15 Kasım 2012 Perşembe

C'est la vie... Kim yönetebilir olacakları?


Telefona uzandı elim. İkiletmeden açtım. Sesi başka çalındı kulağıma. Duraksadım. Her zaman konuşması sıralıdır. “Nasılsın?” der. Demedi… “Rahatsız etmiyorsam sana bir şey sormak istiyorum” der. Demedi… Derin bir nefes aldığı belliydi. Teklemeden sordu. “Evde anneme benzeyen, ama annem olmadığını sandığım biri var”. Kısa bir sessizlik oldu. Ne diyeceğimi bilemedim. İyiyim. Rahatsız etmiyorsun, sor. Evet. Hayır… Sorunun karşılığı bu replikler değildi. “Annendir” deyiverdim. “Annemdir değil mi? Annemdir. Tamam sana inanıyorum Kerem” dedi ve telefonu kapattı. “Sana inanıyorum!” Elimde telefon birkaç kez bu cümleyi tekrarladım. Yüzümde alaycı bir ifade belirdi. Bana kim inanır yahu. Deli işte.

Her gün arar beni. Bazen sekiz dokuz kere. Geçen gün üşenmedim saydım, tam on sekiz kere aramış. Konuşmalarımız en fazla otuz saniye sürer. Hani öyle saatler sürse, günlük hayatın akışını engellese hayatta açmam telefonu. Ama ne zaman arasa açıyorum. Abuk şeyler sorup kapatıyor. “Sence beni uzaylılar kaçırmış olabilir mi?”… “Kız kardeşim yemeğime ilaç atıyor mudur?”… “Karşı komşumuz tecavüzcü müdür?... Mekanik bir sesle tek kelimelik cevaplar veriyorum. Hayır… Atmıyordur… Değildir… Anlık pansumanlarla ona kendini iyi hissettiriyorum. Ben görevimi yerine getirdiğimden, o da sorularına cevap bulduğundan rahatlıyor.

Sabah saatleri… İş yeri sakin. Bermuda şeytan üçgeni arasında mekik dokuyorum. Twitter, facebook, google derken saat öğlene doğru koşar adım ilerlemiş. Hayret telefonum hiç çalmadı. Kapalı da değil oysa. Telefonun sahiden çalışıp çalışmadığını anlamak istediğimden annemi arıyorum. Eğer annemi çekiyorsa bu meret herkesi, her yeri çeker diye düşünüyorum. Valide hanım 5i ağzında 10u boğazında başlıyor lafları saydırmaya, sesi hangi dağda kurt öldü misali. “Bir ara uğra da yüzünü görelim” diyor, özlemiş beni. “Uğrarım” diyorum. Sözü daha fazla köpürtmeden kapatıyoruz telefonu.

Annemle konuşmak içimdeki sisi dağıtmaya yetmiyor. Masamın çekmecelerini açıp kapatıyorum. Hani üşenmesem düzelteceğim. Raflara gelişi güzel konmuş kitapları, dosyaları tarıyor gözlerim. İçlerinden biri çarpsa gözüme hemen ona kaydıracağım dikkatimi. Nafile… Bak ben annemi aradım Sinem, neden sen beni aramıyorsun! Totem yapıyorum o vakit. Sen ara, ben de anneme gitmezsem... Aramayacağını ikimiz de biliyoruz. Ve ben anneme gitmemek için seni kullanıyorum belli ki. Derken kapı açılıyor. Vira bismillah! İçeri bir müşteri giriyor. Sonra bir diğeri… Sonra… Sonra… İçeri giren her müşteri, dakikaları bir bir geçen yelkovanı anımsatıyor ve çalmayan telefonu gözüme, kulağıma sokuyor.

Akşamüzeri...  Karanlık çökünce el ayak çekiliyor. Nihayet bir iki lokma bir şey atıyorum ağzıma. Ne zaman yemek yesem, sen arardın Sinem. “Kayınvaliden sevecek seni…” derdim kendi kendime. Ağzımın içindeki lokmaları alel acele yutar, sorduklarına bir avaz da cevap verirdim. Telefonu kapatınca da boğazıma duran lokmaları mideme göndermek için su içer, hemen bir sigara yakardım. Yemeğimi de yedim ama…

Sigara içmek için balkona tünedim. Hava limonata tadında. Hafif hafif serinlik ısırıyor bedenimi. Kaç zamandır şöyle içimin grisine yakışır bulutlu bir hava olmuyordu. Yağmur patladı patlayacak. Yağmur kokusu… Yağsın be yağmur iyi gider. Uzun uzun sürmesin ama bir iki gün hafiften karartsın ortalığı yeter. Fark ediyorum ki aslında ben ılımlı havayı pek sevmiyorum. Gök gürültüsü, şimşekler, oluk oluk akan sular… Ruhumun sıkıntısı tenimi geriyor. Ve tuhaf olan bu işten garip bir zevk alıyorum. Telefonum cebimde beni suya sal dercesine taklalar atan bir balık gibi. Ne zaman titreşime geçtin sen. Kimin aradığını hiç düşünmeden açıyorum.

Kerem…

Kalbim düdüklü tencere buharı gibi. Nereden nasıl fırlayacağını bilmiyor.

Kerem hani ben seni arıyorum ya…”

Sesimi duysun istiyorum. Makineli gibi konuşuyor. Hiç yapmam ama sözünü kesiyorum.

Arıyosun”.

Beni duymuyor. Duysa da tınmıyor.

Artık aramayacağım.”

Saatime baktım: 15.44… “Yaz kızım ölüm saati…” diye bir replik geçti içimden. Aklım dilime karışamadı. Sus pus halimi, konuş dercesine çakan şimşek bozu verdi.

Peki canım..”

“Doktorum… Doktorum seni aramamın doğru olmadığını söyledi.”

Yağmur başladı. Eksoztan, kirli havadan, atıklardan kararan asfaltın aklanışını izliyorum. Saat hala 15.44… Sokağın ortasındaki su birikintisine takılıyor gözlerim. Serçenin biri suya dalıyor. O kafasını çıkarınca bir diğeri dalıyor suya. Bir yerde bir şey olmuşçasına havalanıyor kuşlar. Gökyüzü görünmüyor. O kadar kalabalıklar ki bi damla yağmur düşmüyor yere.

 “Tamam, arama o zaman…”  diye mırıldanıyorum çoktan kapatılmış olan telefona.






16 Ekim 2012 Salı

Herkesin Rüyası Kendine Benzer


İnsan her gece rüya görür mü? Sevim görüyor. Gitmediği yer kalmadı dünyada. Yakında uzaya el atacak. Aslında içten içe bunu istiyorum. Bir kara deliğe rastlasın diye dua ediyorum. Kara delik bu, uyku muyku dinlemez, insanı yutuverir. Ben de kurtulurum. Hem rüyalarından hem de Sevim’den.

Ne meraklıymış rüya görmeye karım. Hani bir daha evlenecek olursam, müstakbel eşimin kötü huylarını ya da marifetlerini öğrenmek için didinmeyeceğim. Tek bir şey soracağım kendisine. “Rüya görüyor musun?”. “Görüyorum” diyenin… Cennetten düşmüş huri bile olsa daha bakmam yüzüne. Aman aman sakın “rüya görüyor diye hanımla aranı bozmaya değer mi?” demeyin. Değer! 

Neler çektiğimi bir bilseniz her sabah. Horoz öttü mü, Sevim doğruluverir. Ayaklarını iki seksen uzatır yatağın içinde, sırtını yaslar duvara. Gözlerini tavana diker sanki vahiy gelmiş gibi başlar anlatmaya. Kaf dağına çıkar, Asya çöllerini gezer, tropik adalarda ne maceralar yaşar. Sevim rüyasını yarılamadan daha saat çalar, ben kalkarım. “La havle” çekip gömleğimi, pantolonumu ütüler, kravatımı bağlar, çocukları uyandırır, çayı koyarım. Sevim daha reklam bile almamıştır rüyasına. Kız mızırdanır açıktım makamından, oğlan geceden bitiremediği ödevleriyle boğuşur. Masayı hazırlarım bir çırpıda. Sevim daha yeni kutuplara varmıştır. 

Ben çocukken rüyalar sadece görenler için değil, rüya anlatıcısını dinleyenler içinde ilginçti. Malum televizyon, bilgisayar, bermuda şeytan üçgeni “google, feysbuk, tivitır” o günlerde hak getire. Yaşantılarını rüyalara taşıyıp öyküleştirenler pek revaçtaydı o vakitler. Çünkü masal niyetine paylaşılırdı meclislerde. Anlatılanın neresi düş, neresi gerçek, neresi arzu, şehvet bilinmezdi. Bunu kimsenin önemsediğini de sanmam. Çünkü aslolan hikâye anlatıcısıydı. Bizim anlatıcıya bakıyorum da… Kulağım kaldırmıyor anlattıklarını zihnime taşımayı. Veriyorum kendimi işe, çocuklara.
Saat yedi buçuk. Sevim Paris’e yeni varmış. Bilmem kaç yüz tane olan bavullarının gelmesini bekliyor. Ne rüyaymış kardeşim. Sanırsın anası rüya görsün diye doğurmuş Sevim’i. “Başını yastığa koysun, uyanasıya kadar rüya görsün, gece olana dek de gördüklerini anlatsın kızım” demiş herhal. 

Neyse ben kahvaltıyı hazırlar, bir iki parça azık teperim çocukların ağzına. Kendim yerim yemem, düşeriz yollara. Oğlan okula, kız kreşe. Biz evden çıkarken Sevim hâlâ tavana anlatır rüyasını. Seslenmeden kapıyı yavaşça çeker çıkarız. Derin bir soluk alırım her seferinde. Sevim kutuplardadır o vakit. “Don anasını satayım. Ya da kazık çak oraya da geleme bir daha” derim içimden. Çocuklar yanımda olduğundan şöyle rahat rahat da beddua edemem. Oğlan, kız bakarlar yüzüme. Seslenmezler.

Günlerden bir gün Sevim yine kutuplarda, çıktık evden. Kız yapıştı elime, oğlan ardımızda yürüyoruz günün geri kalanına doğru. Kız fısıldadı: “Baba sen hiç rüya görmez misin?”. Aval aval baktım çocuğun yüzüne. Derken oğlan asıldı öbür elimden.”Sahi baba sen hiç rüya görmez misin?”. Şaşkınlığım iki misline çıktı. “Görmem” dedim. Bunun çocukları rahatlatacağını düşünmüştüm. Bari babalarının aklı başında olduğunu bilsinler istedim. Ama düşündüğüm gibi olmadı. İkisi de başları önlerinde, gıklarını bile çıkarmadan yürüdüler. Bir müddet sonra kız hayıflandı. “Desene baba biz sana çekmişiz. Hiçbir zaman annemin gittiği yerlere gidemeyeceğiz.” Oğlan yüzüme baktı. İçimdeki kederi kavradı belli ki seslenmedi. Ya da anlamadı olanı biteni, bir şey deyip erkekliğine helal getirmek istemedi.

Çocukları okullarına bıraktım. Nasıl geldim işe hiç anlamadım. Rüyaları düşündüm. Göremediklerimi. Patates kafamı kaşıdım. Sevim’le ilk tanıştığımız zamanlara gittim. Taze kızılcık memelerini avuçladım, öptüm. Ne zamandır koyun koyuna yatmadık diye hesaplamaya çalıştım, parmaklarım yetmedi. 

Anlayacağınız evliliğimiz Sevim’in rüya görmeye başlamasıyla tepetaklak oldu. Her geçen gün rüyaları çeşitlendi, uzadı. Gün geldi yanından kalkıp gittiğimi fark bile etmedi. Neredeyse gözü çocukları bile görmez oldu. Sadece uyumak için nefes alır hali beni delirtiyor. Ve her gece rüya görmesi… Nasıl çıldırmayayım ki!
Dünya turuna çıkar Sevim her gece. Kabarelere, tiyatrolara, operalara, sosyetik mekanlara gider özendiği kibar hanımlar gibi. Davetlere katılır. Adını daha önce hiç duymadığım yemekler yer, içkiler içer. Bir giydiğini bir daha giymez. Tanımadığı yazar, şair, ressam yoktur. Sevim gezer tozar, benim rüyalarım incinir. Sevim eğlenir güler düşünde. Benim rüyalarımın gözleri dolar ama ağlayamaz. Uykum siyah bir ekrana döner her gece biteviye. 

Sahi ya ben ne zamandır rüya görmüyorum? Belki de Sevim benim, çocukların yerine rüya görüyor. Ben Sevim’i biraz tanıyorsam kesin öyledir. Yoksa nasıl her akşam Paris’te yemek yer, sabah New York’ta uyanır. Oysa Burgaz’a bile gidemedik on küsur yıldır. Sevim rüyalarına benziyor. Belki de rüyaları Sevim’e. 

Fotoğraf: Özgür Çakır

25 Eylül 2012 Salı

Bozkır'a Kim Türkü Söyler Artık

öksüz kalan
gelincik ve kengerlere
bozkır'a
kim artık türkü söyler bilinmez!

sevdiklerimi benden bir bir alan sarı yaz
gidenlerle gidilmiyor..


23 Eylül 2012 Pazar

SENSİN BAAĞYAN...


Dün akşam hiç tanımadığım bir erkeğe usulca sokulup "bi' sittir git be kardeşim. belanı benden bulma." dedim sayın okuyan.

Olay,  ismi lazım değil bir minibüs hattında geçiyordu. Lakin, bir toplu taşıma aracındaki insanlardan çok, konserve kutusuna sıkıştırılmış mısırlara benziyorduk. Herkeste bir şekil yamulması, bir şiraze kayması, bir şanzıman fren yamışması ki evlere şenlik. Üstelik bet beniz sapsarı...

Şöfer efendi, tel maşa reyben gözlüğünün sağ üst camından pörtlettiği gözlerini bize dikip sürekli, "arkalar boş hanımlar, ilerleyelim beyler, orta taraflarda halay çekilir arkadaşlar, lütfen birbirimize yardımcı olalım gardaşlar." diye gazel okudukça sinirler iyice yıpranıyordu. Zira, tüm şofer kişilerinin hayallerini süsleyen o boşluk, hakikaten yoktu. Ve bu hızla üremeye devam ettiğimiz sürece hiç olmayacaktı.

İnsanlar zaten sıcak ve gergin olan ortamda birbirine de gıcık olmaya başlamıştı. Hatta birazdan desteresini çıkarıp en yakınındakini dilimleyecek kıvama gelenler bile vardı. Ben, iki elimle bir boruya sıkı sıkı yapışmış ayakta ve hayatta kalma mücadelesi veriyorken, yanı başımda dikilmiş, bir yandan kulaklıktan dinlediği o iğrenç şarkıyı dışarıya böğürten, bir yandan da kitap okuyan, ayrıca öte yandan telefonuna gelen mesajlara cevap yazabilen ve hatta az sonra çantasından iki şiş, bir yumak çıkarıp örgü örebilecek kadar becerikli görünen genç hatuna da gıcık olmuştum.

Bu yolculuk insanını kulaklık kablosuyla boğup, elindeki telefonu ağzına tıkabilir, fotoğrafını da ibret-i alem için tüm toplu taşıma araçlarına dağıtabilirdim. Böyle derin ve ulvi düşünceler içerisindeydim.

İşte o sıra oldu ne olduysa. Aşağılardan, taa derinlerden gelen bir sesle irkildim. Bu sesi daha önce de çok defa duymuştum. Bildiğin öküz böğürtüsüyle, kapı gıcırtısı arası bi' şey. Belki de yakınlarda bir ayı kendi b.kuna basmış, homurdanıyordu. Olabilirdi bu. Hacmimin ancak yarısını sığdırabildiğim alanda, bi' gayret şöyle bir kıpraşmaya çalıştım önce. Fekat vicutu yerinden oynatabilmek ne mümkündü? Sadece gözlerimi sesin geldiği yöne doğru çevirebildim.

Tanıdık bir huzur aradım, ama bulamadım. Tam da sağ arka tarafımda oturan boğa; tüm duymazdan gelmelerime,  "minibüse  tövbe edecen nasılsa kızım, kimseye bulaşmadan atlat şu vartayı" çabalarıma aldırmadan, tekraren ve tekraren, hatta ısrar kıyamet bana sesleniyordu.

"Baağyaan, çantan omzuma çarpıyoo..."

Omzuna mı? Çantam mı? Çarpıyo mu? Baaağyaan mııı? Hööööyyyytttt!

Hikayenin bundan sonrasını sizin selametiniz, halkın sağlığı, kamuoyunun yararı için yayınlayamıyorum sayın okur. Siz ilk paragraftan anladınız onu.

Kendime dip sos: Arabasız kaldığında, kıy paraya, bin taksiye İnce kişisi. Kefenin cebi yok.

Ahaliye dip sos: Yolunuz, bahtınız açık olsun... Şanzımanınız, balatanız sağlam dursun efenim.

20 Eylül 2012 Perşembe

ARAMAYIN BENİ LEYN...




Bakmayın siz ahalinin "hayaaat sen ne çabuk harcadıııın beniii..." hönkürüşlerine sayın ve yılların eskitemediği okur kitlesi. Asıl bir hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen, elimize geçeni hemencecik çar çur eden, harcayan, bitiren biziz.

Bir zaman en değer verdiğimiz şeyleri bile, pavyona yanlışlıkla düşmüş ama namusundan asla ödün vermeyen Türk filmi asıl kızı misali, kullanılmış bir mendil, bir paçavraymışçasına, hiç acımadan fırlatıp atan bizleriz.

Biz köhnemeye yüz tutmuş insan kitlesi, belki de yaşamı elimize tutuşturan yanına bir de kullanma kılavuzu iliştirivereydi, böyle heba etmeyebilirdik en güzel yaşları. Yine de kıymet bilen bir neslin ahvadıydık biz. Elindekiyle mutlu olmasını bilen... Aza kanaat getiren... Ne ettiysek kendimize ettik o ayrı. Yine de böyle hovardaca yeyip bitirmedik her şeyi.

Merak içinde bekleştiğinizin, "bizim manyak İnce yine neye dellendi böyle?" diye birbirinize hal haber sorduğunuzun farkındayım. Anlatıciim efenim, az kıpraşmayın.

Daha dün canımız, ciğerimizdi ya, tapınıyorduk hep birlikte. Hani "almazsam ölürüm lan." ımızdı. Teknolocinin gelip gelebileceği son noktamızdı. Kuş konduracaktı. Suyu ısıtıp, "hadi canım gel de sırtını keseleyivereyim." diyecekti. Alarma falan ne hacet, çayı demleyip öperek uyandıracak, işimize, okulumuza uğurlayacaktı.

Daha dün biriciğimiz, baş tacımız olup bugün çöp muamelesi gören AYPON DÖRT ES'in şahsında, tüm çabucak sıkılıverdiklerimize, modelini hemencecik değiştirmek istediklerimizedir bu sinir harbi.

"Aypon beşi gördün mü ooolum. Fena bişii. Bi şekil yapıp almalıyım."
"Dört es mi? Hıh... O çoktan aut oldu kızııaam. Emerikadaki kuzin beşini getirecek bana."

Asgari ücretin yediyüzlerde olduğu bir memlekette, üçbin lirayı bir telefona vermek neyin nesi? Nedir bu? Doyumsuzluğumuz, hazımsızlığımızın sebebi midir; sonucu mu? Görgüsüzlüğümüz, açlığımızın nedeni midir; neticesi mi? Şımarıklığımız, ezilmişliğimizin göstergesi midir; ebesinin örekesi mi?

Haydin kendinize mukayyet sayın okuyan.

18 Eylül 2012 Salı

BİG BİG AMBRELLA

Tecrübe denen şey, g.te giren şemsiyelerin bileşkesiyle açıklanabiliyorsa eğer; biz oldukça tecrübeli güruhun en büyük korkusu o şemsiyelerin bir gün gelip tek tek açılabilme ihtimalidir sevgili ve pek muhterem okuyan.

Yine de iyimser bir bakış açısıyla incelersek hayatı, öyle "yaptım kabak dolmasını, çoluk çombalağımla yidim ağşamınan. aman ne mutluyum, pek huzurluyum, sevgi pötürcüğüyüm." kıvamında bir yaşam da sıkıcı olabilir değil mi? Dostundan darbe yiyeceksin, en sevdiğinden ihanet göreceksin, dibe vurup vurup yeniden dirileceksin ki; bi' atraksiyon, bi' fraksiyon, ne bileyim bi' mana olsun.

Hem ayrıca peşinde dolanan kutup ayılarından dolayı sürekli arkanı kollamaktan da vazgeçmeli bir süre sonra. "hööööyyyt! bi gidin len!" diye masaya yumruk vurmak da mümkün. "ne yapayım kaderim buymuş." deyip o ayıcıkları sofraya buyur etmek de. Yoksa ömrünce önünü göremezsin ey okur.

Garip değil mi? İnsanın değer verdiği şeyler sıralaması nasıl da değişiveriyor zamanla. Evvelden uğruna saç-baş yolduğun, kendini parçaladığın şeyler bir anda "si.ktir.et" şekline dönüşebiliyor. Sorgulamalar da bu minvalde başka yönlere kayıyor elbette.

İçimizdeki Polyannacık dip soslarla lezzetlendirmeye çalışsa da, yediğimiz darbeler çoğunlukla kekre ve hatta acı tatlar bırakır damağımızda. Bir daha hiçbir zaman o çocukluk hayalindeki kadar içten gülümseyemeyeceğini anladığın an ise, büyüdüğün andır. İşte o vakit dank eder ki;  bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Asıl acının sebebi de budur sanırım.

Yine de güçlü olmalı insan kısmısı. Daha ziyade kadın kısmısı mı demeliyim acaba? Malumunuz hatun milletinin insanlarının çilesi bitmez. Bitse de hayat arkadan mutlaka bir yenisini yetiştirir. Ömür yolunda elbet bundan sonra da  şemsiyeler olacaktır. Kaçılmazdır. Kaçınılmazdır. Lakin, umalım ki yeni tecrübelerimiz, şu havuz başlarında, yazlık mekanlarda, şezlongların, masaların tepesine kondurulan ve kocaman olanlarından olmasın.

Haydin siz bana uymayın. Mutlu ve pek umutlu kalın sayın okuyan.

KAKAOLU FINDIK EZİĞİ


Bu sabah yarım kavanoz nutellayı ince dilim kepek ekmeğimin üzerine boca ederken  fikrim geldi sayın okuyan.

Düşündüm. Normaldi bu. Ne de olsa insan, düşünen hayvandı. Neden İnce de düşünen öküz olmasındı? Neyse lafı fazla uzatmadan, millet galeyana gelmeden ben sadede geleyim.

Malum okullar açıldı, mini mini bebeler sınıfları doldurdu. Mini mini dediğime bakmayın siz. Lafın gelişi o. Maşallah hepsi zebellah yutmuş gibi yavrucakların. Her yerlerinde lömbür lömbür yağ öbecikleri. Oğlanların memeleri benimkilerden büyük, kızların ardından selodit dağları takip etmekte. Sanırsın, bayıla bayıla yedikleri o yağlı vıcık cipslerin, iğrenç hamburgerlerin, şarküteri dolu pizzaların hepsi isyan edecek, birazdan dışarıya fırlayıverip ortalığa dağılacak.

Bir dilim beyaz peynir, üç-beş zeytin, kokusu tüm sınıfı saran haşlak yumurta ve meyve olarak da elma ihtiva eden o beslenme çantalarının yerini, kantin tostlarının, patates kızartmalarının almasından mütevellit, bebelerimiz maalesef potansiyel kalp, şeker, tansiyon hastası. Ve maalesef çoğu  şişman.

Ispanağın yüzüne bakmayan, taze fasulyeye burun kıvıran, mis gibi kapuskaya "osuruk gibi kokuyo..." yorumu yapan  bir neslin geleceği nokta elbette bu olacaktı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Beklenilen bir şeydi bu son.

Gelelim İnce gişisinin takıldığı, sabahın karga kahvaltı etmemiş saatinde fikir üretmesine neden olan asıl konuya:

Heyhat biz, markete gittiğinde, yağı azaltılmış vırt, şekeri bandırılmış zırt, gluteni sindirilmiş tırt  gibi bi ton zırvalığı  arabasına dolduran, peynirin, sütün, hatta etin laytını arayan, inekler gibi sade suya tirit otla beslenmek suretiyle, ince ve fiit kalmak uğruna çoklukla aç gezen, ve hatta açlıktan kimi zaman iş arkadaşını yemeyi bile aklından geçiren bir anne ırkıyız.

O halde en kıymetlimiz dediğimiz yavrularımıza bunu neden yapıyoruz?

Haydi sizin de nutellanız ve fikriniz bol olsun sayın okuyan...



3 Eylül 2012 Pazartesi

VAY HAYIN VAY

Geçenlerde fıysbokun şu sohbet zımbırtısını kurcalarken, yanlışlıkla onlayın oluvermişim.

"Vay efendim sen misin bizden habersiz sanal alemde çet çüt yapan?" diyerek üstüme saldıranların sayısı hiç de azımsanacak gibi değildi sayın okur. Yanlışlıkla oldu diyorum. Üzerini kalın kalın çiziktiriyorum. Zati bu zaman tüneli çıktı çıkalı iyice bi' b.ka sardı işler, ezelden kanıtlı teknoloci özürlü kimliğim daha bi' gelişti, semirdi, kendini aştı diyorum. Ama kime anlatıyorum?

Neyse efendim, bu "nerdesin, niye bi selam vermiyon." diye çemkiren öfkeli kalabalığın arasından sıyrılıp kendini öne atan arkadaşlardan biri bana öyle bişey sordu ki; içinden çıkamadım.

Anlattığına göre, çok sevdiği arkadaşlarından birinin eşi onu aldatıyormuş. Ve bu çemkirikli şahsiyet de olayı bir şekilde öğrenmiş. "Söyleyeyim de gitsin herifin ağzına s.çsın, sonra uygun bir yerinden ç.künü kessin, arkasından ikisini birbirine sarıp o duvar senin, bu duvar benim çarpsın mı? Yoksa söylemeyeyim de öyle kocam beni seviyooo, adamceyiz bizim için gece gündüz çalışıyoo, yazık onaaa... diye mal mal ortalıkta dolaşsın mı?" diye bana soruyor.

Önce Hööööyyyyyttt! diye kükredim. Sonra bu çok sevilen arkadaşın İncegül olma ihtimaline karşılık dümeni sakin sulara kırıverdim. "Ama arkadaşım, bence kadının bunu bilmeye hakkı var. Hem bazen bilmemek bilmekten daha fazla acıtır." gibi bi' şeyler zırvaladım. Bu esnada yamacımda kuzu gibi oturmuş, melül melül maç seyreden kocanın şaşkın bakışlarına aldırmadan etlerini burup azıcık canını yaktım.

Nedir ki bunun nedeni? Heyecan mı? Adrenalin mi? Gençleştiriyor mu insanı yasak ilişki?

Benim sinirler tepetaklak. Ama siz galeyana gelmeyin sayın okur.  Haydi şimdi olaysız dağılın.


2 Eylül 2012 Pazar

BURCUVADAN AT BENİ İN AŞAĞI AMELİYAT ET BENİ

Ey sevgili okur milletinin insanları...

Bendeniz İncegül gişisi, bir su perisi narinliğinde ve bir su aygırı gürültüsüyle horul horul uyuklamaktayken; bir taneniz de "Uyan kadın! Bloogırın şekli şemali kaydı, yokluğunda şanzımanı, freni dağıttı. Yetiişş!" diye dürtmediniz yahu. Aşkolsunuz valla.

Bu da nedir? Bloogırıma neler olmuştur böyle? Kendini içkiye, kumara mı vermiştir? Bensizliğin acısıyla mı böyle darma duman olmuştur? Bu nasıl bir vurdumyazmazlıktır? Bu nasıl bir ben yaptım olduculuktur? Aman allaamdır. Hemen olaya el konulmalıdır. Ve elbette konulacaktır.

Ramazan geçti, bayram bitti. Tatil yapmayan diğer İstanbul bekçisi ameleler gibi Dokturlar'dan yine, yeniden mezun olduk hayırlısıyla. Bir iki kalbe stent takacak , çeşit çeşit beyin damarındaki tıkanıklıkları açacak, iki üç apandisit ameliyatını da araya sıkıştıracak kıvama geldik çoktan.  Korkarım yakında birbirimizin böğrünü deşip böbrek, dalak... allah ne verdiyse artık alıverecez en cerrahından.

Hipersıkarımızın mayosundan, Nilşen kızımızın pörsüklerinden, aynı sıkıcı haberlerin, aynı sıkıcı sunucu tarafından periyodik olarak, bilumum saatlerde, mütemadiyen tekrar tekrar okunmasından, doksanlık koca adaylarından bir türlü elentürük alamayan seksenlik ninelerin dramından böğğk getirmiştim ki; nihayet tatil bitti ve iş hayatı yeniden başladı.

Ben memnuniyetsiz bir insan oldum kanımca. En kısa sürede piyangodan parayı bulup hayatımı değiştirivermeliyim. Sanırsın ki; Kasımpaşa'da doğmuş, Tophane'de büyümüş, halen Halkalı Toplu Konutlar'da ikamet etmekte olan, halk insanı, gariplerin ozanı Orhan Pambık abimizin iğrendiği "burcuva" takımına girmeliyim. Evet, evet... Yapmalıyım bunu.

Haydin kalın sağlıcakla...



2 Ağustos 2012 Perşembe

Kutu Kafa

“Ne yapıyorsun?”
“Temizlik…”
On dakika önce tartışan iki kişi biz değiliz sanki. Bir şey yokmuş gibi davranıyor. Ne olup bittiğini tam olarak anlamadığı için böyle davranıyor. Şimdi de “koltuğun üzerinde yan gelip yatan biri nasıl temizlik yapar acaba?” diye düşündüğünden eminim. Birazdan “Kral çıplaaaaak…” diye bağıracak. Kendininkinin ne halde olduğunu önemsemeden yüzüme bakıyor. Şaşkın. Hatta allak bullak olmuş durumda. Saçları diken diken, elleri kolları her zamankinden daha hareketli. Sol elini beline dayanak yapmış. Anlaşılan dik durmak için desteğe ihtiyacı var. Sağ elini bana uzatıyor, tam seslenecekken derin bir nefes alıp elini alnına götürüyor. Ansızın soluğu havaya karışıyor. Söyleyecekleri de uçup gidiyor. Bana dokunamadığında kendi saçlarını yolar, yine aynısı yapıyor. Bir şeyler söylememi istediği çok belli.
“Sahi ne yapıyorsun?”
“Temizlik…”
Kaşlarını çattı. Ardını döndü. Öfkelendiğinde kendini böyle kontrol eder. Vaktiyle anlatmıştı anne babası çocukken çok kavga edermiş. Ağza alınmaz kelimelerle, birbirlerini geri dönülmez yollara iterlermiş. Bazen bağrışmalara tükürük, tekme, tokat da karışırmış. Benimki de evin içinde ses yükseldi mi olup bitenlere sırtını dönermiş. Görmez, işitmez olurmuş. Kim kime ne dedi, ne yaptı… Benim adam lal. Kavga, gürültü bitse de dönmezmiş yüzünü. Nice sonra gönlünü bir şekilde yaparlarmış da öyle has yüzünü gösterirmiş. Hala hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda çocukluğundaki gibi davranıyor. Kayıtsızlığım onu eziyor.
Elimde ne bir bez, ne de başka bir şey… Öylece pencere önündeki koltuğa tünemişim. Nereye baktığımı durduğu yerden kestirmesi zor. Renkli plastik şişelerin içine saklanmış temizlik malzemelerini dolaptan çıkartıyor. Bir bir diziyor koltuğun kenarına.
“Ben de yardım edeyim sana.”
İnzibat misali önüme dizdiği deterjan kutularına bakıyorum. Durak büzüp “bunlarla mı bana yardım edeceksin…” gibisinden bakıyorum yüzüne.
“Bu bildiğin gibi bir temizlik değil.”
“Neyi temizliyorsun?”
“Zihnimi.”
Bir iki saniye baktı suratıma. Ve gülmeye başladı. O ses… Darbeli matkap! Zihnimi sarsan bu sesten kurtulmalıyım. Ayağa fırlıyorum. Hazırlıksız yakalanıyor.
“Çirkinsin!”
Kahkahası dondu yüzünde. O anda aklına gelen yanıtların hepsi birden anlamsızlaştı. Tüm yaşadıklarımız birer gölge.
“Artık yüzüne bakmak bana iyi gelmiyor. Kendimi yanında cereyanda kalmış gibi hissediyorum. Üşüyorum.”
Sükunetimiz aramızdaki dalgakırandı. Bu vakitten sonra yeller esiyor bizim dalgakıranın üzerinde. Bugün zabıtalar izinli, işporta tezgahını kurabilirim. Kavga, gürültü… Zihnimi temizliyorum. Yoruldum bir başıma hesap kitap yapmaktan.
“Çirkinsin!”
Kimsesiz kalmış gibi görünüyor. Öfkelenmiş olmalı ki ardını döndü. Ama öylece kalamıyor. Çünkü itiş kakıştan korunmayı öğrenmiş sadece. Sessizlik ya da yüzleşme karşısında ne yapacağını bilmiyor. Düştü düşecek. Kale benimdir!
“Peki çirkinim. Ben şimdi neysem üç gün önce de, altı ay önce de, beş yıl önce de böyleydim. Ben de değişen bir şey yok!”
Yüzüne baktım. İlk defa kendisiyle ilgili bir şey söylüyordu. Aslında ilişkimiz içindeki kendisiyle ilgili ilk kez konuşuyordu. Şimdiye kadar ne zaman tartışsak sessizce kendi kendine konuşup avunurdu. Sarhoşluğu, uykusuzluğu teskin hapıydı. Sevişmelerimizle iyileşirdi. Birkaç gün iyi giderdi her şey. Ama sonra yine…
“Konuşmaya değer pek bir şey bulamıyoruz artık. Bir alt geçitte yaşıyorum gibi hissediyorum seninle. Bağıra çağıra kendimi sana satmaktan yoruldum. “
“Doğru konuş.”
“Koş vatandaş koş. Etimden et kopartıyorum. Aklımdan düşünce. Batan geminin kadını buradaa… Kocasından düşme, kelepir.”
Alnında terler birikti. Dudaklarını ısırıyor kelimeler ağzından kaçmasın diye. Ne oldu! Alt geçidin havasızlığı mı boğdu seni? Gömleğin yapıştı mı tenine tıpkı dilin damağın gibi. Hayatımız bir alt geçitte geçiyor. Kim iner alt geçitlere? Korkaklar. Vızır vızır geçen arabaların önüne atlamak yürek işi. Belki de hayata dört elle sarılanlar kullanır alt geçitleri. Ben ne zaman bir alt geçitten insem, terk edilmişlik hissederim. Bir başına kalmışlığım üzerime üzerime yürür. Yoksulluk, zevksizlik ve özensizlik kamaştırır zihnimi. Geceden kalmaların bıraktığı izleri fark etmemek için ağzımdan solurum. Bir an evvel çıkmak için adımlarımı hızlandırırım. Tam ışığa varacakken yaşlı kör adamın kavalının yanık nameleri ya da mendil satan çocuğun sümüğü dolanır ayaklarıma. Zihnimden koşar adım çıkarım merdivenleri. Ayaklarım mıh kesilir. Kala kalırım oracıkta…
Kim bilir en zamandan beri bu alt geçitte yaşıyoruz seninle. Geçidin tam ortasındayız. Ben hızla çıkmak istiyorum yeryüzüne. Sense ne yapacağına karar vermek için, önce bir durum tespiti yapıyorsun. Önce bir geçmişe uzanıyorsun. Ardını döndüğünde anne ve babanı görüyorsun. Uğultuları sarıyor içini. Kavgalar, itiş, kakış… Çocukluğun bir salıncak misali sallıyor seni. Göklere yükselmek heyecan verici ama sen korkuyorsun. Çok düştün bu salıncaktan çünkü. Ağzın, burnun yara bere içinde kaldı. İnmeli bu salıncaktan. Geçmişin seslerini susturmak için kulaklarını tıkıyorsun, sözler ağzından fışkırıyor. Dişlerini sıkıyorsun, yüzün gözün başka hallere giriyor. Yok! Geri gidemezsin. Yönünü bana çevirdiğinde ise… Korkuyorum. Korkuyorsun.
“Kutu kafasın sen. Karesin! Evet bir karesin. Köşelisin! Dört köşeli bir kirpi gibisin. Sana dokunamıyorum. Köşeli hayatınla her şeyi zorlaştırıyorsun. Aynaya baksana. Sahiden bir baksana. Kendine baksana. Doğruluk abidesi, her şeyi bilen bilgeler bilgesi…  Her şeyin batıyor!”
“Çok acımasızsın!”
“Değilim. Kendinden başkasını göremediğin için herkesi kutu sanıyorsun. Herkesten geçtim, beni de kendin gibi kutu sanıyorsun. Uyan artık dünya yuvarlak. Ve ben istediğim an, istediğim şekle bürünebiliyorum. Sakın bana ardını dönme… Sana söylüyorum. Özgür! Sakın bana ardını dönme.”
“Demek zihin temizliği böyle bir şey... Aklına gelen her şeyi söylemek. Yetmedi çemkirmek… Bravo Özge Hanım! Bugün sayenizde bir şey daha öğrendim.”
“Bir kutuya ne sığarsa o kadarsın Özgür.”
            O kadar sessiz ki. Daha önce de kavga ettik. Bağırıştık. Ama hiç böyle olmadı. Kendimi dışarı atmak istiyorum. Alt geçitten çıkmalıyım. Nafile kımıldayamıyorum. Sakin sakin durması sinirlerimi bozuyor. Gitmek hissim kuvvetlendikçe koltuk sarıyor beni. Ayaklarım yayılıyor. Bedenim gevşiyor.
Birden alt geçit kararıyor. Haftalardır salonun köşesinde duran kitap dolu kutuya yöneliyor. “Kan çekti herhalde” diye düşünüp, gülüyorum. Hışımla içindekileri savuruyor. Sayfalar, kitap kapakları, ayraçlar havada uçuşuyor kar misali. Hepsinin altında dönüyorum sanki… Gelinlik giyinmişim üzerime bereket diye buğday serpiyorlar. Belki ölmüşüm de toprak…
Küüüüüüüt!
Kapının sesi yankılanıyor tüm hayatımda. İçine bir bir dizdiği renkli temizlik malzemeleriyle dolu kutuyla benim yerime iskeleden ayrılıyor.

Görsel: Yusuf Gencer

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Boyalı Düşler



“Sen gündüzleri düş görür müsün?”

Marulları yıkıyorum. Suyun akışına takılmış gözlerim. Ellerim yaptığı işten nasıl da emin. Otomatiğe takmış giderken… Yüzüne bakmadan, başımı iki yana sallayıp “Sen?” diyorum.

“Görüyorum.”

Yerinde duramıyor. Ellerini nereye koyacağını bilse rahatlayacak. Bir sağıma, bir soluma geçiyor.

“Anlık ama. Gözlerimi kırptığımda görüyorum.”

Ellerim iş görmeye devam ediyor. Ölü köpek gözü bakışlarımı dikiyorum gözlerine. Birden dikleşiyor. Bir adım geri atıp, derin bir nefes alıyor.

“Sahiden görüyorum.”

Bir sus molası veriyoruz. Kulaklarımda akıp giden suyun sesi. Bakışıyoruz. Ne o, ne ben göz kırpmıyoruz. Sessizliğimizi çatallaşmış sesiyle o bozuyor.

“Saçma sapan şeyler görüyorum. Bazen bir karınca ülkesinde oluyorum. Bazen uzaya gidiyorum. Olmadı elma soyarken görüyorum kendimi. Yorulduğumda, üzüldüğümde, kendimi bir başıma kalmış hissettiğimde gözlerimi daha çok kırpıyorum. Her göz kırpışım benim için yeni bir düşe dalmak oluyor. Zihnim boşalıyor. Bir avuç karanfil ya da nane yemişim gibi nefesim açılıyor.”

Sustu. “Eee bir şeyler desene…” dercesine nasılda kıvranıyor. Hayal gücünü çoktan rafa kaldırmış birine, anlatılacak en son hikâye bu olsa gerek. Ama haberi yok garibimin. Metalik bir sesle “Şanslısın o zaman. Benim başıma hiç böyle şeyler gelmez.” diyorum. Oysa içimde kıpırdanan, rafa çıkarmadığım bir sürü düşüm olduğu biliyordum. Ben lafımı bitirir bitirmez söze giriyor.

“Evet de… Bir sorunum var.”

“Hadi sorsana!” diye bakıyor melül melül. Yüzüne bakmıyorum. Ama bakışlarını tam şah damarımın üzerinde hissediyorum. Kanımı donduruyor o delici bakışlar. Nabzım yavaşlıyor. Neyse ki ellerim işinde usta. Çok geçmeden ses vermeyeceğimi anlıyor.

“Son günlerde çok az göz kırpmaya başladım.”

“Demek ki mutlusun.”

Benden cevap alamayacağından o kadar emindi ki… Yutkunuyor.

“Yok mutlu değilim. Yani mutsuz da değilim. Üff ya! Ne olduğumu bilmiyorum. Gözlerimi az kırpıyorum… Az bile değil. Neredeyse hiç kırpmıyorum.”

Ardını döndü. Ne olduğunu anlayamadım. Beşi ağzında, onu boğazında bir şeyler geveleyip duruyor. Derken yaralı bir hayvan gibi böğürüyor.

“Gördüğüm düşler renksizleşti.”

Marulları yıkamayı bitiriyorum. Elimdeki domatese bakıyorum. Yeşilimtırak… Omzunu kavrayıp, onu kendime doğru döndürüyorum. Gözleri sırılsıklam. Ama bu yaşlar, ağlamaktan farklı. Gözünü kırpmamak için direniyor. Canının yandığı besbelli. Suyun akışını artık duyamıyorum. Gözlerimi kırpıyorum. Her yer pembe. İrkilip açıyorum gözlerimi. Karşı karşıya duruyoruz hala. Gözlerinden şıp şıp yaşlar damlıyor.

“Kırpsana gözlerini”

“Olmaz. Renksiz hayatım bu düşlerle şenlendi. Ama şimdi gördüklerimden renkler silindi. Pembe, mavi, sarı, kırmızı… Hiçbir rengi göremiyorum! Geri istiyorum hepsini. Yoksa hayatım yeniden tez düze olacak. Ve ben bunu kaldırabilir miyim…”

Hıçkırıkların bini bin para. Karşımda ağlayan bir adamdan çok, mayına basmış bir insan görüyorum. Evet evet mayına basmış… Darmadağın. Oraya buraya dağılmış parçalarını toplama telaşında. Nereye koşsa kendinden bir parça buluyor. Parçaları birleştirdiğinde ortaya çıkansa, eskiye benzemekten çok uzakta. Ellerimin arasına alıyorum başını. Sıcakcıkmış avuçlarım.

“Ağla”

Uluyor resmen. Ter. Salya. Sümük. Tükürük. Ara ara kendine geliyor, konuşuyor.

“Sözün bittiği yerde düşler girdi devreye. Yalnızlığımın, yaşadığım sessizliğin sesi oldu düşler. Sesin güzelliği, gördüklerime başlangıçta pembe olarak yansıdı. Gözümü kırptıkça sesin rengi yankılandı. Pespembe düşler görmeye başladım. Pembeye daha önce hiç bilmediğim, görmediğim renkler eklendi. Hatta benim çocukluğumda kavuniçi diye bir renk vardı. O bile geri geldi. Gerçek hayatta benim olmayanlar, bırakıp gidenler, izini kaybettiklerim gözlerimi kırpmamla hayatıma girdi.”

Sustu. Ağlamıyor artık. Yorgun düştü. Perişan görünüyor. Dili damağına yapışmış olmalı. Musluğa yöneldi. Bir bardak suyu içerken, ilk kez gözlerine bakıyorum. Bal rengi gözleri giderek soluyor. Ona baktıkça gözlerim acıyor. Sanki bir avuç kum kaçmış gözüme. Kırptıkça kırpıyorum. Her seferinde bir renk cümbüşü. Onun sabit bakışlarına karşılık, benim sağanak yağmura dur demeye çalışan silecekler gibi aşağı yukarı inen kirpiklerim… Sanki bir kaleydeskobun içindeyim. Bir cümbüş ki… Artık gözlerimi sürekli kırpıyorum. Yüzüme bakıyor “hayırdır?” gibisinden.
“Gözlerimi kırptıkça renk görüyorum” diye inliyorum.

Olduğu yerden ne zaman, nasıl doğruluyor anlamıyorum. Panter edasıyla atlıyor üzerime. Tırmalıyor yüzümü. Sanki yükseklerden avına odaklanıp, süzülerek üzerime gelen bir şahin. Gözümü çıkaracak namussuz. Gagasının kıvrımında, güneş ışığı parıltıyla yüzüme doğru yaklaşıyor. Yüzüm kim bilir ne halde?

“Ver çabuk renklerimi…”

Avaz avaz bağırıyor. Tepiniyor üzerimde. Nasıl bir itiş kakış bu… Hiç direnmiyorum. Gözlerimi kırpıyorum. Pembeler, morlar, lilalar… Rafa çıkmaya hazır düşlerim çoktan ayaklanmış.

“Asıl sen ver suretleri” diye karnına bir tekme basıyorum. Duvara tosluyor sersem. Şahinin kanatları yüzümü yalayarak geçip gidiyor. Gözümü kurtarıyorum, ama pençesi saçlarımdan bir tutamı alıp götürüyor.

Elimdeki domates şimdi kıpkırmızı.

Fotograf: Özgür Çakır

31 Mayıs 2012 Perşembe

Mavi Araba


Sen bir olaya şahit olduğunu zannedersin. Oysa o olay senin hayatın olmaya gelmiştir. Bu yüzden hep merak etmişimdir gözümün önünde olup bitenler bana ne anlatmak ister diye. Gün içinde yaşadığım olaylardan, aklımda kalanların benle ilgisi olduğu kesin. Çoğu kişinin hiç dikkatini çekmeyen durumlar, benim hayatımda büyük bir yer kaplar. Ve ben her defasında düşünürüm: “Bu neydi şimdi! Sahi bu olay neden benim gözümün önünde cereyan etti?” Geçmişimden bir haber ya da geleceğim konusunda bir uyar mı…

Avuçlarının arasında tutuyor. Bir de başkası almasın diye koynuna doğru saklaması yok mu! Kaçamak bakışları deniz feneri gibi tarıyor etrafı. “Kimsecikler yok. Çok şükür!” bakışıyla birlikte, bir sırıtış kaplıyor ki yüzünü sorma gitsin. Derken açılıyor kolları iki yanında. Zeybek havası tutturacak derken, horon tepiyor namussuz. Rınnn rınnnn… Amaçsızca sağa sola koşturup duruyor. Rınnnnnnnn rınnnnnnnn… Sürdüğü araba değil, uçak mübarek. Yerde değil, havada seyrediyor. Gök mavi, araba mavi. Bildiğim en büyük hapishanenin içinde seyrediyor mavi araba. Uçanı, kaçanı, topraktan güneşe süzüleni, denizin dibinde meşk edeni, güzeli, çirkini, bahtlısını, bahtsızını, delisini, akıllısını mavi bir kapsülün içinde saklayan gökyüzünde kuş misali salınan bir araba. Kim der ona oyuncak diye?

Ne zaman canım sıkılsa, sağ elimle sararım boynumu. Nefesimi ısıtıp, genişletmek isterim boğazımı. Yetmedi mi seni düşürürüm aklıma. “Ailemizi Tanrı seçer, ama arkadaşlarımızı kendimiz…” deyişin çınlar zihnimde. Gülümserim. Mentol tadı kaplar ağzımın içini. Önce buram buram yanarım sonra sıkışmışlık hissinin yerinde yeller eser.

Duruyor birden. Gülücüklerin yerini sağanak şeklinde bastıran hüzün alıyor. Arabanın sağ arka tekeri yok. “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi…” diye mırıldanıyor bildiği bütün tekerlemeleri dua niyetine. Yok! Teker yok! Göz göze geliyoruz o vakit. Daha iki kelimeyi yan yana getiremiyor ama meramını bedeniyle pek ala anlatıyor. Omuz silkiyorum “ben bir şey bilmiyorum” dercesine. Çocuk konuşamıyor ya benim de dilim lal. Sadece ne yapacak diye bekliyorum. Benim bildiğim çocuklar basar yaygarayı. Anası, dana toplaşır etrafına. Pış da pış… Nerde... Aranıyor bizimkisi. Gözleri fıldır fıldır.

Pazarda seni kaybettiğim gün geldi aklıma. Tükürük köftecisinin önündeydik. Ağzım bir karış açık köfteleri seyretmekten seni, pazarı, okulu, analığımın dırdırlarını unutmuştum. Yarım ekmeği üç lokmada mideme indirdikten sonra ciğerlerim nasıl da yandıydı.”Hadi Elvan içelim, bir oh diyelim” diye sana doğru döndüğümde yoktun. Betim benzim atmış olacak ki köfteci “Dur lan! Az soluklan ağır mı geldi ne oldu?” deyip omzundan kavradıydı. Adamı dinledim yok. Gözlerim telaşla seni aradı, durdu.

Derken masanın üzerinde duran mavi su şişesi kapağına takılıyor gözleri. Vuslata eren sevgili gibi kapıyor kapağı. Evirip, çeviriyor. Olmuyor. Yüzü buruşuyor, seksenlik nine oluveriyor bir anda. Ama pes etmeye niyeti yok. Gözleri nafile taramıyor etrafı. Az evvel gökyüzünde süzülen mavi arabayı sımsıkı kavramış, eksik parçayı tamamlamaya çalışıyor.

Koşmaktan dilim damağıma yapışmıştı. Kahvenin önüne geldim evvela yoksun. Berbere baktım. Bakkala. Okulun bahçesine vardığımda üç beş oğlanla meşin yuvarlağın peşinde olduğunu gördüm. Derin bir “oh!” çektim. Şöyle göz ucuyla baktın bana, hiç pas vermedin. Ürkekçe duvarın dibine çömeldim. Belki yarım saat geçti ama bana seslenmedin. “Kaleye geçsene” diye işaret vermeni bekledim. Orada yokmuşum gibi davrandın. Başka oğlanlarla uzun eşek bile oynadın maçın ortasında. Bense sabırla sıranın bana gelmesini bekledim. Ama… O gün karar verdim futbolu sevmediğime. Hala da öyle. Sorsalar “Fenerliyim” diyorum. Anladığımdan ya da takıma bayıldığımdan falan değil, sadece sen hasta derecesinde sarı laciverdi sevdiğinden.

Küçük simitler! Hepsini birden ağzına tepecek derken, alıp mavi arabaya takıyor teker niyetine. Evet! Oluyor… İşte mavi araba hareket ediyor. Yelkenli mübarek! Süzüm süzüm süzülüyor kendi rüzgarında. Fora fora! Haydi bre yelkenler fora! Az gittik uz gittik, bir arpa boyu yol alacak idik ki tekerlek un ufak… Ayağını yere vuruşu acıtıyor içimi. Canının yanışı yerden kabaran toz gibi. Öfke bu, kendi kendini döven boksör.

Ben sana zihnimi açtıkça, sen bi tuhaflaştın. Salya sümük ağlasam erkekliğe sığmaz. Beni o nedenle defterden siliyorsun derim ama. Analığımın ettiği zulümler mi sana ağır geldi? Oysa birlikte taşıyalım istemedimdi. Kopasıca dilimle içimdeki zehri akıtmaktı derdim. Seni kederime dahil etmek değil. Neticede dertleşemez olduk. Hatta benle yukarı mahallenin fettan kızlarını bile konuşmadın. Zeynep’le öpüştüğünü bile sınıftaki kızlar aralarında fısıldaşırken duydum. Gölgen gibi peşinde dolaştım. Ama desen ya birlikte ne yaptık, ne paylaştık? Verecek cevabım yok.

Yerde sallanan hacıyatmaza takılıyor gözü. Ritmini kaçırmış metronom gibi sallanıyorlar. Hacıyatmaz öne, çocuk geriye. Hacıyatmazın üzerinde rengarenk halkacıklar var. Büyükten küçüğe doğru üst üste dizilmişler. Çömeliyor yere. Hacıyatmaza dokunuyor nazikçe. Sağ eliyle sıkıca tuttuğu mavi arabaya bakıp gülümsüyor “birazdan…” dercesine. Hızla halkaları çıkartıyor. Mavi olanı eline alıp sabırla teker niyetine… Olmuyor. Sonra kırmızı, yeşil, sarı, mor… Görünüşte hepsi teker gibi. Yerleşiyor yuvaya. Sallan yuvarlan hareket ediyor mavi araba. Daha nereye gideceğini bile hesaplayamadan tekersiz kalıyor her seferinde.

Liseye geçince hepten ayrı düştük. O yaz ben postanede çalışırken, sen dere kenarında oğlanlarla rakı, balık yapmışsın. Daha neler neler… Hepsi çalındı bir bir kulağıma. Bir kez olsun gelmedin ziyaretime. Pazarda karşılaştık, berberde hoş beş falan. Sonra yazlık sinemanın kuyruğunda uzaktan “ne haber” dedin kaşınla gözünle. Oysa biz karşılaşınca “gardaşım” der sarılırdık. Ağzından beş tane gardaş çıkardı senin. Aralarında kan bağı olanlar bizim sevgimiz karşısında hasetlerinden çatlardı. Ne oldu da ayrı düştük bilemedim. Senle olan dostluğumuz bittikten sonra çaktırmadım ama çok canım yandı. Sonra bir karar verdim kimseyi kendime yaren bellemedim. Kimseyle köfte yemedim. Elvan içmedim. Ama etrafımı hep kalabalık tuttum. Kimisiyle rakının dibini gördüm. Güldüm eğlendim. Kimisiyle memleketin derdi diye gerildim. Hovardalık bile ettiklerim oldu. Ama bi şey hep eksik kaldığını hissettim.

Bir bir teker yaptığı şeylere baktı ufaklık. Ne eklentileri, ne de eksik haliyle mavi arabanın artık eskisi gibi olamayacağını anladı.

Uzunca düşündüm hayattan tat almamı engelleyen şeyin ne olduğunu. Turfanda bir hayat yaşadığıma karar verdim sonunda. Mevsiminden önce piyasaya sürülmüş, aslının yerini tutmayan eğreti tatlarla hayatla kavga ediyorum.

Bir ıslık tutturdu çocuk. Ardında bıraktığı taklit tekerlere baktı. Yere savurduğu tekmenin ardından yükselen duman bulutunun içinde kayboldu gitti.

“Ben evinden uzakta yalnız bir kovboyum… “

Görsel: Özgür Çakır

10 Mayıs 2012 Perşembe

Nikaha Davet


yarenlik bizimkisi
uygun adım hayat yürüyüşü

ben senin gölgende usul usul
sen benim kanatlarımda pır pır

ritmi tutturduk mu?
tutturduk...

aynı yolda kendimiz gibi yürüyen değil miyiz?
gem takılmış bir aşktan öte

yeter ki yüreğin kuş olsun, aklın değil... 



Okura not: 

Uzağa Giden "gelin" oluyor!
19 Mayıs 2012 Saat 15.45'i gösterdiğinde gülücüklerinizi esirgemeyiniz. 
O vakit, sizi en mutlu eden anları düşünün dua ve iyi dilek tadında... 
Ben hissederim!

Yeni öykülerimiz olsun. 

Umut ve gülücükle....

31 Mart 2012 Cumartesi

GICIK MIYIM NEYİM...

Hani “beyaz tüüül bembeyaz tüüül, tüller arasından geliiiir…” diye şarkılar çığırarak makineden çıkarmakta olduğun tüllerinin o kadar da beyaz olmadığını fark edersin ve içini bir hüzün kaplar ya; hani sonra pempe elbiseleri ve elinde kocaman kosla şişesiyle banyo kapısından gerzek gülüşlü bir hatun giriverir ve gözlerin ufka dalar da “Len bu karı nasıl girdi içeriye? Kim açık bıraktı kapıyı?” diye sorular sorarsın kendine. Hani hatta ve bilakis, saçından tutup fayanslara çarpmak istersin kendisini. İşte öyle bir halet-i ruhiye içerisindeyim sayın okuyan.

En karizmatik haliyle, son model arabasının penceresinden mandalina kabuklarını sokağa atan şehir öküzünün gözlerinin içine bakarak, attığı pisliği aynen arabasının içine geri göndermişliğimi saymazsak henüz bir vukuatım da yok hani. Lakin bu ne sinir harbi, bu ne gıcıklığın son noktası bu ne yaman bir çelişkidir dostlar.

Şöyle ağız dolusu bağırasım, gelene geçene çatasım, hırsıza huysuza sarasım, ite uğursuza hesap sorasım, balçığa çamura kusasım, insanın insana ettiğine çok fena haykırasım var.

Hatta çok fena klas, taklidi bile yapılamamacasına ulaşılmaz, efsane, fenomen ve şalvarlı insanın şarkısında olduğu gibi “İssssyeeeeaaaaaaaannn…” edesim var.

Lakin, meraklanmayın sayın ve endişeli okuyan. Yine de yürek dolusu gülesim, güldüresim, her şeye rağmen yaşayasım var benim.

O halde, n’apıyomuşuz, bi daa yapmıyomuşuz, kış uykularıına yatmıyomuşuz.

En kısa sürede görüşmek dileğiyle, sinirlere hakim, akla mukayyet sayın okuyan.

14 Şubat 2012 Salı

ÖYLE...

yörene uzanan dallarımda
boylu boyunca bir kuş sesi
ey rüyaları bekleyen kardelen
haydi yum gözlerini de öyle bak
sana deva mıdır yaralı yüreğimin nefesi

öyle incecik bir dantelsin ki serilmiş yüzüme
bir tutuşta kanar bazen elin
siyaha kesmiş sularda boğulur ışık
ve bir balık ölür gözlerinde gün be gün
yosuna sarar tenin

arasan bulacaksın ey çağıran gölgeyi
canın tam ortasındadır yerin
her tan vakti umuda açar firari ellerin
heyhat çare çaresizdir yine de gül goncası
yok mudur haberin

F.İ.G...

22 Ocak 2012 Pazar

YOLCULUK NEREYE HEMŞERİM...


-İnce…
-Hııı?
-Sen başka bi gezegenden olabilir misin?
-Bilmem. Niye sordun ki?
-Hiiç… Öylesine… Meraktan.
-Hıı tamam hayatım. İyi geceler.
-Sana da hayatım.

Dınınınııın!.. Uyuma İncegül! Belki bu kısa ama aydınlatıcı konuşma senin yaşamının dönüm noktası olacak. Belki de bu bi işarettir, kim bilir?

Kuantumculara göre hepimiz evrenin minik birer parçası, enerjiyi oluşturan elemanlardan biri değil miyiz? Belki de şu yeni buldukları,dünyaya çok benzeyen gezegende, senin aynısının tıpkısı bir enerji parçacığı öyle boşlukta dolanıp duruyor. “İncegül gişisi bu diyarlara ne zaman gelecek? Ne zaman gavuşacağız? O gurbette, ben sılada, böyle gaç yıl daha geçecek?” diye diye gün sayıp kendini helak ediyor kim bilir. Ve sen burada o.sura o.sura uyuyorsun. Yazık değil mi yavrucağa?

Bu metrobüs çalışması uzadıkça uzadığına göre, zannımca oralara kadar hat çekecekler. Bastık mıydı kartımızı, trafik yok bişey yok. Adı üstünde “Uzay Boşluğu” bin, bilemedin iki bin ışık yılı sonra ordayım. Valiz de hazırlamak lazım değil mi? Şık şeyler olsun. Neme lazım, Barbros’un enerci parçacığı da oralarda bi yerlerdeyse, “Çoook rüküşsün. Hiç sevmedim.” diye çemkirmesin suratıma.

İyi de bu metrobüs, 29 Ekim’di, yılbaşıydı, 23 Nisan’dı derken ya yine bitmezse? Ya seneler seneleri kovalar, tüm milli bayramlar ardı ardına biter, ama bizim metrobüs hala yerinde sayarsa? O kadar vakit yok ki! Acep başka bir çare mi düşünsem? Bir an önce yollara dökülmem lazım benim. Parçaları bir araya getirmem, başka başka boyutlara geçmem, gerçek kimliğimi bulmam, özüme dönmem lazım.

Taksi tutsam çok yazar. Onca zaman araç da kullanamam. Burdan orası kaç vesait kim bilir? O da yaş. Işınlanma işini de beceremedi ki bu bilim insancıkları. Varsa yoksa diş fırçasının açısı… İyisi mi biz bi kaç arkadaş toplaşıp uzay mekiği kiralayalım. Metrobüs kadar hızlı olmasa da cam kenarında yıldızları seyrede ede gideriz artık. Samanyolu’nu hep yakından görmek istemişimdir zaten. Evet evet, en mantıklısı bu olacak. Ne de olsa aklı başında bir insanım ben. En iyi çözüm bu gibi görünüyor.

Bekle beni enercimin ayrılmaz parçası. Gözümün nuru bekle! Sana geliyorum. Bitecek bu hasretlik gayrı!

Hııı… Ya bebeler? Bunca ışık yılı ne yer ne içerler? Bunlar bensiz donlarını bile giyemezler yahu. Hem evi de batırırlar. Belediye bu sefer kesin çöp ev diye ekip gönderir. Televizyona çıkıp “Müke Aplaaa… Anamız bizi bırakıp gettiii.” diye salya sümük ağlarlar da üstelik. Yaparlar mı yaparlar. Bu küçük sıpa daha minik sıpayken, bi kere bağırdım diye karakola şikayet etmeye kalktıydı da zor engellediydik kendisini. E normaldir. Deli inekten akıllı buzağı doğar mı hiç?

Peki ya koca kişisi? Len bu kesin benim yokluğumda birini bulur ha. Erkek ırkı bu, güvenilir mi? İliğinde var, iliğinde. Ahan da benim boynuzlar çatal çatal olur da uzay gemilerinin kapılarından sığamaz olurum valla. Hele öyle bi şey yapsın, o boynuzları bak nasıl bi taraflarına geçiriyorum. Bi kaç bin ışık yılcığı yalnız bırakıyorum diye, hemen elin fin.girdek s.rtükleriyle güreş tut değil mi? Seni mazlum görünen çakaaal, seni kuzu postuna bürünmüş kurt kırmasıııı… Geberme emi? Irkın kurusun pislik. Öküz n’olcak.

-Üfff! Ne vuruyon kızım durup dururken ya? Delendin mi? Uyumuştum ne güzel.
-Kalk, uyuma. O haltları karıştırırken düşünecektin bunları. Hem vazgeçtim ben gitmekten.
-Ne haltı canım ya? Hem sen nereye gidecektin ki?
-Neyse, tamam boşver ya. Sen hiç anlama zaten beni. Kafanı da yorma bunlarla. Anca öyle fosur fosur uyu.
-Hadi İnce sen de uyu artık lütfen. Bak sabah kargalardan bile önce kalkıyoruz. Hadi güzelim, iyi geceleeeer.
-Sorcam ben sana bunun hesabını meraklanma.
- İyi geceler dedim İncegül.
-Aman iyi be sana da iyi geceler.

İyi geceler sayın okuyucu, iyi geceler minik, sevimli, hasret kokulu enerci parçacığım, iyi geceler küçük cooo.

9 Ocak 2012 Pazartesi

YOH BELE BİR DANS VE DE BELE BOHTAN ŞANS


Her gün ayna önlerinde “Aman da pek güzelim. Allaam beni nasıl böyle harika yaratmışsın. Şu kaş, şu göz, şu endam… Ben olsam, benim aşkımdan ölür, geberirdim.” demesem de; En azından doğru elbiseyi giyip, topuklularla boyu yükseltirsek, saça başa da biraz bakım yaparsak, fena da görünmem herhalde diye düşünürdüm sayın okuyan. Hatta çevredekilerin ara gazıyla, hoş hatun olduğum kanaatine kapıldığım zamanlar bile olmuştu. Yani her vasat yurdum kadını gibi kendi halimde takılıp gidiyordum. Ta ki onunla tanışana kadar…

Mari… Benim soyu batasıca ve elbette çatlak Urus arkadaşım. Urus’tan arkadaş mı olurmuş deme sayın okuyan. Ben yaptım oldu. Lakin o porselen gibi cildine, sarı saçına, yeşil gözüne, sülün gibi endamına, o kadar işin içinde bile bakımından ödün vermeyen tavrına sinir olmuyor muyum? Elbette kara kuru, ufacık tefecik, kendini hayata kaptırıp paspal paçoz gezen her normal! hatun gibi ben de onun ırksal özelliklerinden nefret ediyorum.

Bunlarla yiyeceksin, içeceksin, sohbet edeceksin eyvallah. Lakin, kapalı mekanda… Birlikte insan içine çıkmayacaksın. Yoksa başına geleceklere katlanacaksın. Kompleksin varsa da kesinlikle uzak duracaksın. Çünkü karılar, bildiğin doğal afet anacığım. Ben bunu nasılsa asosyal yapar eve kapatırım, sokağa adım atmayız diye dost edindiydim aslında ama, ne mümkün? Hatun bildiğin sosyal ortam insanı çıktı kardeşim.

Gün geçmez, hafta sekmez, Mari kişisi yeni bir etkinlik planı, yeni bir organizasyon, yepyeni bir kurs teklifiyle kapıma dayanır sayın okuyan. Gözlerine o delici bakışı yerleştirip “Yiinceeeee…” diye seslendi miydi; anlarım ki bu yine sosyalleşme peşinde. Bi gün gelir pilatese, yogaya gidelim,der. Bi başka gün “Yüzeliiiim..” diye tutturur.

-Ney kursa gideciz Yiiinceee.
-Ney ney ney???
-Ya gena itaraz yetme be.
-Kızım sen ney çalmanın ne zor bişey olduğunu biliyo musun? Biz ondan bi düt sesi çıkarana kadar, nerelerimizden ne sesler çıkar… Olmaz o iş. Unut. Git flüt, kaval, saksafon falan çal.
-O zıman oryentele gidecez.
-Benim için gerek yok bebeğim. Biz Türk kadınları doğuştan kıvrak hatunlarız. Kapı gıcırtısına oynarız. Ayrıca da sizin beliniz kalas gibi. Bence sen hiç bulaşma. Hürrem’i gördük işte. Neymiş güzel dans ediyomuş. Peeehhhh! Ulen ben oynasam orda, Sülüman Osmanlı’nın bütün topraklarını üzerime yapardı be! (Böyle de alırım bin yıllık kuyruk acısının intikamını.)
-Tımam Latin yapacız o zıman.
-Ha bak o olabilir. Ama eşli katılmak gerekmiyor mu o kurslara?
-İkimiz işte.
-Hadi be? Düğünlerde birbiriyle dans etmek zorunda kalan ezik kız modeli. Hayatta olmaz Mari. Unut onu.
-N’olüüüür… Yiinceeee… Davaaayyy…
-Ya şu boynunu büküp kedi yavrusu gibi bakma demiyo muyum ben sana. Kızım dayanamıyorum işte. Tamam be tamam. Haroşa.
-Pasiba caniim. Çok güsel olacık.

Bizim salsa, ça ça ça olayımız anlatılmaz yaşanır ya… Yine de anlatayım mı sayın okuyan? Haydi yaslanın arkanıza. Şöyle bir rahatlayın. Ve buyurun bir alt paragrafa.

Evi, gideceğimiz kursun yakınlarında olduğundan ve ben işten doğru gideceğim için, kıyafetleri ben ayarlarım dedi. İyi dedim. Senin kısa taytlardan, bir uzun tişört, (ki onun tüm tişörtleri bana uzun…) bir de spor ayakkabı getir diye de sıkı sıkı tembihledim.

Akşamınan iş çıkışı, başıma geleceklerden habersiz, mutlu mesut yollara düştüm. Madem ki kaçınılmazdı, tadını çıkarmalıydım değil mi?. Belki de geleceğin dans divası, sahnelerin aranan yıldızı ben olacaktım kim bilirdi?

Gittiğimde Mari çoktan hazırlanmaya başlamış, soyunma odasında mayosuyla arz-ı endam etmekteydi. Onu o halde görünce, g.tlü göbekli, boy fukarası diğer kursiyerlerle birlikte kendisinden topluca nefret ettik. O ise, yine o boynu bükük masum gülüşünü takınmış, elindeki poşeti bana uzatıyordu.

Açtım. Afalladım. Salaktım, daha da salaklaştım.

-Mari bunlar ne?
-Dans elbise…
-Kızım bunlarla mı girecez derse?
-Daaa…
-Daaaymış. Bu pullu boncuklu, kıpkırmızı elbiseyle insan içine çıkacağımı şahsına düşündürten şey neydi acaba?
-Haaa?
-Diyorum ki; Arcantin’in gece klüplerinden birinde tango gösterisi yapmayacaz kızım. Alt tarafı kıytırık bi dans kursu burası. Bunlar biraz abartılı olmamış mı? Ayrıca da ben bu ince topuklularla düz yolda yürürken kafayı gözü yararım. Nasıl dans edecem? Hayatta olmaz. B.k var gibi bugün de kumaş pantolon giymişim. O da olmaz. Ben eve gidiyorum. Ne halin varsa gör.
-Hadi Yinceeee… Bak çok yakişacık. Hepkes böyle giyecik zeten. Nolüüür…
-Allah belanı vermesin Mari. Soyun sopun batsın. Yüzünü sivilce, bacaklarını selodit bassın inşallah. Sayende bu yaştan sonra ele güne maskara olmak da varmış kaderde. Ya üf yaa… Bana bak Urus s.rtüğü, tamam giyecem bunları. Ama eğer düşüp çanağı çömleği kırar da hastanelik olursam, kendi kıyafetini de benimkini de değiştir tamam mı? Koca kişisi gecenin bi yarısı ikimizi bu kılıkta görürse, geri kalan kemiklerimi de kırıverir sevabına.
-Haroşa Yiincee…
-Haroşa diyo ya… Haroşa diyo bi de… Allaam sen sonumuzu hayır et.

Ders mi? Fena değildi. Birkaç figür kaptık. Çokça eğlendik.

Aslında herkes siyah giyinmeyeydi… Bir de hoca kişisi “Kırmızılı Arkadaşlar” aşağı, “Kırmızılı Arkadaşlar” yukarı demeyeydi, iyiydi.

Haydin bol etkinlikli, sosyal günler dilerim sayın okuyan. Yıldızınız parlasın.