27 Kasım 2008 Perşembe

MİM MİM MİMİ MİMİ HANIM...


Ah benim güzel okuyucularım! Yoğun ısrarlarınıza “ah bize bir yeni yazıııı” diye inlemelerinize daha fazla dayanamadım ve hasta yatağımdan kalkıp sizin için, sızlayan parmak uçlarıma aldırmadan, kâh o harfe, kâh bu noktalama işaretine basıp duruyorum bu gece vakti. “Ne işin var hasta hasta bilgisayarın başında, git yat zıbar da iyileş bir an önce, manyak mısın be hatun!” Dediğinizi duyar gibiyim benim duyarlı ve de sevgi dolu okuyucu kitlem. Lakin mimine yandığımın dünyasında, gün geçmiyor ki yeni bir mim dalgası hepimizi uçsuz bucaksız evrenin sonsuzluklarında bir o yana bir bu yana savurmasın, gün geçmiyor ki bir mimin kolundan ötekine kızıl bir yaprak gibi titreye titreye düşmeyelim. O kadar çok mim geçti ki elimden şu âlemde, yakında mahallede adım çıkacak diye korkmuyor da değilim.

“Anaaam, gız Haspanaz, aha bunun bööle, aile gadınıyım, yavrılarımın anasıyım pozlarına bahma heç. Benim oğlan geçen, teceviz sahneleri ararkene, sitesini mi neyini bulmuş, günahı boynuna habire mimliyolarmış bunu gııız.”

“Aboooovvv! Sahi mi diyon Nülgüzar aplaaa… Ay bi de utanmadan dolanıyo ortalardaaaa… Boyundan büyük oğlu var ayoll… Yazıklar olsun bunaaa…”

“Haspanazııımm, gene benden duymuş olma yavrıııım… Bi de takma ad koymuş kendüne tikimin gonca gulü müymüş neymiş…”

“Ay aplaaa, hakketen utanmazın biriymiş. Hayır bi de bana akıl veriyodu geçenlerde; yok efendim ayda iki sevgili değiştirilmezmiş miş, yok efendim o yanımda dolanan Isırcanla, Batırcan pek tekin tiplere benzemiyomuş muş, yok bana Osurberk’den koca olmazmış da… Felan, filan işte… Kendine baksııın bi kereem…”

Dağılın lan Nülgüzar cadısıyla, Haspanaz kaşarı. Yoldurmayın kendinizi durduk yerde.
Tatlıkuzum, yeni evinden bana hediye olarak “takıldıklarınız, uyuz olduklarınız” mimi göndermiş. Ben de paylaşıyorum şimdi. Haydi sıradaki mimimiz hale lale jale ve de bütün mahalle için gelsin. De haydiii:

Daha önceki nadide bir mimimizde cevapladığım gibi düzen, nizam, intizam üzerine hastalıklı bir karakterim ben. Şimdi bu şahsiyeti, koy üç tane dağınık, pasaklı, vurdumduymaz-kör ayvaz adamla aynı eve… Koydun mu? Heh işte; Şimdi bir de bu hatunun ruh sağlığının yerinde olmasını bekle. Bekledin mi? Yok sen bana bakma ve sakın bekleme. Ah anacım, insan kolayına manyak olmuyor ki.

Karşıma oturt şöyle kokoş, yüzünde bir kilo makyaj, kılık kıyafet yerinde bir hatun, boş boş konuşsun. Ben şöyle harikayım, böyle mükemmelim, kolejler bitirdim, kitaplar hatmettim… Ve daha neler. Sonra bunun çocuğu da ortalıkta beslemeler gibi dolaşsın, sümükleri birbirine karışsın, ortalığı darmaduman etsin, bu arada hatun, sanki hayatında doğum yapmamış gibi, hiiç oralı olmasın, hala konuşsun. Ama hala boş konuşsun. Şimdi de benden kalkıp bu kadının o röfleli, yeni fönlenmiş saçlarını yolmamamı, dudağındaki bir kilogram kırmızı boyayı bütün yüzüne dağıtmamamı bekle. Yine mi bekledin? Amma da safsın sen yahu.

Şimdi ben, şahsım için çok önemli bir konuyu sevdiğim biriyle konuşuyorum farz et. Diyelim ki bu en sevdiklerimden biri, yani koca kişisi olsun. Ben gözlerinin bebeğine bakarak heyecanlı heyecanlı anlatırken, bu herif gözlerini bir an bile olsa kaçırıp televizyona, pencereye, duvara, ya da ne bileyim o anda Adriyaana Liyma gelmiş bizim eve diyelim ona dahi kaydırsın. (Ki normal zamanda, bakmasa kızarım) Sonra benden çıldırmamamı, bretim pitimin tipini kaydırıp noterdaymın gamburu şekline sokmayı hayal etmememi, duvardan duvara çarpıp bütün kemiklerini kırmak istemememi, etlerini lime lime doğrayıp kuru fasülyeme katık etmeyi arzulamamamı bekle. Bekliyor musun? E artık beklemiyorsundur herhal.

Günün yirmi beş saati it gibi koştururken, dinlenme için kendime ayırdığım yarım bilemedin bir saat içinde, tam da böyle keyifle uzanmış bir şeyler okumaya çalışırken, ya de ne bileyim öyle boş boş tavana bakarken, yavrılarımdan birinin, üstelik tam da yanında bir sürahi dururken, “anneeee su verir misiiin” şeklinde böğürdüğünü hayal et. Ettin mi? Pekiyi şimdi benim bu yavruyu bacaklarından tutup pencereden sarkıtmamamı, ensesinden portmanto kancasına asmamamı, kulaklarına parmak sokmamamı bekle. Bekliyon mu? Çoook beklersin canım.

Şimdi gidip biraz yatmalıyım. Şu İsviçreli bilim heriflerine söyleyiverin de gribe bir çare bulsunlar anacığım. Haydi kendinize dikkat edin. Gözle bile görülmeyen aptal bir virüsün esiri olmayın sakın. Aman da ben yandım siz yanmayın canlarııımmm...

Şimdilik bu kadaaar... Görüşürüz sayın okur… Belginciğim haydi canım mimlendin. Dikkat et de mahalleli görmesin.

21 Kasım 2008 Cuma

PEMBE ELDİVENLER MASALI


Sonbahar çoktan bohçasını toplamış, kış, elinde bavulu kapıdan girerken, İstanbul’un ayaza çalan sabah serinliğini pek severim. Gecenin sisi daha kalkmamıştır şehrin üzerinden; bir ince tül gibi efil efil uçuşur. Esmer gövdelerinin olanca güzelliğiyle bir o yana bir bu yana dans eder yarı çıplak ağaçlar. Deniz bazen yalpalayıp dalgalansa da çoklukla dingindir. Bir duru genç kız gibi ürkek… Yeşil saçlarına çiğ damlamıştır toprağın. Akşam sefaları henüz boynunu bükmemiştir.
Ama ortalık kararıp da ışık el ayak çekince sokaklardan; bu şiirsel tablonun silinme vakti gelmiştir. O zaman, sabahın o büyülü, soğuk güzelliği gider, lanetli bir hayalet gibi, gösterir kara yüzünü kış. Çile olur. Can yakar. Üşütür. Hele de içinde sobası yanan bir odada, kardeşlerinle koyun koyuna ısınma ihtimalin yoksa… Gecenin kara basanları üzerine çullanırken, seni saklayacak bir çatı hiç olmamışsa…

İşte böyle karanlık, soğuk sokakların çocuğudur Ahmet. Kimi bir duvar dibinde; şanslıysa, bir bankamatik kabininde kıvrılıp direnir gecenin iliklerine işleyen ayazına. Bazen yağmur, bazen kar olur yağar üzerine hayatın erken yükü. Kızarmış burnu, titreyen dizleri bir yana da en çok elleri üşür çocukların böyle zamanlarda. “Annem olsaydı…” diye geçirir içinden Ahmet. Bir de yüreği üşür.
---------------------------
“Kalk hadi, küçük tembel! Uyanma vakti.”

Ahmet uyuşmuş dizlerini kıpırdatmaya çalışırken; bir yandan da sabahın ilk ışıklarıyla kamaşan gözlerini ovuşturdu. Tepesinde dikilen Hikmet’e baktı. Boyu olduğunun iki katı görünüyordu sanki. Daha çok erkendi. Sokağın ayak sesleri duyulmaya başlamamıştı bile. Yine de o gün kısmetlerine düşen işi yapmak, rızkı ne kadarsa ekmeğini kazanıp yemek gerekti. Genelde taşıma işleri yaparlardı. Bazen boyundan büyük çuvalları sırtlanır, kimi de alışverişini yapmış bir hanım teyzenin poşetlerine yardım ederler; aldıkları harçlıklarla karınlarını doyururlardı. Ama kış günü en güzel iş mendil satmaktı. Burnu akmayan yok gibiydi bu mevsimde. Hoş burnu akmasa da Ahmet’in bebek yüzünde ışıldayan kocaman kara gözleri, minicik elleri kimin yüreğinde merhamet uyandırıp bir paket almasını sağlamazdı ki? Bazısı da “Haydi bakalım yaylan, duygu sömürüsü yapma!” Diye kovalardı yanından. E, her kişi bir olmuyordu. Her tür insan geçerdi sokaklardan.

Arada bir de caddenin kalabalığından arta kalan ganimetin içinde, kazara düşürülmüş on-yirmi lira bulurlardı. O zaman bayram ederlerdi işte. Döner bile alabilirlerdi. Oysa çoğu kez önünde satış yaptığı dükkanın camekânında, bu lezzetli yiyeceğe iç geçirerek bakardı Ahmet. Hainler, çocuğun yutkunarak baktığını görürlerdi de insaf edip bir lokma tattırmazlardı. Her tür insan vardı işte. O kadını düşündü birden. “Ne kadar da yumuşak, nasıl güzel bir yüzü vardı.” Çocuğu için aldığı eldivenleri, onun mora çalmış ellerine giydirirken tıpkı bir anne gibi bakmıştı yüzüne. Sahi anneler nasıl bakardı? Bilmezdi ki Ahmet.

“Hadi oğlum, uyan artık sen de! Tabii bulmuşsun mis gibi bankamatiği keyif çatıyorsun.” Dedi Hikmet. Bir yandan küçük çocuğun yırtık pabuçlu ayağını dürtüyordu. “Bu gün mendilleri çabucak bitirmeliyiz. Çocuklar akşam acayip bir iş ayarlamışlar, çabuk kalk da anlatayım sana.”
-----------------------


“Mezarlık mı?” Dedi Ahmet, simidinden bir lokma daha ısırırken. “Ben korkarım Hikmet abi.”
“Oğlum korkacak ne var ki?” Dedi. “Onlar yapacaklar zaten işin çoğunu, biz sadece yardım edeceğiz. Çocuklar belirlemişler açılacak mezarları. Birkaç saatte tamamdır. Bir sürü paramız olacak lan! Sabah simidin yanına şöyle en sarışınından eski kaşarla, bir bardak çay bile alabiliriz oğlum.”
“Ben gelmesem?... Ölülerden çok korkarım.”
“Olur mu hiç? Bunca zaman yanımdan hiç ayırdım mı seni? Hem hepimiz öleceğiz oğlum bir gün! Ölüden korkulur mu hiç? Ölüden zarar gelmez; asıl diriden koruyacaksın kendini!”

Sahi ölecekler miydi günün birinde? Çocuklar ölmezdi ki! Çocuklar yaşarlardı inadına. Güler, ağlar, oyunlar oynar ama illa yaşarlardı. Sonra büyür, yaşlanır ve en sonunda; belki ölürlerdi. “Hem mezarlıkta ne işimiz var ki bizim?” Diye fısıldadı. O çocukları zaten hiç sevmezdi. Hikmet Abi’si de sevmezdi. Nereden çıkmıştı ki bu şimdi? Akşam olmasını hiç istemiyordu.

------------------------

Karanlık ve soğuk iyiden iyiye kaplamıştı şehrin üzerini. Yumuşak toprak altından kayıyordu Ahmet’in. Ayağının altında yüzlerce çürümüş ceset olduğunu hatırladıkça yürümesi güçleşiyor, yüreğini tarif edilmez bir duygu kaplıyordu. Bir tanesi yattığı yerden fırlayıp üzerlerine atlayıverse; ne yapacaklardı? Gündüz gözüne bayram ettiren türlü çeşit ağaç, sanki üzerine devrilecek gibi, ürkünç birer canavara dönüşmüşlerdi. Titriyordu. Korku, kıştan da soğuktu şimdi; iliklerini donduruyordu. Sıcacık yatağında yatan çocukları düşündü. Çıtırdayan bir sobanın yamacında, koyun koyuna uyuyan kardeşler hayal etti. Hikmet ve kendisi bile olabilirdi bunlar. Omuzları üşümesin diye yorganı yukarıya çekiyordu anneleri. Eldiveni ona veren kadını ve o arife gününü hatırladı yeniden. Kızı nasıl da şımarıklık etmiş “Benim onlar!” Diye yaygara koparmıştı. Oysa bir sürü poşet vardı ellerinde. Belli ki bayram için alışveriş yapmışlardı. Üstelik kızın mantosu, atkısı, eldivenleri de tam takımdı. Kadının gözleri ne kadar da güzeldi. Yavaş yavaş içinin ılıdığını hissediyordu Ahmet. Neredeyse mezarlıkta olduğunu bile unutacaktı. “Keşke benim annem olsaydı.” Dedi usulca. “Onu hiç üzmezdim.” Sonra, cebinden çıkardığı pembe eldivenleri giydi. Dalga geçerlerdi ya; neyse! Elleri çok üşümüştü.

Birden anlamlandıramadığı bir karışıklıkla kendine geldi. Oldukça geride kaldığını da o anda fark etti. Hikmet ve diğer çocuklar epeyce ilerlemişler, tepede bir yerlerde yüksek sesle tartışıyorlardı. Neden bağrıştıklarını anlamaya çalışıyordu. Hikmet’in sesini duyuyordu en çok. Belki en bildik ses olduğundan, sadece o yer etmişti kulaklarında. Sonra hiç tanımadığı sesler de duydu. Öylesine karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu. Seslere doğru yürümeye başladı. Hızlanmak, koşmak istese de yırtık pabucundan dolan soğuk, ayaklarının hareket etmesini engelliyordu. Yine de onlara yetişmeliydi. Kavgaysa; kavga… O da pekala dövüşebilirdi. Küçüktü belki ama güçlüydü. Kolay mı; sokaklarda bunca zaman geçirmişti. Hem Hikmet Abisi yıllardır ona kol kanat germemiş miydi? Şimdi destek sırası kendisine gelmişti.

“Ahmet, kaç buradan! Çabuk git!” Diye bağırıyordu Hikmet. “Git çabuk!” Hiç istemese de onu dinlemeliydi. Bu güne kadar sözünden hiç çıkmamıştı. Git diyorsa; bir bildiği vardı elbet. Gerisin geri var gücüyle koşmaya başladı. Orada neler olduğunu Hikmet Abisi sabah olunca anlatırdı nasılsa. Yine başına dikilir “Kalk bakalım tembel!” Diye gülümserdi. Hatta “Yine giymişsin o kız eldivenlerini.” Diye dalga bile geçerdi. Koştu. Korkusunu geceye yoldaş edip olabildiğince hızlı... Hikmet’in inleyen sesi kulaklarında çınlıyordu şimdi. “Yok canım” Dedi. Bir şey olmamıştı ona. O sapasağlam gelecekti yine. Sabahın en temiz, en el değmemiş zamanlarında, susamlı, çıtır çıtır bir simidi bölüşmek için uyandıracaktı onu. Hatta yanında en sarısından eski kaşar bile olacaktı. Bir bardak da sıcak çay…

Yumuşak toprak ayağının altından kayıyordu. Soğuk, bir kara düşman gibi zulmediyordu çelimsiz bacaklarına. Ardından gelen ayak sesleri bir ölüye ait olabilir miydi? Kızgın bir hayalet, kendisini takip mi ediyordu yoksa? Ne demişti Hikmet; “Ölülerden kimseye zarar gelmez!” Ya bu kez yanıldıysa?... “Keşke annem olsaydı o kadın. Şimdi tekmelediğim yorganı üzerime örtüyor olurdu belki de. Omuzlarıma çekerdi sonra. Bir de öpücük kondururdu saçlarıma. Hem ben onu hiç üzmezdim ki. Şımarıklık da etmezdim.” Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Nereye gittiğini bile bilmeden, olabildiğince hızlı koşuyordu Ahmet. Bu ıssız ölüler şehrinden çıkıp kalabalığa karışabilseydi; ışıl ışıl caddede, yaşamın içine bir dalabilseydi. Gücü iyiden iyiye tükeniyordu. “Keşke bir parça daha ekmek yeseydim.” Diye düşündü. Sonunda küçücük ayakları, bu kaçışa daha fazla direnemedi. Yüz üstü kapaklandı yaşamsız toprağın üzerine. Onun sonsuz, yumuşak koynundaydı şimdi. Hiç yadırgamadılar birbirlerini. Hikmet Abi’siyle birlikte sıcacık bir yatağa uzandıklarını hayal etti. Bıraktı kendini karanlığın kollarına. Korkusuzca. Gece kanlı bir yorgan gibi örttü minik bedenini. Sıcak bir el sardı yüreğini. Uyudu Ahmet. Elleri üşümüyordu artık.
-------------------------

İstanbul’un ayaza çalan serin sabahlarını kim sevmez ki? Esmer gövdesinin olanca güzelliğiyle bir sağa bir sola salınarak dans eder yarı çıplak ağaçlar. Deniz bütün renkleriyle rüzgarı selamlar. Simit kokuları, sıcak çayın buğusuna karışır. Sonbaharın bohçasından dökülen son yeşillerin arasında, çöpçüler, gecenin karanlık artıklarını süpürür sokaklardan.

Sıcacık bir evde, bir anne, kızının pembe atkısını sarar boynuna. Televizyonda, bu sabah çöpte, parçalanmış halde bulunan iki çocuğun haberi verilir. Kimse bahsetmez pembe eldivenlerden. Göz ucuyla ekrana bakan anne, kızına, elleri de yüreği de üşümesin diye onların bir eşini giydirir. Sonra, gönül rahatlığıyla servise bindirir ve salar; temizlenmiş sokaklara.

Günün Notu: Tüm çocukların, “Dünya Çocuk Hakları Günü” kutlu olsun. Ve dilerim bir gün bütün çocuklarımızın yüzünde gülümseme, kalbinde mutluluk olsun.

19 Kasım 2008 Çarşamba

VE ADAM... VE KADIN... VE YAĞMUR... VE KEDİ...



Sonbaharın turunç renkleri bir bir griye dönerken, iskelede oturmuş İstanbul’un kışa kesilmesini seyrediyorum. Elimde, bir zamanlar az daha büyük göstersin diye başladığım sigaram. Uzaklarda bir vapur feryat ediyor. Başımın üzerinden martılar geçiyor. Yağmur önce usul usul, sonra tutkuyla öpüyor Boğaz’ın solgun, yeşil gözlerini. Kıpır kıpır oluyor yaşlı, hayran olunası kızın kuleye kilitli yüreği. Ancak âşıkların görebileceği bir ışıltı var bu puslu manzarada; görüyorum. Dilimde acemaşiran bir bestenin hüzünlü nameleri…

Bir balıkçı, nasırlı elleriyle ipini çözerken mavi teknesinin, acıyarak yüzüme bakıyor. İhtimal ki “Deli zahir” diyor. “Değilse, bu yağmurda, bu soğukta, ihtiyarın işi ne sabah sabah burada?” Çırılçıplak kalmış ağaçlar gibi titriyorum. Elimdeki yumuşak, kaygan kumaş parçası yüzüme değiyor. Saçlarının kokusu karışıyor iyot ve yosun kokusuna. İnce belli bir bardakta tavşan kanı çay oluyor kızıllığı; ısınıyorum.

Ayaklarımın dibinde bir kedi ağlıyor. Sırılsıklam olmuş, donmuş yavrucak. Kucaklayıp paltomun altına sokuyorum. Minnettar gözlerle bakıyor kırışmış yüzüme. Belli ki kimsesi yok. Şimdi birlikte seni bekliyoruz. “Belki” diyoruz. “Bir umut...” Vapur giderek yaklaşıyor. Mavi tekne gözden kayboluyor. Bu sırada iskelede birer ikişer yolcular birikiyor. Birazdan sahil iyiden iyiye kalabalıklaşacak. Gitmeler gelmelere karışacak. Sen de gelsen. Hiç değilse şu emanetini almaya...

Mevsimlerden gençlik, hava alabildiğine bahar. Kedi ağlamıyor artık. Vapurdan iniyorsun. Beyaz, topuklu pabuçların, incecik bileklerinin altında eziyor sahili. Ilık bir rüzgar havalandırıyor allı-morlu elbisendeki tüm desenleri. Ortalık çiçeğe kesiyor birden. Uçuşuyor menekşe, gül, hanımeli. Her yan mavi, beyaz, hercai… Her yer sen oluyor. Narin boynundaki safir kolyeden de berrak gözlerin… Öyle mağrur ve umursamaz bakıyorsun ki dünyaya. Ben zavallı, genç, aşık… Koşup ellerine sarılmak, haykırmak istiyorum; yapamıyorum. Uçuşuyor haleli kızıl saçların. Buklelerinin kıvrımlarına yüreğimi hapsediyorum.

Ben bir sevdalı bakışa, bir umutlu gülüşe genç ömrünü vermeye hazır, bıyıkları yeni terlemiş mektepli oğlan… Her Cuma, o vapurdan salınarak inmeni bekliyorum. Az daha büyük göstersin diye; elimde sigaram. Sen iskeleden çıkıp babamın dükkanına, tiril tiril esen kumaşlar seçmeye... Ben bir garip gölgeyim peşinde; görmüyorsun. “Çiçeği bolca olsun!” Diyorsun. Çoğunu rüzgara katık edip sahile dökeceksin nasılsa. Sonra, geldiğin esintiyle geri gidiyorsun. Önümden geçerken, yokmuşum gibi, yanmıyormuşum gibi… Her zerrem sana tutkun değilmiş gibi; umursamaz… Dudağının kıyısında haylaz, pembe bir gonca gülümsüyor. Hatırıma saçlarının kokusunu bırakıyorsun. Sen yine gelene kadar avunayım diye belki.

Yıllardan kavak yeli, bahar alabildiğine zalim. Ah o vapur! Bir hain zıpkın saplanıyor bedenime. Gümüş hareleriyle güzel, turuncu bir balık ölüyor. Boğaz kan-revan... Hoyrat bir rüzgar bütün çiçekleri denize döküyor birden. Kanıyor menekşeler. Maviler hızla kızıla dönüyor. Kalbimi bağladığım saçların kadar kızıl… Can yanığı şarkılar söylüyor dilim. Hüzünlü bir acemaşiran ağlıyor.

Ardından uzanıp omzuna dokunan el benim olmalıydı oysa. Yanındaki altın saçlı çocuk bizim oğlumuz… O safir kolyeyi ben takmalıydım gül beyazı boynuna. Ah, sevdiğin ben olmalıydım! Kıskançlık kasıp kavuruyor benliğimi. Bir alev topu olmuş, yakıyor ha yakıyor. Çelimsiz bedenim kaskatı şimdi. Eline bir başka el uzanıyor. Öfkem, acıma karışıp parmaklarımın ucundan sızıyor. Rüzgar üzülüyor halime, kendince bir iyilik yapıyor. Hınzırca önüme düşürüverdiği saç bandını, bir hırsız gibi, gizlice cebime atıyorum. Kimsecikler görmüyor. Yalnızca kedi ve sen... Utanıyorum. Sen ise yine mağrur… Saçlarının kokusunu bırakıyorsun avucuma. Haylaz, pembe gonca, kıvrılıp güle yazmış. Eteğinin ucundan bu kez sarı hüzün çiçekleri dökülürken, ben paramparça olmuş gözlerimle son defa, gidişini(zi) seyrediyorum. Beyaz, topuklu pabuçların yüreğimi eziyor.

Şimdi İstanbul, ömrüm gibi kışa teslim olurken, sonbaharın turunç renkleri bir bir siyaha dönüyor. Koynumda hâlâ titreyen kedicik. İhtiyar ellerim üşüyor. Vapur, kulağımın dibinde tiz bir çığlık koyuveriyor. Yabancı kalabalık telaşta. Gitmeler, gelmelere karışıyor. Kimsesizliğimin koluna girip insan yığınının arasından sıyrılıyorum. Yağmur, yüzlerce yıllık bir aşkın tutkusuyla öpüyor Boğaz’ın solgun, yeşil gözlerini. Ellerimde ipek saç bandın… İyot ve yosun kokusu saçlarının kokusuna karışıyor. Usul usul içime çekiyorum; avutmuyor.

Bu gün Cuma. Yine gelmedin. Haftaya kedi ve ben, bu âşık denizin kıyısında bekleyeceğiz. Söz veriyorum sevgilim, eğer gelirsen; emanetini geri vereceğim. Ve sonra öleceğim.


Atölyemizdeki fotoğraf, nacizane böyle dile geldi benim için. Kabul ediniz.

17 Kasım 2008 Pazartesi

NE ALIRSAN Bİ' MİLYON


Kadın milletinin yüzyıllık tutkusudur alışveriş. Bazen gerçekten ihtiyaçtan, çoğu da günün birinde nasılsa lazım olur mantığıyla alınsa da genelde amaç, hatunun içsel huzuru yakalaması, ruhunu günlük hayatın kirinden pasından arındırması, kalben ve fikren zirve yapmasıdır, ki bu da zorlu yaşamında bir çeşit motivasyon olacaktır kendisine. Para verip mutluluk satın alır bir nevi. İndirimden alınan ve asla kullanılmayan ıvır zıvırı köklü temizlikler sırasında siyah ve battal boy çöp poşetlerine doldurup içi sızlayarak attığı da görülmüştür çok zaman. Ama olsundur, bunu bilmek bile bir kadın kişisini yıldıramazdır. Bu türün en belirgin özelliği ve vazgeçilmezidir alışveriş.

Birkaç yıl evvel hayatımıza giren, ne kadar kalitesiz Çin malı zımbırtı varsa bir araya toplanıp ‘ne alırsan bi’milyon’ mantığıyla satılan çok da cezbedici olan mağazalar bu çılgınlığın ve krizlerin atlatılması babında en ucuz ve en can kurtarıcı olması hasebiyle çok sevdiğim yerlerdir. En çok on yetale harcayarak, bi sürü gereksiz alet edevatın alınabildiği ekonomik bir stres atma mekanıdır benim için.

İşte yine böyle bir kriz anında daldım yeni açılan ‘bi’milyoncu’ya. Yaptım alışverişimi, döndüm evime. Bilen bilir; öyle ota-b.ka depresyona giren bi’ tip olmadım hayatım boyunca. Lakin bu ara bir grip geçiriyorum ki akıllara seza. Bir de ‘Masumiyet Müzesi’ durumu var. Sanırım bunların etkisiyle geçirdiğim bir beyin bulanması söz konusu.

Diyelim ki; ben bu aldıklarımı koca kişisiyle paylaşmak istedim. Aramızda geçecek muhtemel diyalog şöyle bir şey olurdu zannımca:

-Bak sevgilim, mes’ut yuvamız için bir sürü gereksiz ıvır zıvır aldım.
-Ah Nincegülüm, güzel olduğunuz kadar zevklisiniz de.
-Öyleyim değil mi? Bak bu şey… Iııı şeyyyy… Ya üzerinde sebze resmi var, zannederim soyma veya doğrama işi için. Bak bu karpuz çekirdeği ayıklayıcısı, ne hoş di miii? Bu da şeyyy… Şeyyy… Ya ne bu sence kuuzum?
-Dur şimdi. Evir, çevir, ııııı, sağına bak… soluna bak… ıııı… çözemedim ama, zannederim iyi bi’şey. Sen aldığına göre.
-Ah sevgilim ne kadar mes’udum bilemezsin. Bu şeyler mutlu yuvamızı daha da güzelleştirecekler. Hatta bir müze oluştursak biz de Pambık amca gibi; aşkımızı anlatan, en nadide parça da şu hıyar soyacağı ile, limon sıkacağı arası garip alet olurdu değil mi?
-Nincegülüm, Nincegülüm… Bu güzel yuvamızda artık çocuklarımızın şen kahkahalarını, neş’e dolu cıvıltılarını duymak istiyorum. Bir bebeğimiz olsun istiyorum.
-Salaklaşma sevgilim. Bizim zaten dana ve sıpa kıvamlarında iki yavrumuz var. Ve sen sabahın körü cıvıldaşıyorlar diye “İncegüüüül, sustur şu oğullarını, uykumun içine ettiniz he” diye hönkürüyorsun ya.
-Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da. Hem ne bu aldığın saçmalıklar böyle? Hani minimalist bir anlayış benimsemiştin sen?
-Minimalist derken?
-Yani evde dağınıklık yaratan, işlevi olmayan şeyleri atıcam diyodun ya. Bunlar ne şimdi?
-Hıııı diyosun ki, evde dağınıklık yaratan her şeyi yok et. Senden başlamama ne dersin?
-Ahhhh Nincegülüm, güzel olduğunuz kadar manyaksınız da.
-Öyleyim… Şimdi ben aldığım bu klozet temizledikten sonra yüze piiling de yapabilen, ayrıca da saç kurutan ve sonra gelip meyveleri kurulayan bi’milyonluk mucize bezi deniycem. Lütfen beni kaderimle baş başa bırakınız genç adam…

Nelveda dünya, nelveda blog alemi, nelveda dostlarrrr… Ühü… Bühü…

15 Kasım 2008 Cumartesi

SÖYLE BAKALIM İNCEGÜÜÜL... NİYE BLOG YAZIYON


Bu, şu anda linkine tıkladığınız güzel hatun, "incegül gişisi, ne içün blog yazıyon, nedir derdin, ne yapmak istiyon, maksadın, niyetin nedir senin, hangi örgüte çalışıyon, bre mel'un de bi git ya, bi rahat bırak bizi ya" manasında bi' sobeyle beni sahnelere davet etmiş. Elbette ki bu nazik daveti geri çevirmek, benim gibi hanımefendi gişiliğinden ödün vermeyen bir şahsiyet için düşünülesi bile olamaz diyor, londranın yukarı köylerinden birinden bildirmeye başlıyorum efenim. De haydin okuyak hep barabar!

Daha küçücük bir kız çocuğuyken, sürekli konuşan, geveze mi geveze bir şahsiyettim. Hatta konu-komşu konuşturup kasede alırlardı sesimi. O kadar çok söyleyecek sözüm vardı ki…

Sonra okullu oldum, sınıfları doldurdum. Şaka değil; gerçekten doldurdum. Canım örtmenim, artık canına tak ettiği anlardan birinde, beni kapının önüne çıkarmıştı susayım diye, hiç unutmam. Bizim sınıfın tahta kapısının üst tarafında, böyle gemilerin kamara penceresi gibi yuvarlak bir cam var. Bende de boy bi’ lokmadan az hallice. Zıplaya zıplaya oradan içeriye seslenip yine konuşmaya devam etmiştim. Zavallı örtmenciğim –ki hala ziyaretine gider, o güzel ellerini, pamuk yanaklarını öper, koklarım, yani benden kurtuluş olmadığını gösteririm bir nevi- “kızım, n’olur bi’ sus da azıcık arkadaşların da konuşsun” derdi yahu. Artık nasıl bezdirmişsem kadınceyizi.

Yıllar böyle geldi, geçti. Konuştum da konuştum.

Sonra gün geldi; yoruldum. Diyeceklerim bitmemişti daha; sustum. Bir an geldi; bittim. Bir kalem aldım elime; yazdım. Anama, babama, kardeşlerime, çocuklarıma, ota-çiçeğe, börtü-böceğe yazdım. O gün-bu gündür hâlâ yazıyorum. Tıpkı şu anda yaptığım gibi.

Peki niye blog yazıyorum? Nedir derdim? Buralarda ne işim var? Bunca zaman kendime sakladıklarımı, tanımadığım, bilmediğim insanlarla ne diye paylaşıyorum?

Sanırım yanıt, sorunun içinde gizli. “Paylaşmak…” Çok fazla bir kelime. İçi dolu dolu… Ne güzel bir kelime. “Paylaşmak” İşte ben de paylaştıkça çoğaldım, çoğaldıkça yazdım, yazdıkça paylaştım. Sonra yürek yürek geri döndü yazdıklarım. Yürekler biriktirdim dost sandığında. Canlar biriktirdim.

Hastalandım, baş ucumda bekleyenlerim oldu. Neşelendim, birlikte gülenlerim. Düştüğümde kaldıranlar, ağladığımda göz yaşımı silenler… Yazdıkça çoğaldım, çoğaldıkça büyüdüm.

Gün geldi, bir tatlı aşı paylaştım yüzünü tanımadığım bir canla, gün oldu bir damla göz yaşını. Demiştim ya; ben burada hapşırdım, onlar orada “çok yaşa” dediler.

Kalbimdeki ağırlığı parmaklarımın ucundan akıttım; hafifledim. İçimin coşkusunu ekrana döktüm; ferahladım. Önce hep kendim için yaptım bunları. Yazmak, bencil bir şeydi. Sonra, yüreklerde yer buldukça, bencilliğimden, benliğimden de sıyrıldım. Çoğaldım ya; çoğaldıkça bir oldum, bölüştükçe, bütün oldum. Benim içindi, bencillikti yine de.

Dostların yorumlarında sevgiyi bulduğumda, satır aralarından sızan sıcaklıkla ısındım çokça. Yürek sıkıntılarım hafifledi; rahatladım. Evet bu da bencilceydi.

Bir dostun gözyaşını elinle silmek, neşesine ortak olmak, bebeğinin saçını okşamak… İşte bunlar da bencilceydi. Onu mutlu ederken, belki kendimi de mutlu ediyordum. Yani mutluluk bu değil mi zaten; bir dostun yanında olmak, ya da onun yüzünde kocaman bir gülümseme olabilmek. Ya da göz yaşı olabilmek… O halde paylaşmak demek daha fazla sevmek, daha fazla önemsemek, daha fazla mutluluk…

Ben hep yazıyorum. Bu ekranda gördüklerinizden çok daha fazlasını hem de… Defterler, sayfalar, dosya kağıtları, hatta gazete kenarları… Her yere yazıyorum. Sustuğumdan beri, daha çok konuşuyorum aslında.
Peki neden blog yazıyorum sahi? Sanırım bencilim. Evet evet kesin öyle. Çünkü sizleri çok seviyorum. Riyasız, yalansız, ta yürekten seviyorum. Ben konuştukça dinlemenizi, siz konuştukça dinlemeyi, birlikte olmayı çok seviyorum. Bu sevgi de beni mutlu ediyor.

Şimdilik bu kadar yeter… Üf duygulandım gene. Hadi şimdi herkes işine gücüne baksın. Kahvaltılarınızı edin önce. İnce belli bir bardakta, demli bir çayı da bana ithaf edin olur mu?

Kalın sağlıcakla… Gitmeden Figenciğimi de sobeleyiverdim.

9 Kasım 2008 Pazar

DÜŞ DE GÖR...


Yine kamuoyunun merak ve heyecan içinde beklediği(!) bir konuyu aydınlatmak, bilgi vermek amacıyla burada toplaşmış bulunuyoruz efenim. Hani şu arife günü kendini sakatlayan hatun var idi ya; ondan ve olayın gelişiminden bahsedelim dilerseniz. Haydi bahsedelim…

Her bayram olduğu gibi o bayram da tam Türk işi bir hatun, arife gününe sıkıştırmıştı ne var ne yoksa. Malum o hem çalışan kariyer sahibisi bir iş kadını, hem tertipli, temiz, titiz bir ev kadını, hem de aynı zamanda fedakar cefakar bir anne olmaya çalışan, bu esnada da hayırlı bir evlat olmak için yırtınan ve bunların hiçbirini tam teşekküllü yapabilemeyen bir nevi dolap beygiriydi. Öncelikle sabahtan temizliğini yapmış, sonra anneciğine gidip ona yardım etmiş, sonra bir iki kap bir şey pişirmiş, en son da kardeşleriyle buluşup çocuklar için alışveriş yapmaya karar vermişti. Bütün bunları hallettiğinde saat henüz öğleden sonra on dört sularıydı meraklanmayınız. Hatun –tatil bile olsa- kargalardan evvel yataktan çıkmazsa, asla işlerini yetiştiremeyeceğini bilecek kadar da zeki bir insan evladıydı.

Sonunda iki güzel, melek yüzlü, iyi kalpli yavrusunu yanına katıp yollara döküldü kahramanımız. Tam da yıllardır inşaatı devam etmekte olan, güzel yurdum klasiği metronun oradan karşıya geçip caanım İstanbul’un, caanım alışveriş ve gezi merkezlerinden biri olan İstiklal Caddesi’ne gitmek için hazırlanırken olanlar oldu. Burada ne olduğuna geçmeden evvel, kahramanımızın bu husustaki meşhur geçmişine şöyle bir göz atalım isterseniz. Bu hem olaya daha iyi konsantre olmanızı, hem de hiç şaşırmadan yolunuza devam etmenizi sağlayacaktır kanaatindeyim.

Uzunca süredir tanıdığınız ve artık hipermanyak olduğundan şüphe duymadığınız kahramanımız, ayrıca da minicik tefecik bir hatun olduğundan, mutfak tezgahına tırmanmayı pek sever. Yine böyle bir tırmanış esnasında o zamanlar seramik olan lavaboya ayağının bir adedini gömmek suretiyle –lavabonun- parçalanmasını sağlamış, tek bacağı tezgahın üzerinde, tek bacağı alt mutfak dolabının içinde öylece kalakalmıştır. (Ver ekrana uğurcuum. Vatandaş böyle pozisyon görmemiştir) Evde kimsenin olmaması hasebiyle kendisini bu güç durumdan kurtarması, üstelik bacağının da yaralı olmasından dolayı epeyce bir süre almış, parçalanmaya ramak kalmış bacağına kendi kendine pansuman yapmış, sonra lavaboyu yeniletmiş ve hiçbir şey olmamış gibi akşam koca kişisine olayı anlatmıştır.

Yine günlerden bir gün buzdolabı örtüsünün azıcık eğri durmasından rahatsız olan ve kendisi tam bir pisikosomatik hasta olan kahramanımız, mutfak tezgahına atlayıvermiş ve aynı hızla mermere çarparak mutfağın orta yerine, neticenin üzerine düşüvermiştir. Bu düşüşün hemen ardından morarmaya başlayan netice ve sol bacak, iki gün içerisinde dize kadar hiç beyaz yer kalmayacak şekilde çiğ et görünümü almış, gittiği doktor amcanın “kızım, helal olsun sana, nasıl becerdin bu hale gelmeyi” şeklinde takdirini kazanmayı da başarmıştır.

Bir başka gün, iş çıkışı mutlu yuvasına ilerlerken, pencereden doğru sohbet açan komşusuyla konuşmaya başlamış, birden bire ne olduğunu anlamamış, sonra komşusunun “iyi misin” feryatlarıyla kendine gelmiştir. Halbuki o, o sırada yerde sırt üstü yatmış, “ulen az evvel camda duran ve benimle konuşan hatun nereye gitti” diye sorgulama halindedir ve düşmüş olduğunun farkında bile değildir.

Pazarcıların şu koca demir direklerine toslamak, merdivenlerden yuvarlanmak, park etmiş arabalara, yaya olduğu halde çarpmak, hatta kucağında bebesiyle yokuştan kaymak suretiyle geçirdiği minik tefek kazaları hiç saymaya gerek bile duymadan çok yıllar evvel olan küçük kazadan da söz etmeden geçmeyelim. Yıllardan gençlik. Yaşlardan kavak yelleri. Bir yılbaşı gecesi, iş çıkışı iki arkadaş yolda hararetli bir tartışma içindedirler. Bu insanlardan en sakar olanı konuşmasına devam eder, eder, eder… Lakin birden ortalık çok karanlık olur. Sağına soluna bakar, kimseleri göremez. Sanki başka bir boyuta geçmiştir. Arkadaşı, kalabalık caddedeki cıvıl cıvıl insanlar yerini derin bir sessizliğe ve karanlığa bırakmıştır birden. Başını yukarıya kaldırdığında bir sürü insanın kendisine seslendiğini duyar. “Ben nerdeyim, siz kimsiniz” gibi sorular beynini kemirirken, arkadaşı yanına atlar. Sonra hatunu düştüğü çukurdan el birliğiyle çıkarırlar ve kahramanımız konuşmasına kaldığı yerden devam ederek yürüür, gider. (Konuşurken yüze zum yapalım, sonra görüntüden aniden kayboluşunu tekrar verelim uğurcuum)

İşte size geçmişinden kesitler verdiğimiz bu arkadaş arife günü, alışveriş yapmak için çıktığı yolda, tam da inşaatın orta yerinde, karşıdan karşıya geçmeye hazırlanırken, birden bire ne olduğunu anlamadan havada uçuşmuş (burayı ağır çekim oynatalım uğurcuum) sonrasında kendini yüz üstü yerde bulmuştur. Bu esnada sağ yanında bulunan küçük sıpasına dönmüş, sanki onun yerde yattığını, üzerinde demirler olduğunu ve ağladığını görmüş, ana yüreğinin tüm isyanı ve acısıyla “Oğuuuz, iyi misin oğlum” diye feryat etmiştir. Sonra sol yanına dönmüş ve sevgili delikanlı oğlusunun, üzerinden demirleri almakta olduğunu görüp “evladım kurtarıyo işte anasını” diye duygulanmıştır.

Ayağa kalktığında ise gördüklerine inanmak istememiştir. Belinin ve bacaklarının korkunç ağrısını, yüreğinde duyduğu acı bastırmıştır. Büyük danasının tam bir öküz kıvamında böğürerek güldüğünü fark etmiş, öteki küçük sıpasının da kendisiyle dalga geçmekte olduğunu, “Oğuuuz iyi misiiin” şeklinde taklit yaptığını hayret ve üzüntüyle anlamıştır. “Ahhh keşke oracıkta kalaydım da sizin bu namkör tavırlarınızı görmeyeydim” diye içinden geçirmiş, yine de acısını içine gömüp biricik yavrularına o kalabalık alışveriş ortamında bayram için bir şeyler almaktan vazgeçmemiştir. Sevgili kardeşciği ve onun biricik eşinin de topal topal yürümesi sırasında kendisine bıyık altından gülmesine bile göğüs germiş güçlü bir kadındır kahramanımız.

Dediğim gibi sayın okur; kahramanımızın vukuatları bitmez. Yeni bir ‘Bir Kadın Bin Sakarlık’ hikayesinde birlikte olana dek, şen kalın, esen kalın. Kendinize iyi davranın.

Tamam tamam böyle ciddi yazdım diye kasmayın. Gülmek serbest…

4 Kasım 2008 Salı

İNSAN SARRAFIYIM BEN...


Bir bakışta insanları şıp diye anlayıveren şahsiyetlere hayranımdır. Örneğin annem… Şöyle bir dudağını büküp, yan bakışını atar ve analizi tamamlayıverir on saniye içinde. “Yaramaz kızım bu kişi” ya da “ hıh işte bu iyi bir yavrudur” şeklinde yorumunu da yapıp imzayı koyar.

İşin ilginci, hiç şaşmaz. Milim sapmaz. Yahu bi insan evladı, bir anne kişisi hiç mi yanılmaz? Bazen bu hatunun, beynine çipler yerleştirilmiş, “haydi tifidus 37, seni insan ırkını incelemek için dünyaya gönderiyoruz biiip… adın da bundan kelli N.Sultan olsun biiip” şeklinde aramıza sokulmuş, uzaylı bir casus olduğundan şüphelenmiyor da değilim.

Böyle şahıslara, eğer uzaylı falan değillerse, halk arasında biz ‘insan sarrafı’ diyoruz. Hani altının kıymetini sarraftan başkası anlamaz ya. Çamurun içinde bile olsa anlar sarraf, bilir. Bilir ki o değerinden bir şey kaybetmemiştir. Eğilir, alır oradan. Biz hijyenik sebeplerden dokunmayız bile. Keza, bi b.ka yaramaz madeni de şıp diye, bir göz darbesiyle çözüverir sarraf.

Benim insanları tanıma ve kişilik analizi konusundaki başarısızlığım ise, tamamen salaklık abidesi, aşk böcüğü, sevgi kelebeği kişiliğimden kaynaklanıyor diye düşünülse de sevgili anneciğim o değerli genlerinden bir lokma tattırmış olsa, yaşadığım hayal kırıklıklarının da, kalp kırıklıklarının da çoğunu yaşamamış olurdum kanımca. Haydi maviş gözlerini vermedin ses etmedik. Bari bu konuda azıcık sürülseydim sana.

Daha net anlamanızı sağlamak babında bir örnekle açıklayayım efenim:

Bir gün canım yurdumun doğu illerinden birinde, bir arkadaş ziyaretindeyiz. Nisan ayı olmasına rağmen bazı yerlerde hala karlar erimemiş ve alabildiğine soğuk. Biz İstanbul bebeleri de kısa kollularla, buza kesmiş içimizi ısıtmak niyetiyle bir yerde oturmuş çay içiyoruz.

Masamıza, arkadaşımızın tanıdığı olduğunu tahmin ettiğimiz, gençten, efendiden, boynu sağa doğru bükülmüş bir canım yurdum insanı geldi. “Abi nassınız, yenge selamün aleyküm” diye geldi oturdu. İki sohbet ettik. Adamın gözleri yerden kalkmıyor. Bir kibar, bir saygılı. Yarım saatten fazla masamızda kaldı, sonra kalkıp gitti. Ardından bizim arkadaşla aramızda şu sarsıcı diyalog geçti:

Saf İncegül: Ay aman ya, ne kadar da mazlum bi’ adam. Çok üzülüyorum ben böyle insanlara.
Uyanık işletmeci arkadaş: Hııı dimi İncegül? Sen şimdi bi’ de yazıııık çekersin tam olur.
Saf İncegül: He yaaa… Yazııık. Ya nasıl da boynu eğikti öyle. Tıpkı Mahsum Morgül…
Uyanık ve de gıcık arkadaş: Yaaaa… ben de çok üzülüyorum bu çocuğa! Gerçekten Mahsum gibidir. Hepimiiiiz kardeşiiiiiz…
Saf İncegül: (Azıcık uyanmış mıdır nedir) Ya niye sesinde müstehzi bir ton, yüzünde iğrenç bir gülümseme seziyorum? Nesi var adamın? Gayet efendi, saygılı, mazlum, kendi halinde bir genç işte. Biraz zeka eksikliği olduğunun farkındayız herhalde biz de. O kadar da saf değiliz heralde… Hallaaa hallaaaaa…
Uyanık ve de son darbeyi indirici arkadaş: Kızım ne mahsunu, ne mazlumu? Bu dallamanın dört tane leşi var. Bir çırpıda hepsini katletmiş manyak. Ne olduysa artık, çıkardılar bunu sonra. Herif kafadandır diye ses de çıkaramıyoruz. He deyip geçiyoruz işte.
Salaklar kraliçesi İncegül: Höööööö? Zannımca ben onun içindeki iyi yönü gördüm bi kere. Kim bilir ne olmuştur da olmuştur işte. (Kurtarıcam ya karizmayı) Ben herifin içindeki çocuğu şettirdim taam mı? Sen ne diyon beeee”

Buna benzemez ne yanılsamalarım olmuştur insan ırkıyla ilgili. Yine de ilk etapta ‘iyi’ diye bakmak, böyle inanmak işime geliyor sanırım. İnsanlardan umudu kesmemek için böyle yapmaya devam etmeli miyim, yoksa artık gerçekleri kabul mü etmeliyim, bundan da çok emin değilim.

Şimdi durduk yere niye yazdın bunları mı dediniz? Vardır elbet bir sebebiiiii….

Haydin selametle…

1 Kasım 2008 Cumartesi

DOSTLARIMA...


Bir çok arkadaşım beni bu güzel ve anlamlı ödüle layık bulmuş. Öncelikle kendilerine teşekkür ediyor ve ben de üzerime düşeni yapıp bu ödülü sahiplerine dağıtmak istiyorum. Beni, iyi günde, kötü günde, gülerken, ağlarken, düşünürken, sinirlenmişken, sakinken, mutlu olduğumda, üzgün olduğumda hiç yalnız bırakmadınız. Gerçek dostum dediklerim bile sırtını döndüğünde siz hep yüzüme baktınız. Sizleri gerçekten çok seviyorum. Bu dostluk ödülünü tek tek hepinize verirken; gerçekten, ta yüreğimden gelen sevgimi kabul etmenizi rica ediyorum.


En içten, en samimi duygularla, sevgi ve dostlukla...