21 Temmuz 2008 Pazartesi

BİR KÖY MASALI / PART 4 - İNCEGÜL FECİ NOSTALJİ YAPIYOR






















Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi, tıpkı en güzel anılarımda olduğu gibi, babam bizi alıp, doğduğumuz köye götürüyordu. Babamın ve benim doğduğumuz o cennet köşesine. Aradaki yol o kadar güzeldi ki, yürüyerek gitmeyi çok istiyorduk. Lakin emmi oğlu, sıcakta çoluk çocuk yorulursunuz diye arabayla götürdü bizi. Yine de yolun güzelliğini seyretmeye engel değildi ki bu…

Bir bir canlanıyordu hatıralar köye yaklaştıkça. Her adım daha da yakınlaştırıyordu o güzel, o kaygısız günleri. Ah benim çocuk günlerim! Ah benim sebepsiz sevinçlerim! Ah benim hüzünsüz hüzünlerim! Yeniden benimleydi işte. Ayaklarıma değil yüreğime değiyordu toprağım.

O kadar güzeldi ki burası... Hatırladığım kadar güzel. İstanbul yanarken şehrin sıcağına inat deniz kokulu serin bir esinti karşıladı bizi. Sırtımızda hırkalarla oturup çay içtiğimiz çardakta, beni artık yiyin diye saçlarımıza değiyordu dutlar. Yaprak yaprak asmalar, erken kiraz, sarı kiraz, vişne çiçekleri, sonsuz sayıda papatya, hatta ayağıma takılan dikenler bile bir başka güzellikti. Her bir karışında bin tane anım vardı bu toprakların.

Ahşap balkondan harmana bakarken, sanki emmim öküzleri dehliyordu yine. “Ha” diyordu, “ha oğlum, gayret” Güneş tepesinde, kasketi başındaydı yine sanki. Oysa ne emmim vardı artık, ne o öküzler, ne de düven kalmıştı. Beyaz at bile gitmişti. Teknoloji gelmişti buralara da. Hop diye alıyordu harmanı. Ekini bir yana, buğdayı bir yana savuruveriyordu patoz denen illet. Emmim yaşasaydı, sevinirdi evlatlarının aynı sıkıntıları çekmemesine. Bizim gibi hayıflanmazdı “çocuklarım o günleri göremedi, yazık” diye. Bizim için eğlenceydi zira o harman. Bir çeşit oyun alanıydı… Zaten çocuklukta dünya da bir oyun alanıydı.

İşte benim çocuklarım köy çocuklarıyla bir olmuş top koşturuyordu şimdi, benim düvene bindiğim yerde. Ah bir de armutlar göğerseydi. Harmanın kendine has saman kokusuna karışsaydı mis gibi armut kokusu. Lakin erkendi daha. Olsundu. Oyun alanıydı çocuklukta dünya ve mis kokardı her yer çocuklukta.

Taş fırından ekmek kokuları yükselmeye başladığında vakit öğleyi bulmuştu. Güneş en tepeye çıkmış ama yakmıyordu. Güzelim memleketimin, güzelim güneşi bile başkaydı sanki. Sıcak, insaflı, vicdanlı, cana yakın. Taş fırının önüne dizilmiş boy boy çocukların içinde elbette benim miniciğim de vardı. Oturmuş, çıkacak ekmekten pay almak için beklemekteydi. Ellerinin yanmasına aldırmadan, iştahla yediler birer parça köy ekmeğini. Ben ahşap balkonda, gözlerimde yaş, gönlümde bir garip sızı, onlara bakıyordum. Ben çocuktum bir zamanlar, o benim çocuğumdu şimdi, ben onun çocukluğunda kendimi buluyor, o kara gözlerde yeniden çocuk oluyordum.

Sonra kurbaklı göle geldi sıra. Yüzyıllar geçmişti üzerinden sanki, ya da dündü. Zaman, mekan, her şey birbirine karışmıştı beynimde. Televizyon olmadığından radyo çalardı her evde sabah akşam. Pil de bol olurdu. Biz de o pillerin ortasından ipi bağlar, salardık göle. Kimi zaman kurbaklara da denk gelirdi. Bize de “yapmayın” derlerdi o zaman. "Düşersiniz, kirlenirsiniz, kurbağalara değmeyin siğil olursunuz..." Dinler miydik?

"Anne, ben de pil vurucam kurbakların kafalarına" dedi benimki. Ve zaman bu gün oldu birden. Çocuk olmaktan vazgeçip anne olmam gerekiyordu. "Hayır" demeli miydim? "Düşersin, kirlenirsin, siğil olursun..." Sanırım süper anne olmaya çalışmaktan ziyade, kendini onların yerine koyabilmek, onların ruhunda çocukluğu tadabilmekti anne olmayı güzel yapan. Biz de kurbakların canını yakmadan, gölün tadını çıkardık birlikte.

Sonrasında, oğlumu alıp, doğduğum eve götürdüm. Yıllardır oturan kimse olmayınca etrafını dikenler, otlar sarmıştı. Boğuşarak, zar zor ulaşabildik kapısının yakınlarına. Evcilik oynadığım, düzlük de kaybolmuş, kendini ulaşılması zor bir yeşile teslim etmişti. Kiraz ağacı duruyordu ama. Bir kiraz bu kadar minik, bu kadar kırmızı ve bu kadar tatlı olabilir miydi? Dallardan toplayabildiğimle, kendi çocukluğumun lezzetini, kendi çocuğumun damağına yerleştirdim. Artık o evi ve o kiraz ağacını asla unutmayacaktı, biliyordum. Anılar, koku, lezzet ve renklerden oluşurdu, bunu çok iyi anlamıştım bunca yılda. Ve birisi bana "her ne kadarsa, kalan ömrünü buralarda geçir" deyiverseydi...

Sonraki birkaç gün, bolca sohbet, bolca gezinti, bolca yemek ve bolca kahkahayla geçti. Çocuklarım odun kesmekten sığır gütmeye, yerdeki papatyaları yolup saksıya dikmekten, tohum ayıklayıp tarlaya ekmeye, oyun evine tırmanmaktan ahır önlerine asıncak kurmaya kadar bir çok etkinliğe katıldılar ve zannımca çok mutlu oldular. Hatta küçük sıpam, bir ara dayımla pazarlık yapıyordu. Okullar açılana kadar kalacak, her gün inekleri güdecek, tohum ayıklayacak, karşılığında yemek ve temiz çamaşır alacaktı. He bir de maaş elbette. Çok değil canım, haftalık yüz yetale… Ayrıca eşeğe odun sararsa pirim olarak günlük on yetale.

Ayrılmak çok güç oldu. Sevdiklerimden, harmandan, taş fırından, papatyalardan, yeşilden, maviden, rüzgardan, buluttan, arap öküzden, benekli danadan, giderbeyden ve en fazla da çocukluğumdan.

Son gün bir garip hüzün çöktü üzerime. Deli gibi dolaşıp durdum. Son kez görmek, koklamak istiyordum köyümü. Her detayı ayrı ayrı kazıdım gönlüme. Hiç unutmak istemiyordum. Bir daha geldiğimde, bıraktığım gibi bulmak istiyordum her şeyi.

Annemle yoğun mücadelelerimiz sonunda, o kazanmış ve kazadan kalkan otobüslerden birine, üstelik de gündüz binmiştik. Tamam yolu seyretmek güzel olabilirdi, lakin bu yaz sıcağında, havalandırması taş devrinden kalma, eski bir otobüsle seyahat etmek, üstelik çoluk çocukla, hepimizi perişan edecekti biliyordum. Ama annem bunu yaşayarak test etmek istedi.

Daha yolculuğun üçüncü dakikasında, yer götürü konuksal herifimiz ‘kusuk poşeti’ dağıtmaya başlayınca “heh” dedim “dakika bir, gol iki, var bir pislik bu işte." Adam biliyor güttüğü koyunu. Kim bilir ne tiksinç bir yolculuk bizi bekliyor ki, şimdiden poşete soktular hayallerimizi. "Yok biz almayalım, benim onu görünce bile midem kalkar. Üstelik ne çocuklarım, ne de ben kusmayız öyle ortalık yerde" diye kibarca reddettim kendisini.

Yolculuğun beşinci dakikasında ön çarpraz koltuktan öğürtüler, böğürtüler, sonrasında da kükremeler gelmeye başladı. Gayri ihtiyari kafamı çevirip bakmamla, gözlerimi sıkı sıkı kapatmam bir oldu. Yahu bi yola çıksaydık önce, sonra kusardınız. Daha çok saatler var önümüzde, bu ne acele? “Poşet dağıttılar o kadar, ayıp olmasın, hemi de ziyan olmasın” diye düşündü zahir. Zira bir insan evladının kusma potansiyeli nedir diye düşündürten bir performans sergiledi hatun ve yol boyu sürekli bu eylemi sürdürdü. Durmadan şikayet ediyordum. En çok da anneme…

“Anne, bu kadın habire kusuyo yaaa.”
“Kusar kızım, tövbe tövbe. Kadının ağzına bant mı takalım? Sen de taktın he”
“Bak anne, çöp kutusu da tam benim yanımda, bana konteynır yanı koltuk vermişler, üstelik geriye yatmıyor, zımbırtısı kırık. Eğer o poşeti buraya atmaya kalkarsa, kafasına fırlatıveririm, sonra deli kız yine dellendi demeyin.”
“Tamam tamam, zaten ne var ne yok çıkardı baksana, daha kusmaz. Hadi biraz uyu.”

Öğlen vakti olduğunda, havalandırmalardan kaynar hava üflemeye başladı. Üstelik, bir de Hak.kı Bu.lut çalmaktaydı fonda. Tek tesellim, muhteşem güzellikteki manzaralardı. Yer götürü konuksal herif habire elinde kusuk poşetleriyle geliyordu. Almayacam kardeşim yahu. Al kendin kullan çok meraklıysan. “Poşet getireceğine, kolonya neyin ikram etsene kardeş” dedim kendisine, son derece keskin bir bakışla. Yol boyu da söylenip durdum. Annem, “kızım yeter artık, biraz uyusan ya” diye dellenmemi engellemeye çalışıyor, bir yandan da çenemi kapatmamı sağlamak istiyordu.

Zavallı yavrucaklarım, terden sırılsıklam olmuşlardı. Miniğim, uyuyamıyordu sıcaktan. Neyse ki mola imdadımıza yetişti. Hemen el yüz yıkandı, dondurmalar yenildi. Kocayla konuşulup, geliyoruz biz denildi. Moraller biraz tazelendi. Tekrar o eziyetli yolculuğa çıkılmak istenmedi. Hep molada kalma işi ciddi ciddi düşünüldü. Yüzyıllar önce bindiğim uzun yol otobüslerini bile arattı bu meret bana yahu! Hey gidi çocukluğumun haşlak yumurta kokulu yolculukları!

Sapanca gölünde verdiğimiz ikinci molanın bittiğini ne dediğini asla anlayamadığım bir anonsla bildirdiklerinde artık daha fazla yolculuk etmek istemediğime ve burada ikamet etmek istediğime karar verdim. “Siz gidin, hayırlı yolculuklarınız ossun” diye el salladım kalkmak üzere olan otobüse. Püfür püfür havayı, muhteşem göl manzarasını bırakıp, o saunadan bozma, solaryumdan restore çok oturgaçlı götürmeyegeçe binmek istemiyordum. Muhtemelen "deli herhal, ilişmeyelim" diye düşünüp, beklediler yine de. Ya da annem bekletti bilemiyorum.

Akşam altı otuz civarı İstanbul’da olduğumuz halde, ancak on gibi eve varabildik. Gözünü sevdiğim İstanbul trafiği. Kardeşcikler, gelincikler herkes bir araya geldi. En son koca kişisi teşrif etti. Özlenenlerle, özleyenlerle hasret giderildi. Kalbinin bir yarısı memlekette kalsa da diğer yarısının burada olduğu anlaşıldı. İnsanın sevdicekleri neredeyse, yuvası, memleketi orasıydı.

Bir tokat yedim, kendime geldim. Bir hafta süren tatlı bir düş gördüm ya da. Sanırım beni epeyce bir süre mutlu edecek güzel bir memleket gezisiydi. Dönüş yolculuğunu bile gülümseyerek anıyorum şimdi. O kadar yani…

The End
Son Not: Fotoğraflar İstanbul'a dönüş yolu görüntüleridir. Sadece son resim, liselimin doğduğum köydeki ahşap balkonda duta dalarken yakalayıp çektiğim resmidir. Kurbaklı gölün, fırında pişirilen ekmeklerin, doğduğum evin, takanın resimleri bir ara mutlaka yayınlanacaktır. Benim bilgisıyır, yine sıyırdığından sonraya kalmıştır. Kendisini yepyeni bir laptopla değiştirmekle tehdit ediyorum şu sıra. Çaktırmayın, sadece tehdit. Yok böyle bi'şey!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder