16 Temmuz 2008 Çarşamba

BİR KÖY MASALI / PART 3 - İNCEGÜL VE YAVRULARI MEYVE TOPLUYOR




















Yıllar evvel, ben küçük, benim bigbrother benden de küçük… Bir horoz sevmiştik. Kafasının şekli Amerikan tıraşına benzer, bir beyaz horozdu. Gereksiz, vakitsiz, her daim öter dururdu. Köy yerinde sabahları ötmeliydi oysa ki horoz dediğin. Ananeme “bizim olsun” dedik. Bigbrother, “ben onu İstanbul’a götüreyim” dedi. Ananem “alın sizin olsun” dedi, “yanınıza katıvereyim” dedi.

Gitme vakti geldiğinde, biz horozumuzu istedik. Heyecanlıydık… Horozumuzu alıp evimize götürecektik. O uyandıracaktı bizi her sabah. Okula uğurlayacaktı belki de. “Anane getirsen ya artık” diye direttik. Ananem onu bizim için bir poşetin içine koyup getirdi. Kesilmiş, temizlenmiş, pişirilmiş… Amerikan tıraşlı, beyaz horoz, bizimle İstanbul’a gelecekti. Kızarmış olarak… Kardeşim ağladı, çok ağladı. Ben gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İronikti… O gün ikimiz de şok olmuştuk. Çocuk kalbimiz için acıydı… Şimdi düşününce komikti de aslında. Mizah da böyle bir şeydi işte. Acıdan kotarılmış, hüzünden devşirilmiş, hayata göz kırpan bir şey…

Horoz sesiyle uyandığım ilk köy sabahımda, yatağın ortasına oturmuş bu anıyı hatırlıyordum, gülümseyerek. Günlerce uyumuştum sanki, öylesine dinlenmiştim. Sabahın altısıydı henüz ve benim midemde kıyılmalar bile başlamıştı ufaktan. Öğlene kadar dört tane burçak bisküviden başka bir şey kabul etmeyen bünye, kargalarla birlikte kahvaltı etme derdindeydi.

Ormanın, yeşilin bol olduğu yerde, sabahları serin ve temiz havayla dolar ciğerleriniz. İki kanat pencereyi açıp, çekebildiğim kadar çok çektim içime, toprak, çimen, çiçek, ağaç ve en çok da ıhlamur kokusunu. Yine uzunca bir süre hasret kalacağımı bilerek, yerleştirdim bütün o güzel kokuları belleğime. Sakacık sabah türküsüne başlamış, içli içli söylemekteydi. Sonra ona kirazcılar da eşlik ettiler. Sabah rüzgarı usul usul esip, sarıyı yeşile, yeşili maviye katıyordu bir yandan, bir yandan da tatlı hışırtılar armağan ediyordu kuşların eşsiz bestesine. Doğanın bu rengarenk senfonisi, yeryüzündeki en güzel müzikti kuşkusuz. Yeniden şehir gürültüsüne, beton grisine teslim etmeden önce, doldurmalıydım ruhumu bu doyumsuz eserle.

Taze demlenmiş çay kokusu, sabahın müjdecisidir ya, kokuyu takip ederek, ocak başında hazırlanmış sofrayı buldum. Minişim “anne köyde herkes çok zengin he” dedi. “Baksana, her evde şömine var.” İlahi oğlum, sen çok yaşa emi? O ocağın başında, dünyanın en lezzetli çayını sevdiklerinle paylaşmaktan daha büyük bir zenginlik var mıydı ki? Çocuk haklıydı.

Köy yerinde iş çoktur. Lakin bizim gibi avare takımının yapacağı iş, anca gezip, tozmak, peteğin, tezeğin resmini çekmektir. Bugün Geriş’e kiraza mı gitsek, Ağulu Boğaz’da ekin mi biçsek(!) diye hayati bir karar vermeye çalışırken, dayım imdadımıza yetişti. “Haydi biz Çukur’a gidiyoruz, siz de alın bir kap elinize, çilek toplarsınız” şeklinde harika bir öneri sundu bize.

Hep beraber Çukur’un yollarına düştük. Dayımlar ekinleriyle uğraşırken, biz gayet de zorluklar çekerek o minicik, eşsiz koku ve renkteki çilekleri devşirmeye başladık. Biz dediğime bakmayın; babamla ben çilek toplarken, benim sıpalardan büyük olanı başımızda dinelmiş “bak şurası dolu ordan toplayın, anne ezmeden toplasana” diye talimat veriyor, küçük ve ormantik olanı da çiçek topluyordu. “Oğlum, koparmasana çiçekleri, kime vereceksin onca alâmeti” desem de, adam Ali Şukufu’yu bile hiçe sayarak romantik eylemine devam etmekteydi. Bu arada, babacığımla biz, kan ter içinde bayırlardan çilek toplamaya devam ediyorduk. Epeyce bir süre böyle debelendiğimiz halde, bir türlü Liselimin elindeki kabı doldurmayı başaramamıştık. Vardı elbet bu işte bir bit yeniği, çıkardı nasılsa kokusu yakında.

Kokusundan önce, rengi çıktı. Bir tane bile çilek koparmadıkları halde, benim sıpaların elleri ağızları pespembe idi. Nedendi acep? “Oğlum, kaynağı burda, yesenize koparıp da. Şeer yerinde nerden bulup da toplayacaksınız a benim akıl küplerim? Bizim topladıklarımızı niye çalıyonuz?”
“Anne yaa, ben çiçek topluyom, şimdi uğraşamam”
“Anne, şimdi Ali Macit’le Ali Şukufu pikniğe neyin gelir, kırdım kango falan oluruz, neme lazım. Sen topla işte.”
“Ya bana musallat olursa bu Ali Şukufunuz? Benim canım yok mu?”
“Bişey olursa, biz sana bakarız annecim, üzülme sen”

Adına inat güzellikteki Çukur, uçsuz bucaksız gibi görünen bir kocaman yokuştu ve her bir parçası ayrı bir renk cümbüşüydü. Başak sarısı, fındık yeşili, çilek pembesi… Hele o çiçekler… Evde birkaç saksı çiçeği yaşatabilmek için yapmadığımız şebeklik kalmaz ya, kendini sunmuştu burada her türlü çiçek, selamsız, sabahsız, kaprissiz, nazsız. Her zerresinden ayrı bir mucize fışkırmıştı toprağın. Baktıkça büyüleniyor, büyülendikçe bakıyordu insan.

Öyle ağzı açık seyreylerken bu güzellikleri, kulağımda korkunç bir vozurtuyla olduğum yerde zıplamaya başladım. Ben, “heh işte, sonunda, kendisinden bu kadar bahsetmemize sinir yapan Ali Şukufu ve çekirdek ailesi, benim vücudumda yaşamaya karar verdiler” diye düşünürken, sevgili babacığım “ahan da sonunda beklenilen oldu, bizim kız toptan üşüttü” ifadesiyle yüzüme bakıyordu. “Babaaaa, kulağıma bişey kaçtı ya… Kurtar beni babaaaa” diye çırpınıyordum. Bir yandan da kulağıma parmağımı sokup duruyordum. Yaa işte, çocukların kulağına parmak sokmak neymiş anla şimdi, gaddar anne seni. Lakin o kadar tepinmeye, elimdeki çilekleri bırakmamış olmam da takdire şayandır, dikkatinizi celbederim efenim.

Neyse ki, yılların tecrübesi, yetenekli kişilik, sevgili babacığım, gömleğinin cebinde her daim hazır bulunan ve her türlü işe yarayan, çok fonksiyonlu kalemini çıkarıp, zavallı kelebekciğin yolunu açtı da, ben de ikinci hastanelik olma tehlikesini böylece atlatmış oldum. Ve babamın kalemi, fonksiyonlarına ‘kulağa kaçan kelebeği çıkarma’ özelliğini de eklemiş oldu.

Sonunda benim tatlı hırsızlarıma rağmen bir kutu çilek toplayabilmiş olmanın haklı gururuyla, dağ, bayır demeden vurduk kendimizi yollara. Artık köye dönme vakti gelmişti. Lakin gelirken dümdüz bir yoldan yürümüş olduğumuz halde, dönüşte tam bir dağ tırmanışı yapmamızı anlayamamıştı benim şehir bebeleri. Küçüğüm, dedesinden öğrendiği üzere elinde hep bir sopa taşıyordu. Lakin nedense hep dedesinin sopasındaydı gözü. Komşunun tavuğu komşuya kaz durumu yani. Büyüğümse sürekli, “dikkat edin, Ali Kamil’in sesini duydum sanki, ahan da Ali Şukufu şu fındığın dibinde” şekli yapıyor ve ‘kene’ sorunsalına farklı bir boyut kazandırıyordu.


Eve döndüğümüzde, bu çilek eyleminin bizi kesmediğini fark ettik. O halde hep birlikte bostandaki bodur kara duta dalma vakti gelmişti. Haydi civcivlerim, gidelim ve üzerimizi başımızı, elimizi ağzımızı dut lekesi yapalım!

Benim miniğim, yaklaşık bir metre uzunluğundaki ağacın doruğuna(!) tırmanmış, ben de her yanından salkım saçak olmuş dutları dallardan toplayıp kendisine veriyordum. Bir yandan da kendim tıkınıyordum. O kadar çok meyve vermişti ki bu minik ağaç, yemekle de, toplamakla da bitmiyordu. Bitirdiğimiz dallarda, arkamızı döndüğümüz anda yeniden dut çıkıyordu sanki. Dalından koparılıp yenen meyvenin ne kadar lezzetli ve doyumsuz bir şey olduğunu unutmuştum… Hatırladım. Yedikçe yiyorduk. Miniğim de koparıp koparıp bana vermeye başladı. Evlat elinden de bir başka tatlı oluyormuş bu meret. Artık karnımız ağrımaya başlayınca yemeyi kesip, evdekilere de götürmeye karar verdik. E bencil olmamak lazımdı değil mi? Bir de pınardan buz gibi su doldurmuştuk ki ibriğimize, içmelere doyulmaz.

Ertesi sabah, daha da heyecanlı uyandım. Doğduğum köye gidecektim. Doğduğum, hayal meyal hatırladığım evi görecektim yine. Belki kurbaklı göle pil salacaktım yeniden… Kim bilir?
To be continue

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder