30 Ekim 2009 Cuma

k'uyu



tahta dil
biteviye söyler bildik cümleleri
kulağın duyduğunu
sahi yürek de işitir mi?
acı ya da tatlı
ömür adeta bir göl
sınırları belli bir suda
ne kadar öteye gidilebilir ki?
işte bundandır azizim
dipsiz kuyulara dalmalarım


Fotoğraf: Özgür Çakır

27 Ekim 2009 Salı

YAŞASIN CUMHURİYET



dün uçaklar semayı ay yıldızlı bayraklarla selamlarken
Ilgaz isimli küçük bir çocuk evinin balkonundan onlara haykırıyordu!
"NE MUTLU TÜRKÜM DİYEBİLENE!"

Sözde domuz gribi senaryoları ile ülkenin kalbindeki törenleri erteleyenler...
Yıllardır okul bahçelerinin duvarlarının dışına çıkamayan kutlamaların sesini kısanlar...
Bugün sadece provalarda coşan
Yarını ise büyük bir heyecanla bekleyen
Yüreklerdeki hiç bitmeyen memleket aşkına ne yapabilecekler !?

86. YAŞIN KUTLU OLSUN CUMHURİYET!
Varoluşunda emeği, azmi, umudu, duası ve canı olanları şükranla anıyorum!

Biz bir 10. Yıl Marşı yazamadık sana aynı coşkuyla........................
Çocuklarımız dilerim seni söyler, kendi varoluşlarıyla...............................


26 Ekim 2009 Pazartesi

menzil



anımsama ile unutma arasındaki menzildesin
yüreğinin gücüdür unutmak
anılarsa kalp hasatın

bilirim bazı sakladığın günler var kendine
onları gözyaşlarınla besliyorsun
tam gönül kurudu derken...
yağmaya başlıyorsun
önce damla dala
sonra çisil çisil
olmadı tokat tokat akıp gidiyorsun

etme!

anılar bitkilere benzer
bazı bitkilerden hemen kurtulmak gerekir
eğreti olanları kes gitsin

neden mi?

hayatın tatları filizlensin ömrümde
gelişsin
boy atsın
çiçek açsın
yoksa yürek kurtlanıyor



Fotoğraf: Özgür Çakır

20 Ekim 2009 Salı

HÜZÜNLÜ ÖKÜZÜN GÖZ YAŞLARI


Sarı sıcak yaz, yerini turunç kokulu hazana bıraktı nihayet. Sabahları omuzbaşımız ürpermeye, geceleri yorgan özlenmeye başlandı. Ve fekat benim derdim yine başka elbette.

Hani bu mevsimde insanoğluna bir duygusallık, bir hüzün çöker ya… Hani buğulu pencereler ardında durup dökülen yaprakları seyrederken; ya da ne bileyim ılık yağan yağmurun sesini dinlerken bir deniz kenarında, daldırır ya gözlerini uzak ufuklara. Hani başını iki elinin arasına alır, dirseklerini ahşap masaya dayar da bir türkü tutturur ya insan, acı kokan, hasret kokan, belki aşk kokan. İşte bana hiç bu şekil bir şey olmaz dostlar.

Sonbahar geldi miydi bana böyle bir mallık, bir kütlük, bir camışlık gelir ki sormayın. Pofidik terliklerimi ayağıma, üç beden büyük, yerleri süpüren hırkamı üzerime geçirip günlerce çıkarmayayım, bütün gün oturayım, yatayım; çok yorulup yeniden oturayım; ondan da sıkılıp yine yatayım şeklinde yayılmak isterim.

İsterim ki; hiç kimse benden bir şey istemesin, hatta mümkünse herkes bana hizmet etsin. Gak deyince su gelsin, guk deyince sofralar donansın. İsterim ki dünya yansın ama benim bir kalbur samanıma bi şeycik olmasın. Ortalığı su bassın da yeşil başlı gövel ördek gibi umrum olmasın. İsterim ki tek derdim Bitter’in Düldül’e gidip “Kocam beni ööptüüü…” diye ağlaması olsun. İsterim ki bu bünye “Lem Düldül öperken iyiydi s.rtük. Adamceyiz yapınca mı namuslu oldun?” diye çemkirmeyecek kadar geniş olsun. Hatta “Vah yazık yavrucağa!..” diye teselliler sunsun.

Lakin ne mümkün a dostlar, ne mümkün? Mikrobun, virüsün cirit attığı, bilumum gözle görülmez haşeratın kol gezdiği, baytların vicut kabuklarımızı afiyetle kemirdiği şu günlerde, İncegül şahsiyetinin “Len akşama kadar çalıştım, giyeyim üzerime ayucuklu picamalarımı, çekeyim ayağıma köpecikli terliklerimi, alayım elime bol köpürcüklü kayfemi de şööle bir keyif yapayım.” demesi, hatta bunu aklından geçirmesi bile yanlıştır. Kabul edilemez bir düşüncedir. Hemen unutulmalıdır.

İncegül akşam oldu muydu öncelikle yavrularının ortalıkta bıraktığı atıklardan kurtulmakla başlar işe. Okula giderken çıkarılıp mıncıklanmak suretiyle yatağın altına bırakılmış eşofmanlar, okuldan gelince soyunulup birbirinin içine sokulmak suretiyle yer kaplaması önlenmiş ve top şekline getirilmiş ceket pantolon gömlek üçlüsü bir bir alınıp “Ulen, insaf be! Sabahın beşinde kalkıp ütüledim bunları be!” diye türküler söylenip gözler uzak ufuklara daldırılır. Lakin bünyenin sükuneti de o ufuklara doğru uçaar gider.

Sonra antrenmandan gelip spor çantada bırakılarak iyice etkisi artırılmış olan, koku tesirli bir çift bomba alınıp “Ya ne iyrençsiniz ya, ulen bu pislikleri tekrar ayaana nasıl giyecen len sıpa?” şeklinde şiirler okunarak iyice duygusala bağlanır. Zira günlerden hazan, vakitlerden günbatımıdır. Yemek, sofra, bulaşık, yıka-pakla, süpür-sil hayat geçer… Böyle böyle geceler olur, sabahlar olur, koşturulur, sinirlenilir, Bitter’in saçı başı yolunmak istenir... İşte böyle böyle hafta biter.

Her Pazar olduğu gibi sonbahar pazarları da hijyenik kediniz incegül, evi dip bucak kırklar, çamaşır, ütü, gardrop şeytan üçgeninde kaybolur. Orasını burasını morartmak pahasına, kendini ordan oraya savurur, iyice bir ormantikleşir. Akşama doğru tam işi biter, balkonda şöyle bir kahve keyfi yapmak ister. Bu esnada, ormantikliğin dibine vurmuş koca kişisi seslenir. “İncegül, baksana, gökyüzü ne kadar güzel. Kızılın her tonu var.”

İncegül’ün gözleri çakmak çakmak olur. Şöyle bir dalar, gruba doğru mahsun bir bakış atar. Kahramanımız artık konuya uyanacak mıdır? Birden silkinip kendine gelecek midir? Her normal insan evladı gibi, onun da hazanın sihrine kapılma vakti gelmiş midir yoksa?

Elinde tuttuğu köpürcüğü kesilmiş kahveyi usulca bırakır. Ayağa kalkar. Başını ellerinin arasına alır. Evet evet, o da artık hüzünlü şarkılar, duygulu şiirler okuyacaktır. Onun da her romantik sahnede gözleri dolacak, başını sevdiğinin omzuna dayayıp için için ağlayacaktır. Sonbaharın turunç renkleri, onun da yüreğindeki sızılara işleyecek, o da bir acının kolundan, ötekinin koynuna gezip duracaktır. O da his manyağı olacaktır artık.

Lakin başta da söylediğim gibi, ben her sonbahar öküz gribi olurum dostlar. O gün batımı bana sadece, bugünün akşam olduğunu, yarının pazartesi işkencesi olduğunu hatırlatır. Ve bunu böyle romantik bi etkinlikmiş gibi kafama vuran koca kişisine “Ya niye söylüyon ya… Gün bitti işte bee… Bak şimdi sinirim tavan yaptı ya…” diye çemkirmeme sebep olur. “Var yaa… Hiç romantik diilsin İncegüüül!..” diye söylenen koca kişisini ise duymam bile.

Haydi benim sevgi pötürcüklerim, aşk böcüklerim… Şimdi gidin ve doğanın sararıp solmasını izleyip iyiice bi duygusallaşın. Daha sonra gelin hep beraber ağlaşalım.

9 Ekim 2009 Cuma

KELEBEK ETKİSİ


Teknolojinin önlenemez yükselişiyle birlikte, tıbbın da böylesi ilerlemesi kaçınılmazdı elbette. Sevindirici buluyor, takdir ve taltif ile izliyorum sayın okuyan. Ben gibi cahil-cühela kısmının bile bu gelişmelerden haberdar olması, sevinç duyması şaşılacak bir şey değildir. O yüzden reca ederim şaşırmayınız.

Bu gün “tüpten” değil “tüpte” bebe yapımına değinerek, nice kadının yüzünü güldürmüş, nice ocağın alevini harlamış bu yöntemin ıcığını-cıcığını hep birlikte mıncıklamak maksadıyla toplaşmış bulunuyoruz. Ahaliye her daim faide sağlamak maksadıyla canhıraş çırpınışlarına, yırtıcı tepinişlerini de katan müessesemiz, yine kamuoyunu aydınlatacak bir mevzuyu masaya yatırmaktadır. Kıymetini biliniz.

Tarihlerden dün, günlerden akşam saatleriydi. Bendeniz fedakar, cefakar muhabiriniz İncegül, en az benim kadar manyak olan yarım techizatlı kameramanım günlük ve yeni atadığım başarılı asistanım küçük sıpa Ozi kişisiyle birlikte yollara döküldük. Bu şehrin Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmenin zorluklarını hiçe sayarak, işten çıktığımız ve İstanbul trafiğinin normal adamı bile pisikosomatik paranoyak şizofiren yaptığı vakitlerdi. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra, hastanenin yeni doğan servisinde bir odaya kendimizi güç bela attık.

Zaten güzel yurdum insanı, her konuda olduğu gibi “tüpte bebek yapma” konusunda da ful donanımlıydı. Bu sebeple, programımızı daha ziyade bu bebelerin doğduktan sonra ne gibi arızalar çıkaracağına yönelik yapmayı düşünmüş ve konuyu bu minval üzre bir yola sokmuştuk. Bir tüpbabayla görüşecek ve onun ileriki yaşamında olması muhtemel değişiklikler üzerine öngörülerini dinleyecektik ilk evvela.

Oda kalabalıktı. Büyük anneler, büyük babalar, teyzeler, halalar sevinç yumalağı, sevgi pötürcüğü, aşk kelebeği kıvamında uçuşuyorlardı. Tüplü çiftimizin gözleri parlıyordu. Baba olacak şahsiyetle tanışmak ve kaynaşmak, kendisiyle bir röportaj yapma isteğimizi bildirmek maksadıyla yanaştık. Tir tir titreyen ellerini uzatıp bizi selamladı. Ona heyecanlanmamasını, önünde açılan o zorlu ama bir o kadar güzel yolda yürürken, güçlü, dirayetli, kendinden emin ve sevgi dolu olduğu takdirde en büyük mutlulukların onu beklediğini; lakin bu camışların hep böyle süt kokmayacaklarını, ileriki yıllarda ocağına incir ağacı dikeceklerini, canına okuyacaklarını, anasından emdiği sütü burnundan fitil fitil getireceklerini de söyleyip kendisini bir güzel rahatlattıktan sonra, röportaja başladık efenim. Bkz. alt paragraflar.

Sayın Mamuli Bey, maşallah nurtüpü gibi mamulleriniz, pardon bebeleriniz olmuş, tebrik ederiz efenim. Hangi tüpte pişirdiniz aceba.

Yuro LPG bunlar hanfendi. Pişirmiyorsun, çiğden oluyor.

Aman ne güzel. Peki biz zavallılar gibi normal yollardan, uğraşıp didinip, çabalayarak; ter akıtarak yapsanız daha doğru olmaz mıydı?

Aman hanfendi ne uğraşacam. Baksanıza millet on sekiz sene didinmiş, tırmanmış, dişini tırnağına takmış anca iki camış sahibi olabilmiş –SÖZÜM MECLİSTEN DIŞARI- biz bi kerede hallediverdik toptan işte. Fena mı olmuşlar?

Yok yok pek güzel olmuşlar valla. Peki gaz kaçağı riski taşımıyorlar mı? Yani tehlikeli değil mi? Ateşle yaklaşılabiliyor mu bu bebelere?

Yok yok, hiç meraklanmayın. Gaz kaçağına karşı önlemimizi aldık hanfendi. Gaz kaçırdıkları zaman, direkt halalarını çağırıyoruz, o hallediveriyor.

Anladım. Peki halaları nasıl hallediyor,? Biraz aydınlatsanız bizi. Gerekirse aynı yöntemi kullanırdık.

Efenim gaz kaçağı olan yere ağzınızı dayayıvermek suretiyle ciğerlerinize alıyorsunuz ve atmosfere katışmasını önlüyorsunuz. Tabii bu esnada başka atık maddelerle karşılaşırsanız, biz orasına karışmıyoruz.

Heee… Anlaşılmıştır Sayın Mamuli Bey. Pek şanslıymış aplanız. Böyle ulvi bir görevi kendisine layık gördüğünüz için size minnettardır eminim. İyrenç bir insan olmanıza rağmen kendisi tarafından sevildiğinizi düşünüyorum yine de. Neyse efenim… Bildiğim kadarıyla bunları her yere park edemiyorsunuz. Park sorununa karşı ne gibi tedbirler aldınız.

O konuda da hiç endişelenmeyin İncegül Hanım. Biz onları isteseniz de bi yere park etmeyecez. Evde cam fanus içinde tutacaz. Gelen ziyaretçiler de anca cam ardından bakınıp yalanmakla yetinecekler.

Oyarım…

Ne oyuyon canım sen? Kabak mı? He he he…

Lem Mamuli kişisi, valla gebertirim seni he… Sen kimin bebesini kimden sakınıyon be. Valla yıkarım lem burayı. Dağılın bre gafiller, çipillerimi sevecem.

Oy halası tüpülerini yer onların, yer, yer…

Deniz’im, Demir’im… Kanatlarında rengarenk göğümüzü aydınlatan kelebeklerim. Yırtıp kozanızı özgür bıraktınız kendinizi. Bundan gayrı bize emanetsiniz. Gözümüzsünüz, kalbimizsiniz bundan gayrı. Hoş geldiniz be!.. Sahiden çok hoş geldiniz!..

7 Ekim 2009 Çarşamba

YEMEKTEYİZ AMA BU BİR YARIŞMA DEĞİL VALLA


"Uzun kış gecelerinde soba üstü kestane çıtırdatma etkinliği, koca koca çanaklarla mısır pörtletme çılgınlığı özlemimi bastıracak başka bir eğlence var mıdır acep?" diye düşünüyordum ki; Hom Tivi’yi keşfettim. Keşfetmez olaydım sayın okur.

Biz saatlerce uğraşıp didinip iki tencere yemeği zor yetiştirirken, bu insanlar yarım saatte yirmi kişilik ziyafet sofrası hazırlıyorlar yahu.

Hele Naycella diye bi hatun var, kadın yemek yaparken ve tabii yerken kendinden geçiyor. Mutfağı, alet-edevatı ve en önemlisi bir kileri var ki akıllara zarar. Kutusundan tavuk suyu, kavanozundan közlenmiş biber, hadi içine de konserve bezelye, bitmesine yakın da sal içine pirinci; al sana ana yemek. Poşetlerin içinden ne kadar ot varsa doldur bir çanağa, doğramak yok he, üzerine biraz yağ, biraz limon ve olmazsa olmazımız bijon hardalı; salata da hazır. Tatlı için de evdeki kalmış ekmekleri doğra süte, bas üzerine şekeri. “Hımmm… Bu lezzetlere doyamayacaksınız.”

De get len!.. Tadına doyamayacakmışız… Peee… Ben bunları yemek diye sofraya koysam, benim yavrular açlıktan telef olur be. Bir de bunlar et pişiriyorlar ya güya; tabağa kanı damlıyor vıcık vıcık. Dudaklarının kenarlarından akıta akıta, nasıl bir iştahla yiyorlar anlatamam. Bizim Türk işi koca kişilerinin önüne koysak o et tabağını, kafamıza fırlatmakla kalmaz, kanımızı içerler kanımızı!..

“Yavrularııım, bakın bugün size zencefil ve bal ile tatlandırılmış, yaban mantarlı, ökse otu kökü pişirdim.” diye seslendiğimi, “Bugün yemekte hint menengine bulanmış ahtapot böğrüyle, yanında arpa suyunda marine edilmiş şarap sirkeli su kabağı salatası var canlarım.” diye hönkürdüğümü, “Koca kişisiii, bu akşam datlu olarak şekeri karamelize edilmiş şerili sığır g.tü yaptım şekerim” diye cilvelendiğimi hiç hayal edemiyorum sayın okur. Tahminimce ev ahalisinin de böyle bir hayali yoktur.

Yine de insan özeniyor yahu. Ben de bu aplalar gibi abidik şeyleri bir araya koyup, gubidik yemekler yapmak istiyorum. İki dakkada tatlı hazırlayıp, on dakkada ziyafet sofraları donatmayı düşlüyorum. Kim bilir bıraksalar ben de ünlü bir fıransız lokantasının dünyaca aranan şefi olabilirdim. Tariflerim elden ele, dilden dile dolaşabilirdi. Lakin ne mümkün? Önümü kesiyorlar sayın okur.

Makarnaya pesto sosu koydum geçenlerde; “Üzerine kuş s.çmış” diye b.k attılar caanım nimete. Brokoli çorbasına da “Ispanak yemiş sarhoş kusmuğu” şeklinde orijinal bir isim buldu benim çatlak çekirdek ailem. Hindistan cevizi sütünde pişirilmiş organik yulaf pilavıynan, şarapta marine edilmiş deniz tarrağını birlikte servis etsem, kim bilir ne hikmetler yumurtlar bu hipermaniac yavrucuklar. Benim küçük sıpa bana “Anne, sen karideslere neden bu kadar kötü davranıyorsun? Bıyıkları var diye mi?” sorusunu yönelttiğinde anlamıştım ne menem çocuklar doğurduğumu zaten.

Bizimkilere yapacan bi tencere kuru fasulye, yanına şöyle afillisinden, tane tane pilav. Et, ya da tavuk pişirdiysen mutlaka bir buçuk saat uğraşılarak yapılmış ezme salata eşlik edecek ona. Beğendili kebabı, karnıyarığı, su böreğini on dakikada silip süpürürler de portakallı ördeğe “Iyyyy, yazık anne ya, bu ördeciğin ne kötülüğünü gördün?” diye artizlik yaparlar, saatlerce uğraşıp yaptığın fondüye, fıransız tulinine burun kıvırırlar. Tavuğa yeni tatlar, süprüzler ekleyip öyle sunmak istersin “Tavuk tavuk olalı böyle eziyet görmedi.” ya da “Atasözünde geçen pişmiş tavuk kesin bizimkiydi.” şeklinde iyrenç şakalarla seni rencide ederler.

Aman canıım siz bakmayın benim sıpalara. Onlar ne anlar sosyetik yemekten?

DİBİN PESTO SOSU: Çoğu zaman, “En baba mutfak yine bizim mutfaktır, fıransızı, italyanı, özellikle çinlisi halt etmiş” dedirtse de; pratik bilgiler, mutfakta hızlı olmakla ilgili ip uçları, bizim damak tadımıza da uyabilecek tarifler bulabiliyorsunuz, hiç tanımadığınız ülkelerle ilgili fikirler ediniyorsunuz. Şiddetle öneririm.

1 Ekim 2009 Perşembe

GÖZÜN KÖROLMAYA DÜLDÜL


Yıllar evvel o ödevi hazırlarken aklıma geldiydi. Vallaha da billaha da düşündüydüm. Bunlar gemi azıya alsalar, işi iyice abartıp seralarda, gemilerde mercimek yemeği pişirseler hemi de fırında, sonunda da beraber kaçıverseler dediydim. İki gözüm önüme aksın ki ilk benim aklıma geldiydi.

O zaman ödevimi bu minvalde düzenleyip hocanın önüne atıverseydim ne mi olurdu? Ya “Cins-i sa.pık mıdır nedir? Hiç de öyle görünmüyo yahu! Ne etsek acaba?” diye disiplin kurulunda geleceğim hakkında toplantılar yapılırdı. Ya da arlanmaz, rezil, kepaze öğrenci damgası yiyip eğitim hayatım boyunca bu utançla yaşamak zorunda kalırdım. Bunların bilincinde, çalışkan, dürüst, kendini bilen bir insan evladı olduğumdan; kendi halinde, gayet de namuslu bir dosya yaptım bu romandan ve gönül rahatlığıyla ödevimi teslim ettim.

Ama yirmi küsur yıl sonra bir senarist çıktı ve benim o zaman cesaret edemediğim şeyi yapıverdi işte. Ben aldığım “On” ile ve biraz övgüyle sap gibi ortada kalırken, elin adamı milyonları cebe indiriverdi. Reva mı bu şimdi? Sorarım şimdi ben ortalık yere; “ADALETİN BU MU DÜNYA?” diye.

Zamanında TRT’nin de dizileştirdiği, bin tane laf söylediğimiz, kötü kadın muamelesi yaptığımız Müjde’nin bile seyrederken Ar duyduğu, meşhur Bitter ile Düldül çiftinden bahsediyorum. “Alan memnu, veren memnu, sana ne oluyor?” deme ey okuyan. Anlaticiim.

Malumunuz projenin tartışılmayan bir şeyi kalmadı. Biz de biraz mıncıralım isterseniz.

Dizimizin bebek yüzlü güzeli Bitter’in, o gözleri felfecir okuyan anasının göz koyduğu, zengin ve kerizmatik Ahman Bey’i kafesleyivermesiyle, sandığımız kadar masum olmadığını daha ilk bölümlerde anlamıştık. Muhteşem manzaralı, bi tarafında imdat desen, ancak üç gün sonra yardıma koşulabilecek büyüklükteki evde, çarpık çurpuk, yalpalaya yalpalaya yürürken, çifte kavrulmuş, fıstıklı Hacıbekir lokumu kıvamındaki Düldül’le çarpışması ve onu mideye indirmek istemesi kaçınılmazdı elbette. Bunda bir beis yok.

Yataktan makyajlı ve fönlü kalkan, k.çı, başı yaz kış kapanmayan, her daim, “yi beni, yut beni!” bakışları yüzünden eksik olmayan Bitter’in Düldül efendinin iştahını kabartmaması beklenilemezdi. Bunda da bir beis yok.

Önce kocam olacak diye salyalarını bulaştırdığı Ahman Bey’e, sonra biricik damadım muamelesi çeken, sanki çok çalışmış da yorulmuş gibi o tatil benim, bu tatil benim, sürtüp duran Fındıkçı hatunun; Evinin kadını, yavrusunun anası Mehpeyker’in eski kırığı olduğunu bile bile Düldül’le çalışabilen ve en az karısı kadar mal olan adamın; Kuzeninin kapısında kebapçı kedisi gibi yalanıp duran Nihale’nin; Patronunu tenhada kıstırma planları yapan, ama bu esnada duruluğundan, masumiyetinden, fedakarlığından, pavyonda çalışan Türk Filmi esas kızı namusluluğundan asla ödün vermeyen Madama’nın durumlarında da bir beis yok.

Bütün bunlar gözünün önünde cereyan ederken, kerizmatik kişiliğine, insanı çıldırtan ağırlığını da ekleyerek, gün günden daha da aşık olduğu karısına iltifatlar, övgüler, hediyeler yağdıran. “Ne kadar da mutluyum, huzurluyum. Allah bana onu armağan olarak verdi.” diye ortalıkta sevgi pötürcüğü şeklinde dolanan, Allah senin bin türlü belanı verdi haberin yok Ahman Bey’in bu şapşallığında da bi beis görmüyorum kendi adıma.

“Peki nerde lan bu beis? Ne diye doladın diline?” diye sorduğunuzu, “Sadede gel artık manyak yazan, ne uzatıp duruyon o zaman?” diye çemkirdiğinizi duyar gibiyim sayın okuyan.

Bana ne ya! Kim kiminle ne yapıyorsa yapsın. Zamanında benim yapamadığımı, yazarının kemiklerini sızlatmak pahasına, büyük bir cesaret örneği sergileyerek yapmış senarist. Daha kimleri kimlerde buluşturacak, kimin eli kimin neresine değecek, kim kiminle halvet olacak, daha ne entrikalar dönecek, yaşayıp göreceğiz. Elbette ki tutmuş her “edebi eser katli” gibi bunun da b.kunu çıkartıp, bin yüz seksen iki bölüme kadar uzatacağız. Sonra da bunu “Aile Dizisi” diye oturup hep beraber seyredeceğiz. (Bkz. aynı kanalın sündüre sündüre ishal olmuş bebe b.kuna çevirdiği, göz yaşlarımızı nehirlere çeviren diğer katliam.)

Oysa benim derdim bambaşka!..

Şimdi bu Düldül efendi duygusal, aşık oğlan kimliğinde kadınların gönlünde taht kurdu ya… Hani o Bitter’i her gördüğünde sıcakta iyice yavşamış fukara sümüğü gibi yayım yayım yayılmasıyla “Ayyy yazııık” şeklinde iç geçirmemize neden oluyor ya… Hani bu muhteşem yaratığa baktığımızda hiçbirimizin aklına “Ulen şerefsiz, babalık etti bu adam sana be! Memlekette başka çarpık bacaklı, tahta me.meli hatun kalmadı mı len? Tüü senin kalıbına!..” demek gelmiyor ya... Hepimizde bir Düldül hayranlığı, her birimizde böyle aşık olunma arzusu, böyle bir gevşeme, bir yavşama, bir ahlak erozyonu yaratıyor ya bu yavrucak. Tamam kabul ediyorum; Allah sahibine bağışlasın, taş gibi de bebe. Ama sarışın yahu!..

Hal böyle olunca, zamanında “Iyyyk… sarışın adam mı olurmuş. Ay renkli gözlü erkek hiç tipim diil… Erkek dediğin karayağız, göğsü kıllı, kodum mu oturtan cinsinden olur, bebek yüzlü adamla hiç işim olmaz…” diyen sahiplierkeksever akbabalar, “Zeten bizim ülkede var çok sarışın adam, lazım bize esmer adam janım…” diye kırıtan soyu batasıca Uruslar, “Sarışın olsun, çamurdan olsun, olacaksa Düldül gibi olsun…” demeye başladılar.

Bu da, yıllar yılı, “Ulen nasılsa bu adam sarışın, gideri yok buralarda, hehe salarım bayıra, mevlam kayıra” şeklinde rahatlığın dibine vuran İncegül şahsiyetsizinin “Şimdi b.ku yedik kızım, sonumuz çıksın hayıra” şekli kafiyeler üretmesine neden oldu sayın okuyan.

Üstelik bu koca kişisinde bir kendine bakmalar, bir kilo vermeler, bir kıyafette devrim yaratmalar, bir imaj değişiklikleri, yeni saç modelleri ki sormayın gitsin. Yahu benim yok, adamın göz altı kremi var. O kadar söylüyorum işte.

Şimdi işin yoksa, telefonunu kontrol et, gittiği yerleri takip et, kimlerle görüştüğünü araştır, günde elli kere ara. Ooo… Valla zor iş. Hiç uğraşamam.

Şimdilerde yeni bir dizi başlıyormuş. Başrollerinde de şu bizim esmer güzeli, deliyürek. Dua edelim de bu dizi tutsun, Düldül modası da başladığı gibi bitsin. İncegül de şöyle rahat bir nefes alsın caanım.

Hem kırkından sonra azanı ya teneşir paklar; ya da İncegül haklarmış…

Haydin görüşür, dertleşiriz yine…