21 Kasım 2008 Cuma

PEMBE ELDİVENLER MASALI


Sonbahar çoktan bohçasını toplamış, kış, elinde bavulu kapıdan girerken, İstanbul’un ayaza çalan sabah serinliğini pek severim. Gecenin sisi daha kalkmamıştır şehrin üzerinden; bir ince tül gibi efil efil uçuşur. Esmer gövdelerinin olanca güzelliğiyle bir o yana bir bu yana dans eder yarı çıplak ağaçlar. Deniz bazen yalpalayıp dalgalansa da çoklukla dingindir. Bir duru genç kız gibi ürkek… Yeşil saçlarına çiğ damlamıştır toprağın. Akşam sefaları henüz boynunu bükmemiştir.
Ama ortalık kararıp da ışık el ayak çekince sokaklardan; bu şiirsel tablonun silinme vakti gelmiştir. O zaman, sabahın o büyülü, soğuk güzelliği gider, lanetli bir hayalet gibi, gösterir kara yüzünü kış. Çile olur. Can yakar. Üşütür. Hele de içinde sobası yanan bir odada, kardeşlerinle koyun koyuna ısınma ihtimalin yoksa… Gecenin kara basanları üzerine çullanırken, seni saklayacak bir çatı hiç olmamışsa…

İşte böyle karanlık, soğuk sokakların çocuğudur Ahmet. Kimi bir duvar dibinde; şanslıysa, bir bankamatik kabininde kıvrılıp direnir gecenin iliklerine işleyen ayazına. Bazen yağmur, bazen kar olur yağar üzerine hayatın erken yükü. Kızarmış burnu, titreyen dizleri bir yana da en çok elleri üşür çocukların böyle zamanlarda. “Annem olsaydı…” diye geçirir içinden Ahmet. Bir de yüreği üşür.
---------------------------
“Kalk hadi, küçük tembel! Uyanma vakti.”

Ahmet uyuşmuş dizlerini kıpırdatmaya çalışırken; bir yandan da sabahın ilk ışıklarıyla kamaşan gözlerini ovuşturdu. Tepesinde dikilen Hikmet’e baktı. Boyu olduğunun iki katı görünüyordu sanki. Daha çok erkendi. Sokağın ayak sesleri duyulmaya başlamamıştı bile. Yine de o gün kısmetlerine düşen işi yapmak, rızkı ne kadarsa ekmeğini kazanıp yemek gerekti. Genelde taşıma işleri yaparlardı. Bazen boyundan büyük çuvalları sırtlanır, kimi de alışverişini yapmış bir hanım teyzenin poşetlerine yardım ederler; aldıkları harçlıklarla karınlarını doyururlardı. Ama kış günü en güzel iş mendil satmaktı. Burnu akmayan yok gibiydi bu mevsimde. Hoş burnu akmasa da Ahmet’in bebek yüzünde ışıldayan kocaman kara gözleri, minicik elleri kimin yüreğinde merhamet uyandırıp bir paket almasını sağlamazdı ki? Bazısı da “Haydi bakalım yaylan, duygu sömürüsü yapma!” Diye kovalardı yanından. E, her kişi bir olmuyordu. Her tür insan geçerdi sokaklardan.

Arada bir de caddenin kalabalığından arta kalan ganimetin içinde, kazara düşürülmüş on-yirmi lira bulurlardı. O zaman bayram ederlerdi işte. Döner bile alabilirlerdi. Oysa çoğu kez önünde satış yaptığı dükkanın camekânında, bu lezzetli yiyeceğe iç geçirerek bakardı Ahmet. Hainler, çocuğun yutkunarak baktığını görürlerdi de insaf edip bir lokma tattırmazlardı. Her tür insan vardı işte. O kadını düşündü birden. “Ne kadar da yumuşak, nasıl güzel bir yüzü vardı.” Çocuğu için aldığı eldivenleri, onun mora çalmış ellerine giydirirken tıpkı bir anne gibi bakmıştı yüzüne. Sahi anneler nasıl bakardı? Bilmezdi ki Ahmet.

“Hadi oğlum, uyan artık sen de! Tabii bulmuşsun mis gibi bankamatiği keyif çatıyorsun.” Dedi Hikmet. Bir yandan küçük çocuğun yırtık pabuçlu ayağını dürtüyordu. “Bu gün mendilleri çabucak bitirmeliyiz. Çocuklar akşam acayip bir iş ayarlamışlar, çabuk kalk da anlatayım sana.”
-----------------------


“Mezarlık mı?” Dedi Ahmet, simidinden bir lokma daha ısırırken. “Ben korkarım Hikmet abi.”
“Oğlum korkacak ne var ki?” Dedi. “Onlar yapacaklar zaten işin çoğunu, biz sadece yardım edeceğiz. Çocuklar belirlemişler açılacak mezarları. Birkaç saatte tamamdır. Bir sürü paramız olacak lan! Sabah simidin yanına şöyle en sarışınından eski kaşarla, bir bardak çay bile alabiliriz oğlum.”
“Ben gelmesem?... Ölülerden çok korkarım.”
“Olur mu hiç? Bunca zaman yanımdan hiç ayırdım mı seni? Hem hepimiz öleceğiz oğlum bir gün! Ölüden korkulur mu hiç? Ölüden zarar gelmez; asıl diriden koruyacaksın kendini!”

Sahi ölecekler miydi günün birinde? Çocuklar ölmezdi ki! Çocuklar yaşarlardı inadına. Güler, ağlar, oyunlar oynar ama illa yaşarlardı. Sonra büyür, yaşlanır ve en sonunda; belki ölürlerdi. “Hem mezarlıkta ne işimiz var ki bizim?” Diye fısıldadı. O çocukları zaten hiç sevmezdi. Hikmet Abi’si de sevmezdi. Nereden çıkmıştı ki bu şimdi? Akşam olmasını hiç istemiyordu.

------------------------

Karanlık ve soğuk iyiden iyiye kaplamıştı şehrin üzerini. Yumuşak toprak altından kayıyordu Ahmet’in. Ayağının altında yüzlerce çürümüş ceset olduğunu hatırladıkça yürümesi güçleşiyor, yüreğini tarif edilmez bir duygu kaplıyordu. Bir tanesi yattığı yerden fırlayıp üzerlerine atlayıverse; ne yapacaklardı? Gündüz gözüne bayram ettiren türlü çeşit ağaç, sanki üzerine devrilecek gibi, ürkünç birer canavara dönüşmüşlerdi. Titriyordu. Korku, kıştan da soğuktu şimdi; iliklerini donduruyordu. Sıcacık yatağında yatan çocukları düşündü. Çıtırdayan bir sobanın yamacında, koyun koyuna uyuyan kardeşler hayal etti. Hikmet ve kendisi bile olabilirdi bunlar. Omuzları üşümesin diye yorganı yukarıya çekiyordu anneleri. Eldiveni ona veren kadını ve o arife gününü hatırladı yeniden. Kızı nasıl da şımarıklık etmiş “Benim onlar!” Diye yaygara koparmıştı. Oysa bir sürü poşet vardı ellerinde. Belli ki bayram için alışveriş yapmışlardı. Üstelik kızın mantosu, atkısı, eldivenleri de tam takımdı. Kadının gözleri ne kadar da güzeldi. Yavaş yavaş içinin ılıdığını hissediyordu Ahmet. Neredeyse mezarlıkta olduğunu bile unutacaktı. “Keşke benim annem olsaydı.” Dedi usulca. “Onu hiç üzmezdim.” Sonra, cebinden çıkardığı pembe eldivenleri giydi. Dalga geçerlerdi ya; neyse! Elleri çok üşümüştü.

Birden anlamlandıramadığı bir karışıklıkla kendine geldi. Oldukça geride kaldığını da o anda fark etti. Hikmet ve diğer çocuklar epeyce ilerlemişler, tepede bir yerlerde yüksek sesle tartışıyorlardı. Neden bağrıştıklarını anlamaya çalışıyordu. Hikmet’in sesini duyuyordu en çok. Belki en bildik ses olduğundan, sadece o yer etmişti kulaklarında. Sonra hiç tanımadığı sesler de duydu. Öylesine karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu. Seslere doğru yürümeye başladı. Hızlanmak, koşmak istese de yırtık pabucundan dolan soğuk, ayaklarının hareket etmesini engelliyordu. Yine de onlara yetişmeliydi. Kavgaysa; kavga… O da pekala dövüşebilirdi. Küçüktü belki ama güçlüydü. Kolay mı; sokaklarda bunca zaman geçirmişti. Hem Hikmet Abisi yıllardır ona kol kanat germemiş miydi? Şimdi destek sırası kendisine gelmişti.

“Ahmet, kaç buradan! Çabuk git!” Diye bağırıyordu Hikmet. “Git çabuk!” Hiç istemese de onu dinlemeliydi. Bu güne kadar sözünden hiç çıkmamıştı. Git diyorsa; bir bildiği vardı elbet. Gerisin geri var gücüyle koşmaya başladı. Orada neler olduğunu Hikmet Abisi sabah olunca anlatırdı nasılsa. Yine başına dikilir “Kalk bakalım tembel!” Diye gülümserdi. Hatta “Yine giymişsin o kız eldivenlerini.” Diye dalga bile geçerdi. Koştu. Korkusunu geceye yoldaş edip olabildiğince hızlı... Hikmet’in inleyen sesi kulaklarında çınlıyordu şimdi. “Yok canım” Dedi. Bir şey olmamıştı ona. O sapasağlam gelecekti yine. Sabahın en temiz, en el değmemiş zamanlarında, susamlı, çıtır çıtır bir simidi bölüşmek için uyandıracaktı onu. Hatta yanında en sarısından eski kaşar bile olacaktı. Bir bardak da sıcak çay…

Yumuşak toprak ayağının altından kayıyordu. Soğuk, bir kara düşman gibi zulmediyordu çelimsiz bacaklarına. Ardından gelen ayak sesleri bir ölüye ait olabilir miydi? Kızgın bir hayalet, kendisini takip mi ediyordu yoksa? Ne demişti Hikmet; “Ölülerden kimseye zarar gelmez!” Ya bu kez yanıldıysa?... “Keşke annem olsaydı o kadın. Şimdi tekmelediğim yorganı üzerime örtüyor olurdu belki de. Omuzlarıma çekerdi sonra. Bir de öpücük kondururdu saçlarıma. Hem ben onu hiç üzmezdim ki. Şımarıklık da etmezdim.” Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Nereye gittiğini bile bilmeden, olabildiğince hızlı koşuyordu Ahmet. Bu ıssız ölüler şehrinden çıkıp kalabalığa karışabilseydi; ışıl ışıl caddede, yaşamın içine bir dalabilseydi. Gücü iyiden iyiye tükeniyordu. “Keşke bir parça daha ekmek yeseydim.” Diye düşündü. Sonunda küçücük ayakları, bu kaçışa daha fazla direnemedi. Yüz üstü kapaklandı yaşamsız toprağın üzerine. Onun sonsuz, yumuşak koynundaydı şimdi. Hiç yadırgamadılar birbirlerini. Hikmet Abi’siyle birlikte sıcacık bir yatağa uzandıklarını hayal etti. Bıraktı kendini karanlığın kollarına. Korkusuzca. Gece kanlı bir yorgan gibi örttü minik bedenini. Sıcak bir el sardı yüreğini. Uyudu Ahmet. Elleri üşümüyordu artık.
-------------------------

İstanbul’un ayaza çalan serin sabahlarını kim sevmez ki? Esmer gövdesinin olanca güzelliğiyle bir sağa bir sola salınarak dans eder yarı çıplak ağaçlar. Deniz bütün renkleriyle rüzgarı selamlar. Simit kokuları, sıcak çayın buğusuna karışır. Sonbaharın bohçasından dökülen son yeşillerin arasında, çöpçüler, gecenin karanlık artıklarını süpürür sokaklardan.

Sıcacık bir evde, bir anne, kızının pembe atkısını sarar boynuna. Televizyonda, bu sabah çöpte, parçalanmış halde bulunan iki çocuğun haberi verilir. Kimse bahsetmez pembe eldivenlerden. Göz ucuyla ekrana bakan anne, kızına, elleri de yüreği de üşümesin diye onların bir eşini giydirir. Sonra, gönül rahatlığıyla servise bindirir ve salar; temizlenmiş sokaklara.

Günün Notu: Tüm çocukların, “Dünya Çocuk Hakları Günü” kutlu olsun. Ve dilerim bir gün bütün çocuklarımızın yüzünde gülümseme, kalbinde mutluluk olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder