31 Ocak 2010 Pazar

ÇAĞRIMI KAÇ KİŞİ DUYACAK?





Tüm dünyayaı kucaklamak istedim.
Ama kollarım yetmedi.
Ben de parmalarımın ucuyla çocuklara dokundum.










Cuma günü posta kutuma düşen bir mektup beni inanılmaz heyecanlandırdı. Beyaz kağıda, özenle siyah kalemle yazılmış bir mektup almayalı kaç mevsim geçti anımsamıyorum bile. Heyecanla mektubu açtım.



"ADIYAMAN'DA BİR ÇOCUĞUM VAR kampanyasındaki özverili çalışmalarınızdan ötürü sizi kutlarız" yazan bir ön tanıtım yazısının ardından sımsıcak bir yüreğin yazdıkları zihnimdeki tüm kara bulutları dağıttı. Bu mektupta yazanları sizinle paylaşmak istedim. Çünkü, bu coğrafyada yüreğine umut ekilecek çok çok çocuk var.



"Merhaba. Sevgi Çocuk Yuvası'ndan kalıyorum. 7. sınıf öğrencisiyim ve derslerim iyi. Yuvada birçok aktivite var. Bunlar folklör, basketbol ve dershaneye giden arkadaşlarımız var. Ben bunlardan folklöre katıldım. 1,5 ay sonra yarışmaya gideceğiz. Yukarıda yazmayı unuttum yuvada 1 erkek kardeşim ve ablam var. Burayı çok seviyorum. Burda mutluyum. Sizin katkılarınızla daha çok mutlu oldum. Bize zaman ayırıp, bizi düşündüğünüz için, emek gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Düşünülmek çok güzel bir şey. Dünyada yuvaları tanımayan ve tanıyıpta ziyaret etmeyen o kadar çok insan var ki. Ama sizder bizlere bu hediyeleri göndererek, bizleri unutmadığınızı gösterdiniz. Sizi görmesemde seviyorum. Bizi mutly ettiniğiniz için umarım sizde mutlu olursunuz. Biz de size sağlıklı, mutlu, huzurlu nice yıllar diliyoruz. Sevgiyle kalın."


Bir çocuğun yüreğinde olmak, ve onun gülümsemesinde yankılanmak hayalimi gerçekleştirmemde emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Memlekette daha dokunulacak çok yürek var.



Şimdi sizleri, editörlüğünü yapmaktan onur duyduğum 1MK'nın son kampanyası GÜNEŞİN KIZLARI İÇİN EL ELE vermeye çağırıyorum.



Daha çok çocuğun gülücüklerinde yankı olabilmek umuduyla...





28 Ocak 2010 Perşembe

Elma

Siyah kazağını giyinmişsin yine
Fonda hep türküler çalıyor
Gidiyor musun?




En çok gözlerine bakmayı özledim
Uzun uzun
Bakışlarımın yakalanma korkusundan uzak

Gözlerine, gözlerimle dokunmayı özledim
Şehrin,
Geceye sunni ışıklarla kafa tutması gibi

Sana uzaktan bakmayı öğreniyorum
Şehrin,
Karanlıkta kaybolması gibi

Arkamı döndüğümde seni göreceğim sanki
Gözlerine bakacağım
Şehrin karanlığında kaybolmuş gibi
Dolaşıp duracağım içinde
Sonra masallarımı anlatacağım usulca

Benim dilimde
Bildik masallar yeniden yazılacak
Şehrin,
Dar sokaklarını kendimize beden yapmamız gibi

An gelecek
Gökten elmalar düşecek
Her masalın sonu böyle değil mi?

Bizim elma bölünecek ikiye
Biri sen, biri ben
Yaşayıp gideceğiz öylece
Bir elma olabilme beklentisiyle...


Bir karpostal hikayesi




uzun bir gündü
çok özlediler birbirlerini
ama nedense bunu söylemediler
tüm benliklerini kaplayan bu duygu kalın bir zırh gibiydi
ayrılık acısını, yokluğu hissettirmiyordu
bir kelebek dokunuşuydu ağırlığı

bu öyle bir duyguydu ki
belki de o an hemen kavuşmak istemediler
günün karaltısı gözlerinde çınlayana kadar beklediler
saatler altıyı vurduğunda
caddenin ucunda birbirlerini gördüler
ağır adımlarla yürüdüler.
hiç acele etmediler
aralarında bir solukluk mesafe kalana dek beklediler

o anda durdular
kavuşmadılar
özlemleri, acıları arttı
aralarındaki mesafe çoğaldı
içlerine birbirlerinin nefesini çektiler
gözleriyle öpüp
dudaklarıyla izlediler
sadece elleri birleşti hoş geldin dercesine
yürüdüler…
konuşmadılar
kelimelere gerek yoktu ki
sadece yürüdüler.

sessizliği bozan adamın sesi oldu
lütfen bir karpostal seçer misin? dedi adam…
kadınla birlikte eski zamanlardan kalmış
bir kartpostal satıcısının önünde durduklarında.
ama bir manzara olsun…
bir ressam ruhundan yansımalı her şey
dağ başında bir kır evi
bacasından duman tüten
patika bir yolu olmalı
daracık…
birbirine sarılmadan gidilemeyen
ve yağmur yağsın yollarına yaz günlerinde
ıslanıp, üşüyelim eve gidene kadar…
bir karpostal seç bana!

seçti kadın…
ikisi için bir yaşam seçti!




Fotoğraf: Özgür Çakır

27 Ocak 2010 Çarşamba

1MİLYONKALEM "GÜNEŞİN KIZLARI" İÇİN EL ELE KAMPANYASI



Merhaba Birmilyonkalem Dostları,

1MKalem olarak, yaşları 18-25 arasındaki genç kızlarımıza hizmet amacıyla kurulmuş "Genç Kız Sığınma Evi Derneği" ile işbirliği yaparak, bu kızlarımızın yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarına destek olmayı amaçlıyoruz.

Genç kız sığınma evinde toplam 20 civarında genç kızımız barınabiliyor. Özellikle bulunduğu çevrede bir şekilde mağduriyet yaşayıp, destek almak isteyen genç kızlarımız burada kalıyor. Bu nedenle "Güneş Evleri"nin adresi gizli tutuluyor.

Birmilyonkalem (1MK) olarak, bu kampanyada sadece ihtiyaçları sahiplerine ulaştırmak değil, aynı zamanda toplumsal ihmal, istismar ve şiddete karşı bir duyarlılık hareketi de başlatmak istiyoruz. Huzurlu ve mutlu bir toplum olabilmek için birbirimizin ihtiyaçlarına duyarlı, komşusu açken uyuyamayan, kendi değerlerinin farkında bir toplum olduğumuzu hep birlikte yeniden anımsamak istiyoruz.

Her zaman olduğu gibi 1MKalem olarak yardımları biz kabul etmiyoruz. Sizler doğrudan ilgililere ulaştırıyorsunuz. Biz sadece duyarlılığınıza sesleniyoruz.

Saygılarımızla.

Yardım etmek ve daha ayrıntılı bilgi almak isteyen dostlar için adres:

http://www.genckizsiginmaevi.org/

GENÇ KIZ SIĞINMA EVİ DERNEĞİ
Koşuyolu Mh. Çetin Gümeç Sk. Başkanlar Sitesi A6-Blok Daire: 10
Koşuyolu- Acibadem / İSTANBUL


Duyarlılığınız için çok teşekkür ederiz.

BİR MİLYON KALEM
Web Sitesi Yönetimi


26 Ocak 2010 Salı

Pera'nın Demirden Atları



yumuşacık ellerinle
yere düşmeden daha
tut kar tanelerini
tak saçlarıma

görmez misin?
yaşım beni alıp götürüyor
bir taraftan başkasına
dur! de zamana…

bak güneş
çoktan hükmünü kaybetti, ruhumuzda
gökyüzünü siyaha boyayan da
yakmayı unutunca yıldızları
şahlandı bir tek pera’nın demirden atları

kör kuyuya attığımın kaderi dayanamadı
bu başkaldırıya
direnemedi karanlık
arkamda güneş yandı önce ay ay
sonra
hayat sahnesindeki ışıklar aydınlattı yalnızlığı

peranın demirden atları
dolaştı karanlığı muntazam adımlarla
bense seni konuştum;

döne döne indirdim seni yeryüzüne
havada da olsa, suya da yazılsa

ölümsüzdür benim sözlerim
seni anlattım peraya
yüreği kamaştı şehrin
yandı ışıklar
nafile tarıyor denizfenerleri
karsın sen
yüreğime yağan kar

şehrin sessiz tanıklarından olmamam için
yepyeni bir elbise dik bana,
teninden
anımsat bana kadın olduğumu
seninle süsle beni

unutma!
süssüz bir başa kim bakar?
hadi, fısılda bana hayatı…



Fotoğraf: Özgür Çakır

22 Ocak 2010 Cuma

KURU SOĞANIN KİTLE PSİKOLOJİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ


Dün akşam bir yandan soğan doğrayıp bir yandan hayatın anlamını düşünüyordum sayın okuyan. Sanmayın ki gözlerimden oluk oluk akan yaşların tuzu, duygusal bir tat bırakıyordu çatlamış dudaklarımda. Tamamen soğanın itliğinden. Lem bir soğan kişisi bu kadar mı acı olurdu be?.. Yine de iyi mi geldi bu soğansal ağlamaklar? Biraz açıldım mı ne?

Zaten uzunca bir zamandan beri üzerimde bir mallık, bir boşvermişlik, bir bana ne kardeşimcilik, bir ben yaptım olduculuk, bir dünya yansın benim samanlarım sağlam dursunculuk ki sormayın gitsin. Sütaşkıyla yanıp tutuşan, hatta üzerime üzerime uçuşan ineklerin altında kalsam sesim çıkmayacak yahu!..

Bitter Düldül’e vermiş (gönlünü). Düldül Nihale’ye takmış (yüzüğü). Umrum değil inanabiliyor musunuz?

Hiçbir şey yapasım gelmiyor, iki satır yazasım olmuyor. Bilen biliyor artık; “depresyon” kelimesi hermime uğramaz benim. Lakin bu ne menem bir durumdur, bu nasıl bir halet-i ruhiyedir çözebilemedim a dostlar. Çözebilen olursa da takdir ederim, en derin saygılarımı sunar, taltif ederim. Hatta ellerinden öperim.

Tahminimce, yoğun çalışan amele güruhunun, hele ki camış kıvamında pasaklı iki evlat sahibiyse, tıpkı ben deniz gibi, işi gücü bitmez sayın okur. “Akşam evde şööyle uzatıp toynaklarımı bi rahat edeyim, aman da alayım elime sıcak bi drink, uzun kış gecelerinin tadını çıkarayım” ve veya benzeri ulaşılmaz hayaller kurmaksa, bahsi geçen kitlenin olmazsa olmaz fantezisidir.

Koşturmaktan şişmiş ayaklarını, sabahın körü kalkmaktan siyaha çalan göz altlarını, kaldırıp kondurmaktan kasılmış sırtını ancak uyumak için sıcacık yatağına uzandığında dinlendirebilecektir. Yine de “belki” diye umutlanır garip. Ne de olsa umut fakirin suşisidir, “ye Ahman Bey ye”sidir.

Durum böyleyken ve ben bu güruhun en önde giden temsilcilerinden biri iken, nasıl olur da böyle tembelleşebilirim? Nasıl olur da önümde gün gün büyüyen çamaşır yığınına, makineye yerleşmeyi bekleyen kokuşmuş tabaklara, ortalığa atılmış donlara, üzerine nameler yazılabilecek kıvama gelmiş mobilyalara, koltuk minderlerinin altına birikmiş çerez kabuklarına öyle bön bön bakmakla yetinebilirim.

Her defasında başa dönmek nasıl bir şeydir? Bu kısırı döngü hiç mi bitmeyecektir? Her hafta sonu krem şanti dök yala kıvamına getirilen bir ev kısmı, birkaç gün içinde bu hale nasıl gelebilir?

O halde bu telaşın anlamı nedir? Şairin dediği gibi “Yaşamak değil de bu telaşlar öldürecek midir bizi?” Telaştan ölmemek için midir bütün bunlar? “O halde dur artık! Dur da soluklan!..” mı demektedir içimde bir yerler? Bundan mıdır bu el çekiş? Bundan mıdır her şeyi bir kenara itiş?

Peki ya nereye kadardır bu kendini dinleyiş?

Ve lakin, buna rağmen, namütenai, bizatihi, filhakika, bilmukabele… ve bilumum hayret nidaları içinde söylüyorum ki; kitaplığımda sırasını bekleyen, asla vakit bulup okunmaya başlanamayan, başlansa da bir şekilde yarım bırakılan onlarca kitap varken; bir dünya yeni kitap siparişi vermiş olmam da nasıl bir manyak ruh halinin neticesidir, bunu anlayabilene “İlahi Komedya” hediye edecem. Söz!..

Haydin dostlar, şimdilik bana müsaade. Hakikaten sıkı bir akşam temizliği yapmalıyım. Kalın sağlıcakla…

21 Ocak 2010 Perşembe

her şey seninle güzel

gündüz diye anlatıyorum
bir rüya gördüm
şarkı söylüyormuşum
sana



düş bu
aklımda kaldığı kadarını söyledim
sana

şimdi
sen de bir düş gör
sonra
mırıldan
bana


19 Ocak 2010 Salı

döndüm: son yazımı yorumlayanlara

pasaport kontrolüne takıldı
mavi
izin vermediler
okyanusdan bir damla getirmeme
sana

öylece kalakaldı mavi
bi başına
ben de durur izleri
gözlerime baktığında
saklı duran t'onu yakalayacaksın

elim varmadı benimde
başka milletlerin paralarıyla
tam memleket sınırında
iğdiş edilmiş çiçek kokularından derme parfüm getirmeye
sana
çikolataları bile görmedi gözüm

sözüm vardı
ebemkuşağını getirecektim
sana

olmadı!

bir kaç hafta sonra
zaman makinesine binmiş gibi
ilk kez
bir gün öncesine gideceğim
bugünden düne giderken
söz bu sefer
güneş toplayacağım senin için

s'özüm s'öz



Bu yazı "ben giderken kulağında bir şarkı kalsın istedim... " yorum bırakan tüm yüreklere armağanımdır!


14 Ocak 2010 Perşembe

ben giderken kulağında bir şarkı kalsın istedim...

ben enlem değiştirirken
bir uçağın kanadında
kulağında,
sadece bu şarkı kalsın istedim

senin şehrinde yağmur yağarken
ben güneşi tutmaya gidiyorum

gelirken
sana ebemkuşağından renkler getireceğim
hayatımızı, istediğince boyaman için

sırf bunun için bekle beni!

hayat bu
hangi tonu yakalayacağımız belli mi olur?




10 Ocak 2010 Pazar

Ya Seni Hiç Yazmasaydım?

Bugün senin için özel bir şeyler yazmak istedim. Günlerdir hep aklımdasın. Hayat terazisi işlerden yana çektiği için, geçen hafta hiç kalem tutamadım. Seni yazamadım.

Yeni bir alışkanlık edindim ben. Kalem tutamadığım anlarda, yadigâr bir müzik kutusu var ona anlatıyorum hikâyelerimi. Seni de ona anlattım Uzağa Giden. Bir eli göğü, diğer eli yeri göstererek dönen balerin kıza bakıyorum seni anlatırken. Kutu bir dünya, o da sahnede dönüp duruyor. O döndükçe müzik çalıyor. Belki de müzik çaldıkça o dönüyor. Ona baktıkça seni görüyorum sanki. Hilal zamanların bittiğini biliyorum artık. Sen etekleri rüzgârda uçan, ciğerine gökyüzü kaçmış, saçları kıvrım kıvrım, gözleri alabildiğine toprak olan, yalın ayak bir kadın değilsin artık. Çıraklık diplomamı aldığım bugün seninde değiştiğini biliyorum.

11 Ocak 2008’de kendi nefesimden alıp seni üfledim kelime kelime ben. Senle birlikte yürüdük cümlelerce. Bazen yazı olduk, bazen taslak. Üçüncü yaşını kutlarken sen çok yol kat ettik biliyorum.

Başlangıçta her yazan gibi kelimeleri aşk sandım ben de. Tam bir yıl boyunca sadece kalem tuttum, yazmaya çalıştım. Seni yazdım Uzağa Giden. Çoğu zaman hayalleri anlattım, insanlar gerçek sandı. Aşklar anlattım senin bedeninde. Bir gece kalktım saçlarını kestim, ertesi sabah sevdiğin gittiği için güneş kolları sana kısa gelen bir hırka oluverdi narin bedeninde. Yok, olanların yokluğuyla yaşattım seni. Aşkla oyaladım yürekleri.

An geldi Limon’un (sarı araba!) direksiyonuna geçip Duygucan (radyo!) ile maceralara atıldın. Sevişirken çiçek kokan adamlardan nergis aldın, bazen şehrin ücra yerlerinde dolandın.

Kelimeler yetmedi bana. Gün içinde üç, dört kez seni anlattım önce kendime, sonra okura. İçimde ikna edilmesi gereken bir ben vardı. Sahibini bildiğim kelimelerin anlamlarını zihnimde değişimledikçe büyülendim. Simyaydı bu. Bir dünya kurup, içinde kaderler yazdım. Ama yetmedi. Tüm bu serüven içinde bir devinim şarttı. Kendi için de devrimdi belki fotoğraf şerhleri. Yazmak kendini anlatmaksa beş duyunu bir yapmak geçti aklımdan. Baktım ve yazdım.

İçim titredi sonra Uzağa Giden. Dünya olmadan aşk neye yarardı. Bozkırın çocuğuydun sende. Akdeniz'din sen! Bir yanın çöl, bir yanın deniz. Kenger ve gelinciklerin gölgesinde önce ezberleri bozduk, sonra ezber olduk. Şimdi yine mecnun misali düştük yollara Leyla'dan geçme faslındayız.

Bugün düşünüyorum da Uzağa Giden ya seni yazmasaydım ne olurdu?
Bu soruyu sormam boşa değildir, gidiş türküleri söylemeye başladığım şu günlerde. Şimdi sorarım sana kalfalık hikâyelerimin başkahramanı olacak mısın? Yüreği Anadolu olan memleketimin çocuklarına yarenlik edecek misin? Nice yüreklerin kapısını çalmaya var mısın benimle?

Nice kelimelerin olsun. Cahil cesareti ama kitapların! Nefesimsin bunu bil em’i? Sen kendime düştüğüm notlarsın. Gün gelir sayfalarından gezinirken dudağımda bir gülücük, gözümde bir damla yaş olacaksa düşüncelerim kırma kalemimi, yazdır kendini.

Fotoğraf: Özgür Çakır

5 Ocak 2010 Salı

Bugün: 42. Yıl

Bugün annem ve babam 42. anne babalık yaşlarını kutluyorlar.

Dün akşam yemek masasında anneme söyledim bunu. Bambaşka bir duygu olsa gerek dedim, 42 yıldır annesin. Gözlerime bakmadı, sesi titreyerek "Dolu dolu çok güzel bir ömrü paylaştık. Allah acınızı göstermesin!" dedi. Derin bir sessizlik oldu. Tabaklar, çatallar bizim yerimize konuştu. Bu yıllar içinde yitirdiğimiz sevdiklerimiz bizimle birlikte sanki sofradaydı. Derin sessizliklerde, çok gürültü vardır aslında. Yemeğin sonuda böyle oldu.

Her doğum günü öncesinde fotoğraflara bakılır bizim evde. Kahvelerimizi içerken eski zaman tünelinden geçerek hayatımız durağında indik hep birlikte bu yılda. Kah güldük, kah ağladık. Doğmak, nefes nefes hayatı sürmek ne kadar da güzeldi. Şanslıydık biz. Çünkü aileydik.

Sabah suyun öte yakasında iş, aş derdindeki babamla konuştum. 42 yıllık babasın derken güldüm. Önce şaşırdı, sonra güldü. "Hep birlikte büyüdük ama bazılarımız hep en küçük çocuk " dedi. Bunu üzerime hiç alınmadım. neden mi? Günün sahibi var.

Bugün evimizin ilk göz ağrısı, abimin doğum günü.

Yaşamım boyunca hiçbir zaman arkamı kollamak zorunda kalmadım ben. Çünkü her zaman arkamda beni destekleyen Abim vardı. Okumayı ondan öğrendim, kendisi ilk öğretmenimdi. Onun yürüdüğü yollardan yürüdüm. Okuduğu kitapları okudum. Gittiği okullara gittim. Ayrı düştüğümüz de oldu. Başka düşlerin ve görüşlerin peşinden gittik. Başka zihinsel mücadelelere girdik, ama yüreğimiz hep bir attı. Kahkahamız da, gözyaşımız da hiç ayrı düşmedi. Biz, sadece bi ananın karnını bölüşmedik! Aynı evde teğet geçemedik hayatı. İnadına katık ettik yaşama birbirimizi.. Karındaştık! Saçlarımı örenimdi, sözüme kıymet verenimdi. Beni "evladım" diye sevdi abim. Oysa sadece yedi yaş vardı aramızda. Kendi yavrusu olduktan sonra benim üzerime bir başka düştü.

Ne zaman dara düşse yüreğim hisseder. Bir şey dememe gerek yoktur. Okur beni ince ince. Zihnimin tozunu almak istediğimde, uzaklara gitme zamanımın geldiğini hisseder. Ardımdan su döker. Üzülür gidişlerime bilirim. Yine de ses etmez. Geçenlerde hayattan konuştuk, hayallerden söz ettik. O da baba. Onunda hayalleri hep yavrusu üzerine. Görüyorum ki bir süre sonra mesleki başarılar, mal, mülk pek de hayalleri süslemiyor. Çünkü onlar insanın kendini gerçekleştirmesinde birer araç. İnsanın evladının olması ise, içimizdeki ölümsüzlük ateşini yakmak gibi. Abimde de bu ölümsüzlüğü gördüm o konuşmada. O sohbetten aklımda kalan bir kaç cümle var. "Ilgaz'ın bir kardeşi olsa Devrez. Bir kız! Irmak ırmak hayatımıza aksa" dedi mesela. Evde bir can daha, üstelik kız. Adı da memleketen bir nehir. Düşündükçe gülüyorum hala. Devrez güzel isim. Bir dağ ve ırmaktan iki kardeş olur, tıkı ben ve abim gibi.

Beni anlayan, dinleyen ve hissedenim: ABİM! Seni çok seviyorum. Doğum günün kutlu olsun... Senin kardeşin olabilmişimdir dilediğince...


Fotoğraf: UGK "Cemil, Yasemin, Ilgaz Maşukiye'de"

3 Ocak 2010 Pazar

2010'a dair kehanetlerim

Adettendir, yeni yıl için istek ve dilekleri art arda sıralamak. İçinde çiçekler ve böceklerin olduğu pespembe bir tablo çizmek isterdim.

Barış, mutluluk, huzur, aşk, bol kazanç vs. vs…

Ama elim kalem tutmadı.Yazamadım. Koltuğuma yaslandım. Gözlerimi kapadım. Vazifemi yaptım. Yeni yıl yazımı önce gözlerimle boşluğa yazdım. Boşlukta yer tutanları topladım, cümle yapıp klavyeye düşürdüm.

Dünyanın değişik yerlerinde kutlanan yıl başlarını gözümde canlandırdım. Aklım hep yeni yıla ilk ve son giren yerlerde kaldı. Yani bir gün önce ben girsem ve en son da ben çıksam şu yıldan ne kazanırım, diye düşündüm. Hayattan bir gün çalsam. Boş vakitlerin, çalışma saatleriyle taçlandırıldığı serzenişler dünyasından bir gün kopartsam kâr sayılmaz mı?

Nasıl girsem ben bu yıla diye geçirdim içimden?

Buz Otel’de yeni yıla girmeyi düşündüm. Üşürüm! Buzun koynunda tek yatılmaz. Anılar da ısıtmaz. Şaraba vursam kendimi olmaz. Yeni yıldan uyanınca katır tepmiş gibi olmak istemem. Aklım başımda olmalı. Yeni, yeni gibi yaşanmalı.

Sıcak memleketlere gitsem. Olmaz, zemin oynak oralarda. Yürek titreşimine yenik düşmüş yerküre. Ben ağır kalırım o coğrafyada. Evimde olmalıyım ben, sevdiklerim ve kendimi parçası olarak hissettiğim topraklarda.

Nerede olursam olayım yabancı sayılmadan, yabancılaşmadan önce ben girsem yeni yıla, sonra da ilk ben çıksam şu yeni yıldan. Kendim gibi uyansam sabah, kendim gibi başlasam güne, kendim gibi yaşasam.

Kendim gibi yaşamak” mümkün mü? Sanmıyorum. Ne zaman bana uyuyor ne de ben zamana. Ciddi bir çevre düzenlemesi yapmam gerekli. İşe önce kendimden başlasam. Vücut bir makine değil mi? Doğrudur, beden bir makinedir. İşte bu nedenle sürekli ayar istiyor. Yeni yıl da bir ayar çekmek değil mi bedene? Yaşlandın güzelim, haydi koydum seni kapıya.

Tam tüketim toplumuna yakışır bir biçimlendirme değil mi? Zamanım yok diyenlere inat bir şey geliştirmeliyim. Kendimi ayarlamalıyım. Öyle estetik operasyonlar gibi bir ayar değil benim istediğim. Vücudumun termometreden, barometreye kadar her türlü ölçüsü var da neden zaman ölçeri yok? Yeni yıl senden zaman ölçer istiyorum. Bedenime bir zaman ölçer istiyorum. Nereden mi çıktı bu fikir? Patenti alsam zengin olurum. Zenginlikte değil gözüm. Zaten bu benden çok öncesinde düşünülmüş. Hatta uygulanmış bile. Nerede mi? Şirin Köy’de. Orası mı neresi?

Anımsar mısınız bilmem çocukken Şirinler isimli bir çizgi film vardı. “Şirinler, ormanın derinliklerinde yaşayan küçük sevimli...” diye başlardı masalı anlatan amca. Hiç bir varmış, bir yokmuş demezdi… Masal hep böyle başlardı. Kötü adam Gargamel’di. Gargamel, belki günümüzün Amerikasıydı. Kapitalizmin vurgununu yapan ve vurgununu yiyen adam Gargamel hep siyahlar giyerdi. Papaz görünümlü Gargamel, Şirinler’i yemek isterdi. Azman isimli kedisi ise güçsüz canların Azrail’i kesilirdi. Tüm bunlara karşın Şirinler, küçük köylerinde mutlu mesut yaşarlardı. Yaşamdan her renk vardı o köyde. Öfkeli, Şakacı, Pastacı, Bilgin, Sakar, bir tek kız Şirine ve Şirin Baba. Sonra nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemediğim Bebek Şirin katıldı filme. Babası kimdi, annesi kimdi? Bilmiyorum. Zaten Şirinlerin anne ve babası yoktu. Ne anaerkil, ne de ataerkildiler. Onlar Şirinerkildi. Hepsi tekti. Hepsi biricik. İlginç olan bir şey de yaşadıkları yerde hiç mabet, tapınak, okul yoktu. Tanrının görevini üstlenen ve materyalizme göndermelerde bulunan Doğa Ana, yaşamın ritmini düzenleyen Zaman Baba dışında bir idareci yoktu. Tüm Şirinler birlikte çalışır, kazanır ve yerdi. Lidyalıların simyası para henüz köye gelmemişti.

Peyo bunu nasıl düşündü, diye geçiriyorum şimdi içimden. Böyle bir dünyada yaşamak… Yeni yıldan bunu mu istesem acaba?

Tüm bunların yeni yılla ne ilgisi var?’ diyenlere az daha sabır diyorum. Yeni yıl coşkusuyla nu satırları yazıyorum.

Bir gün Gargamel nasıl yaptıysa tüm saatleri durdurmuştu. Şirin köyde düzen kalmadı. Şirin Baba çaresiz kaldı. Şirinler toplandılar, hep birlikte Doğa Ana’ya gittiler. Zaman akmıyor, dediler. Sular kurudu, bitkiler ölüyor. Şirinler mutsuz. Pastacının pastası yenmiyor. Şakacı, şaka yapamıyor. Bilgin üretemiyor. Ve Şirine! eskisi kadar güzel değil. Silikon yok, botoks yok, türlü jimnastik aletleri, haplar! Yok! Yok! Yok! Ne yapacak Şirine’cik şimdi? Ne seveni vardı. Ne de sahip çıkanı. Kötü yola mı sapsaydı Şirine? Şirine ne yapmalıydı?

Burada bir Orhan Baba geçidi olsa ne güzel olurdu. Dertler benim, çile benim, hayat senin olsun !





Hepimizin ruhunu çelen yollar vardır. Yollara sapılır. Ama hiçbir yol dönülmez değildir. İnsan tövbelidir. Sonumuz ‘ne olursan ol yine gel’ değil midir? Şirine aldı bütün arkadaşlarını yanına, koyuldular yola. Çıktılar Doğa Ana’nın huzuruna. Dinledi Şirinleri tek tek Doğa Ana. Sustu. Hüzünle onlara dünyayı gösterdi. Adamın biri, ülkesi neredeyse 8. yüzyılı yaşarken nükleer silahları deniyor. Başka bir adam, kral koltuğuna oturmuş mortal combat oynarmış gibi haritadan yerler beğeniyor ve ordularına işaret ediyordu. Sustu Doğa Ana. Sadece, Zaman Baba’ya gidin, diyebildi. Şirinler, Zaman Baba’ya gittiler. Büyü bir şekilde bozuldu. Nasıl oldu derseniz, işte onu anımsamıyorum. Her şey eski haline döndü. Çiçekler yeşerdi, böcekler uçtu. Dünya aynı dünya oldu. Şirine yine Şirin’e.

Zaman değişse de insan aynı. Önemi olan aynılığın içinde kendimizi yaşayabilmektir.

Hepinize, sevdiklerinizle birlikte mutlu bir yıl geçirmenizi diliyorum.




Görsel:
Cerebro