olmadı inleyeceğim
seni sayıklayacağım

vicdan...

Fotoğraf: Marc Ribound

25 Eylül 2010 Cumartesi

Umut Çocukları Okulda Kampanyasının Ardından...


BirMilyonKalem.com yepyeni bir başarıya daha imza attı.

"Umut Çocukları Okulda" kampanyası

Kampanyamız çerçevesinde Yalova Çınarcık İlköğretim Okulu öğrencilerine yönelik başlattığımız "eğitim yardımları" geçen gün dağıtıldı. Yavrularımızın sevinci görülmeye değerdi.

Başta editörlerimiz ve bu kampanyada bizlere bizzat yerinde destek sağlayan sevgili Pabuç olmak üzere tüm yazar, okur ve destekçilerimize, ayrıca hediyelerin çocuklara dağıtımındaki katkılarından dolayı okul yönetimine teşekkür ediyoruz.
yazarlarımız, okurlarımız, gönül veren destek olan tüm arkadaşlarımızın desteği ile hedefine ulaştı.

Yeni kampanyalarda buluşmak dileğiyle.

Bir milyon kalem . com
Editörleri







Not: Okul kütüphanesinin masal ve öykü kitabı ihtiyacı sürmekte. Kampanyamız eğitim yılının başlaması nedeniyle sonlandırılmasına rağmen dileyen okurlarımız yardım göndermeye devam edebilirler.

19 Eylül 2010 Pazar

Seyahat Özgürlüğümü İstiyorum!

Sayın Cumhurbaşkanım,

Seyahat özgürlüğü temel bir insan hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 13. ve Anayasamızın 23. maddesiyle hepimiz için güvence altına alınmıştır. Ancak buna rağmen dünyanın en pahalı pasaport ücreti Türkiye'dedir.

Üstelik bu ücret, yürüttüğümüz kampanyaya karşı duyarlılık gösteren hükümetimizin geçtiğimiz Haziran ayında %50 indirim yapmasına rağmen böyledir. Dünya ortalaması 50 ABD doları olan 5-10 yıllık biyometrik pasaport ücretleri, Türkiye’de 225 ABD dolarıdır. Her yıl otomatiğe bağlanmış pasaport ve harç zamlarıyla ücretleri sürekli artmaktadır.

Türkiye’de asgari ücret yaklaşık 400 ABD dolarıdır. 4 kişilik bir aile yurtdışına çıkmaya karar verdiği zaman ödemesi gereken pasaport ücreti ve harçlar yaklaşık 950 dolar tutmaktadır. (fotoğraf+işlemler+yurt dışına çıkış harcı) Bu ücretlere vize harçları, ulaşım ve konaklama masrafları dahil edildiği anda bir kişinin veya ailenin yurtdışına çıkmasının önüne yüzlerce dolarlık bir duvar örülmektedir. Bu durum, Anayasamızın 23. maddesinde yer alan "seyahat hürriyeti"nin ekonomik engeller çıkarılarak açıkça ihlal edilmesidir.

Biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak hükümetimizin Türkiye’ye uygulanan vizelerin kaldırılma politikasını ve Anayasa'da seyahat özgürlüğünü geliştiren değişikliği yürekten destekliyoruz. Ancak bu ülkelere gidebilmek için, önce makul ücretlerle pasaport alabilmek istiyoruz. Devletin yurttaşlarına vermek zorunda olduğu uluslararası kimliğini, onlara "satmasını" istemiyoruz.

DÜNYANIN EN PAHALI PASAPORTLARINI KULLANMAK İSTEMİYORUZ!

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının da tüm dünyada olduğu gibi 50 dolar ücretle pasaport alabilmesini; Anayasamızın “eşitlik” ilkesine aykırı bir şekilde harç ödemeyen ve vize ayrıcalıklarına sahip olan Yeşil Pasaport sahibi devlet memurları ve aileleriyle aynı hakları olmasını; “değerli kağıt” olan pasaportların harçlar kanunun dışında değerlendirilmesini, her yıl zam yapılmamasını istiyoruz.

Unesco 2011 yılını tüm dünyada Evliya Çelebi yılı ilan etti. Bizler Evliya Çelebi'nin torunları olarak seyahat özgürlüğümüzü geri istiyoruz!


Saygılarımızla

Seyahat Özgürlüğü Gönüllüleri

Önemli Not:
T.C. kimlik numaranız, doğum tarihiniz, kimlik numaranızı doğrulamak için alınmakta, bu bilgiler sistem içinde kesinlikle saklanmamaktadır. Amacımız sadece gerçek T.C. yurttaşlarının imza kampanyasına katılmasını sağlamaktır.

Bu kampnayaya destek vermek için sadece bir imza atmanız yeterli. Aşağıdaki linke tık tık...

17 Eylül 2010 Cuma

İNCEGÜL TATİLDE PART TUUU'YA BUYURUN


Nerde kalmıştık efenim. Heh işte biz yukarıya çıkıp yerleşmeye çalışırken bebeler durur mu? Durmaaaz!.. Bavulları orta yere bıraktıktan hemen sonra kendi odalarını terk edip kapımızı yumruklamak suretiyle, kibarca bizi dışarıya davet ettiler. Oysa ben, o odaya kendimi kapatıp kuşlarla muhabbet edecek, börtü-böcükle haşır neşir olacak, balkondaki yeşillikleri koruyup kollayacaktım. Üstelik koca kişisini de bunun bir tür meditasyon olduğuna, tatilimizi burada, bu odada hücre hapsi şeklinde geçirirsek, şehrimize döndüğümüzde dingin, huzurlu, arınmış ve nirvanalara ulaşmış bir ruh haliyle yaşamaya devam edeceğimize ikna edecektim. Heyhat sıpalarım bundan bihaber, dünyevi zevklerin peşine düşmüşler, “hadi anne yaaaa… havuza inelim artııkkk!” şeklinde çemkirmekte ve otel ahalisini ayağa kaldırmaktaydılar.

Neyse ki havuz başındaki şezlongların çoğu boş idi. En güzel konuşlanmışlarından birine kendimi besili bir camış zerafetiyle bırakıp, koca kişisine de hemen dibime çömmesi talimatını verdim. Kendisine, en zarif ve en kibar halimle, sağa sola bakması halinde gözlerini oymak, etlerini çimdirmek, kor halindeki mangal kömürünü sırtına bastırmak suretiyle yapacağım türlü işkenceleri hatırlatmayı da ihmal etmedim tabii.

O esnada bebelerim havuzda şen şakrak oynaşmaya, birbirlerinin saçına yapışıp suyun dibinde en fazla tutma yarışması yapmaya, merdivene sıkıştırıp boğmaca oyunları oynamaya başlamışlar ve mutluluğumuza mutluluk katmaktaydılar.

Ne olduysa işte o anda oldu. Önce şezlonglar birer birer doldu, sonra suyun o eşsiz dinginliği insan sesleriyle büyük bir karmaşaya dönüştü. Aman allaaam, işte uruslar sonunda gelmiş, topraklarımı işgal etmişti. Buna müsaade edemezdim, etmeyecektim, etmedim.

Bir insan ırkında, hiç mi kıl tüy olmaz idi? Ten dediğinde hiç mi pürüz bulunmaz idi? Yahu bunlar nasıl kadındı ki, bir gram yağ, bir kabukçuk selodit bulundurmuyorlardı bünyelerinde. Allaaam, neden, neden nedendiiii? Lakin, sadece hatun milletinin insanlarında değil, bunların erkek cinsi olanlarında da aynı durum söz konusu idi. Siz bakmayın “Ay onların kadınları güzel ama adamları bi b.ka yaramaz. ” diyen kıllı, kıpçıklı bizim hanzolara. Bebeler hakikaten güzeller, aç parantez, dünya ahret gardaşım olsunlar, kapa parantez. Ah bir de hepsinde bir slip giyme çılgınlığı olmasa idi… Gençlerinde fena durmuyordu da, Yüz yaşındaki Yuri Emmi’ye altına yapmış da temizlemeyi unutmuş görüntüsü veriyordu. Nitekim tiksinçtirici bir durum idi.

Neyse efenim, konumuzdan sapmayalım. Ne diyorduk; hatunlar güzel, e bikinileri de hap kadar olunca, haliyle insanın gözü kayar. “Şimdi bunun için adama da kendine de tatili zehir etmenin alemi yok.” dedim kendime.

Tamam kadın milletinin egosu en güzel, en akıllı, en şık, en sempatik kendisi olsun ister, kabul. Öyle olmasa da sevdiceği ona böyle hissettirsin ister. Lakin, sizin de bildiğiniz üzre henüz böyle bir erkek icat edilmedi dostlar. Kompleks yapmanın alemi yok. “Amaaaan, bırak ne hali varsa görsün, sen hayatın tadını çıkart kızım. Dönüşte seni zorlu bir yaşam savaşı bekliyor. Ne uğraşacan. Zamanında Baltacı tutaydı uçkurunu, bunlar zaten azmazlardı bu kadar.” dedim, yine kendime.

Komplekslerimi tuzlu suyun dibine gömdüm ve kendimin farkına vardım. Artık o kadar da güzel görünmüyorlardı gözüme. Peehhh…! Canım, ben de güzeldim. Bu sıska, bembeyaz, süs bebeklerini mi kıskanacaktım? Onları oldukları gibi kabullenmeye karar verdim. Hatta günler geçtikçe, dostluk çerçevesinde ve bildiğim bir iki Rusça kelime ekseninde muhabbetler bile geliştirdim hatunlarla.

Ben böyle olgun, kendinden emin, komplekssiz ve güvenli bir şekilde ortalıkta dolanırken koca kişisi ne mi yapıyordu? Elbette içeceklerine karıştırdığım ilaçlar sayesinde, günün büyük bir kısmını odada uyuyarak geçiriyordu.

Ne? Ne? Neee? Ne yani, bretim pitimi, savunmasız, biçare ganaryamı, gınalı guzumu, gurt sürüsünün içine mi bırakaydım? Yapmayın sayın hatun kişileri!.. Hangimiz bu kadan da güveniyor beyine bu devirde? Sorarım size. Hatta türküsü bile var. Eşşeği saldım çayıra, otlaya karnın doyura, gördüğü düşü hayıraaaaa, yoranında…

Şimdi gidiyorum. Meraklanmayın sayın okuyan. Çok yakında geri geleceğim. Çileniz dolmadı daha. Nihohahahaaaa…

16 Eylül 2010 Perşembe

YENİ SEZON PART BİİİRRR....


Gönül ister ki; yıl boyu, gün dağların ardına çekilene kadar kızgın kumlardan serin sulara atlansın, öğünlerle ilgili sıkıntı “bugün ne pişirsem” değil; “yemeğe giderken ne giyeyim” olsun, bütün gün yiyip içip malak gibi yayılınsın, gak deyince havyar, guk deyince şuşi servisi gümüş tepside gelsin.

Ama, heyhat, siz de bilirsiniz ki hayat böyle bir yer değil sayın okuyan.

Yaz bitti, tatil bitti, benim kabusum kış; sizin kabusunuz ince kişisi geri döndü. Vatana millete hayırlı olsun.

Bu yıl tatil organizasyonunu koca kişisi sponsorluğunda, zeka küpü, ortam insanı, organizasyon komitelerinin bir numaralı elebaşısı olan bendeniz gerçekleştirdim efendim. Dağların eteğinde, denizin kıyısında, doğa harikası, sevimli mi sevimli, sakin mi sakin bir tatil beldesinde kafa dinleyecek, şehrimin yapış kokuş nemine, tiksinç sıcağına inat, püfür püfür orman havasında serinleyecek, buz gibi sularda, bir göl kuğusu edasında çimecektim. Bir sevinç, bir coşku, bir neşe, hatta pür neşe hazırlıklar yaptım. Lakin, kara bahtım, kem talihim beni oralarda da rahat bırakmayacaktı elbette. Bunu bilecek kadar çok görmüş, çok geçirmiştim ya yine de umut etmekten geri durmayacaktım.

Ne midir, bu güzel tatil etkinliğinde beni bahtsız bedevi gibi çöllerde kutup ayılarının önüne düşüren. Anlatayım efendim. Buyurunuz bir alt paragrafa geçiniz.

Bendeniz ve benim çekirdek çerez ailem, en tatil kıyafetlerimizi, en yarım donlarımızı, en turist şapkalarımızı ve bitter gözlüklerimizi kuşanıp düştük yollara. Otel pek güzel, pek şirin, pek nezih görünüyordu. Sevindim. Zira, benim lüküs düşkünü, kalite aşığı kocam kişisi mızıkçılık edebilir, “nerde len bu otelin, suyu yirmi bir buçuk dereceye ayarlı cakuzisi, helalar altın kaplama değilmiş, hiç beğenmedim, aaa bu yatağın içinde zümrüt-ü anka kuşu tüyü olmalıydı” şeklinde sitemlerini dile getirebilirdi. Getirmedi. Beğendi. Lakin, oteli mi, yoksa içindekileri mi daha çok beğendi, işte onu tam algılayamadım.

Bir dakika yahu yazara çemkirip durmayın sayın okuyanım, anlatıyorum işte.

Daha resepsiyonda, daha misafirliğimiz çıkmadan bomba patladı. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz, kendilerine mecburen, ne diyeceğimizi bilemediğimizden “hatun” dediğimiz yaratıklarla doluverdi bir anda. Benim koca kişisinin gözleri bi földürse de, yerinde müdahalem sayesinde kendine geldi. “Abooovvv” dedim. “Ben ne halt ettim?” dedim. “Kendi ellerimle, kendimi ateşe atıveedim a dostlaaa.” dedim. Ne desem fark etmeyecekti nasılsa. İstediğim kadar saçmalayabilirdim artık. Eşeğin istemediği ot önünde bitermiş böyle. “Le ben bu süt urus hatunların içinde ne b.k yiyecem şimdi” diye düşünerek odaya çıktım.

Evet sayın izleyici!.. İncegül bundan sonra ne yapacak? Sütlerin topunu tuzlayıp süt kesiğine mi çevirecek? Yoksa kaderine razı olup tatilin tadını mı çıkaracak? Azzz sonraaaa…

To be Contunie bebeeem. Şimdi şu işlerimi bi toparlayayım. Çok bi kısa sürede görüşeceğiz yine.

g'elin kız



güneşi yaktım bu sabah

yok
yok
tanrı falan değilim

sadece ondan önce uyandım

kızdı bana
haklıdır
kim kendisine kuma ister?

doğar doğmaz
sırtımdan vurdu beni
canımı yakamadı da
yüzün gölgemde kaldı

hiç böyle görmemiştim seni
yüzünde çizgiler varmış
seçti gözlerim bir bir derinlikleri
teninin altında seninde can varmış
insanmışsın

gölgemde kal sen
mini kız
büyütürüm ben seni usulca
g'elin etmem
vermem ellere

yoksa uzağa kim gidecek?


Fotoğraf: Özgür Çakır

14 Eylül 2010 Salı

Absürt


rüyasında atlar kişniyordu
rüzgar
ihanete zorlarken yaprakları

ağaçlar bir bir üryan kalırken
tuhaf bir suçluluk içindeydi gökyüzü

suyu acı göle dalmış
bi başına küçük kız çocuğu
kapalı pencerelerin ardında kalmış
huzura bakıyordu

boş saksılara baktıkça
içi ürperdi

korkusundan pay aldı solucanlar
soluğunu kesmek istercesine
topraktan çıktılar
bölüne bölüne çoğaldılar
üzerine yürüdüler

siper oldu küçük kızın önüne
sarı yaz

yeşilin sarıya olan aşkını
anlattı ona

önce kırmızıya dönüşüp
yanıp kavruldu

yetmedi

yerlerde süründü

renkler yer yüzü ile dalga geçerken
tuttu kızın ellerinden sarı yaz

dokundu yüreğine

burası acı göl değil
bırak yolunu bulsun kandan ırmak
bulsun ki nefes al

yoksa hep "uzak" kalırsın


Fotoğraf: Özgür Çakır

13 Eylül 2010 Pazartesi

9 Eylül ve Çirkin Kral



hayatımın senaryosunu ben yazdım
zihnime kader inzibatlarını dikme
çirkin demişsin bana
varsın olsun
çirkef dünyaya, kral olsam ne!


*******

sen bilmezsin
bir gülümseyiş belirir yüzümde
sarı yaz başında
seni selamlayışımdır o

gülücüklerim yaklaştırmaz seni bana
o filmde
sana sarılan kara saçlı kız gibi
hissederim kendimi
her dokuz eylülde
kollarımın arasında kayıp gidersin

uzağa...

ne yapalım
ölüm Allah'ın emri ayrılık olmasa!



Fotoğraf: Özgür Çakır