ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2012 Perşembe

C'est la vie... Kim yönetebilir olacakları?


Telefona uzandı elim. İkiletmeden açtım. Sesi başka çalındı kulağıma. Duraksadım. Her zaman konuşması sıralıdır. “Nasılsın?” der. Demedi… “Rahatsız etmiyorsam sana bir şey sormak istiyorum” der. Demedi… Derin bir nefes aldığı belliydi. Teklemeden sordu. “Evde anneme benzeyen, ama annem olmadığını sandığım biri var”. Kısa bir sessizlik oldu. Ne diyeceğimi bilemedim. İyiyim. Rahatsız etmiyorsun, sor. Evet. Hayır… Sorunun karşılığı bu replikler değildi. “Annendir” deyiverdim. “Annemdir değil mi? Annemdir. Tamam sana inanıyorum Kerem” dedi ve telefonu kapattı. “Sana inanıyorum!” Elimde telefon birkaç kez bu cümleyi tekrarladım. Yüzümde alaycı bir ifade belirdi. Bana kim inanır yahu. Deli işte.

Her gün arar beni. Bazen sekiz dokuz kere. Geçen gün üşenmedim saydım, tam on sekiz kere aramış. Konuşmalarımız en fazla otuz saniye sürer. Hani öyle saatler sürse, günlük hayatın akışını engellese hayatta açmam telefonu. Ama ne zaman arasa açıyorum. Abuk şeyler sorup kapatıyor. “Sence beni uzaylılar kaçırmış olabilir mi?”… “Kız kardeşim yemeğime ilaç atıyor mudur?”… “Karşı komşumuz tecavüzcü müdür?... Mekanik bir sesle tek kelimelik cevaplar veriyorum. Hayır… Atmıyordur… Değildir… Anlık pansumanlarla ona kendini iyi hissettiriyorum. Ben görevimi yerine getirdiğimden, o da sorularına cevap bulduğundan rahatlıyor.

Sabah saatleri… İş yeri sakin. Bermuda şeytan üçgeni arasında mekik dokuyorum. Twitter, facebook, google derken saat öğlene doğru koşar adım ilerlemiş. Hayret telefonum hiç çalmadı. Kapalı da değil oysa. Telefonun sahiden çalışıp çalışmadığını anlamak istediğimden annemi arıyorum. Eğer annemi çekiyorsa bu meret herkesi, her yeri çeker diye düşünüyorum. Valide hanım 5i ağzında 10u boğazında başlıyor lafları saydırmaya, sesi hangi dağda kurt öldü misali. “Bir ara uğra da yüzünü görelim” diyor, özlemiş beni. “Uğrarım” diyorum. Sözü daha fazla köpürtmeden kapatıyoruz telefonu.

Annemle konuşmak içimdeki sisi dağıtmaya yetmiyor. Masamın çekmecelerini açıp kapatıyorum. Hani üşenmesem düzelteceğim. Raflara gelişi güzel konmuş kitapları, dosyaları tarıyor gözlerim. İçlerinden biri çarpsa gözüme hemen ona kaydıracağım dikkatimi. Nafile… Bak ben annemi aradım Sinem, neden sen beni aramıyorsun! Totem yapıyorum o vakit. Sen ara, ben de anneme gitmezsem... Aramayacağını ikimiz de biliyoruz. Ve ben anneme gitmemek için seni kullanıyorum belli ki. Derken kapı açılıyor. Vira bismillah! İçeri bir müşteri giriyor. Sonra bir diğeri… Sonra… Sonra… İçeri giren her müşteri, dakikaları bir bir geçen yelkovanı anımsatıyor ve çalmayan telefonu gözüme, kulağıma sokuyor.

Akşamüzeri...  Karanlık çökünce el ayak çekiliyor. Nihayet bir iki lokma bir şey atıyorum ağzıma. Ne zaman yemek yesem, sen arardın Sinem. “Kayınvaliden sevecek seni…” derdim kendi kendime. Ağzımın içindeki lokmaları alel acele yutar, sorduklarına bir avaz da cevap verirdim. Telefonu kapatınca da boğazıma duran lokmaları mideme göndermek için su içer, hemen bir sigara yakardım. Yemeğimi de yedim ama…

Sigara içmek için balkona tünedim. Hava limonata tadında. Hafif hafif serinlik ısırıyor bedenimi. Kaç zamandır şöyle içimin grisine yakışır bulutlu bir hava olmuyordu. Yağmur patladı patlayacak. Yağmur kokusu… Yağsın be yağmur iyi gider. Uzun uzun sürmesin ama bir iki gün hafiften karartsın ortalığı yeter. Fark ediyorum ki aslında ben ılımlı havayı pek sevmiyorum. Gök gürültüsü, şimşekler, oluk oluk akan sular… Ruhumun sıkıntısı tenimi geriyor. Ve tuhaf olan bu işten garip bir zevk alıyorum. Telefonum cebimde beni suya sal dercesine taklalar atan bir balık gibi. Ne zaman titreşime geçtin sen. Kimin aradığını hiç düşünmeden açıyorum.

Kerem…

Kalbim düdüklü tencere buharı gibi. Nereden nasıl fırlayacağını bilmiyor.

Kerem hani ben seni arıyorum ya…”

Sesimi duysun istiyorum. Makineli gibi konuşuyor. Hiç yapmam ama sözünü kesiyorum.

Arıyosun”.

Beni duymuyor. Duysa da tınmıyor.

Artık aramayacağım.”

Saatime baktım: 15.44… “Yaz kızım ölüm saati…” diye bir replik geçti içimden. Aklım dilime karışamadı. Sus pus halimi, konuş dercesine çakan şimşek bozu verdi.

Peki canım..”

“Doktorum… Doktorum seni aramamın doğru olmadığını söyledi.”

Yağmur başladı. Eksoztan, kirli havadan, atıklardan kararan asfaltın aklanışını izliyorum. Saat hala 15.44… Sokağın ortasındaki su birikintisine takılıyor gözlerim. Serçenin biri suya dalıyor. O kafasını çıkarınca bir diğeri dalıyor suya. Bir yerde bir şey olmuşçasına havalanıyor kuşlar. Gökyüzü görünmüyor. O kadar kalabalıklar ki bi damla yağmur düşmüyor yere.

 “Tamam, arama o zaman…”  diye mırıldanıyorum çoktan kapatılmış olan telefona.






4 Temmuz 2012 Çarşamba

Boyalı Düşler



“Sen gündüzleri düş görür müsün?”

Marulları yıkıyorum. Suyun akışına takılmış gözlerim. Ellerim yaptığı işten nasıl da emin. Otomatiğe takmış giderken… Yüzüne bakmadan, başımı iki yana sallayıp “Sen?” diyorum.

“Görüyorum.”

Yerinde duramıyor. Ellerini nereye koyacağını bilse rahatlayacak. Bir sağıma, bir soluma geçiyor.

“Anlık ama. Gözlerimi kırptığımda görüyorum.”

Ellerim iş görmeye devam ediyor. Ölü köpek gözü bakışlarımı dikiyorum gözlerine. Birden dikleşiyor. Bir adım geri atıp, derin bir nefes alıyor.

“Sahiden görüyorum.”

Bir sus molası veriyoruz. Kulaklarımda akıp giden suyun sesi. Bakışıyoruz. Ne o, ne ben göz kırpmıyoruz. Sessizliğimizi çatallaşmış sesiyle o bozuyor.

“Saçma sapan şeyler görüyorum. Bazen bir karınca ülkesinde oluyorum. Bazen uzaya gidiyorum. Olmadı elma soyarken görüyorum kendimi. Yorulduğumda, üzüldüğümde, kendimi bir başıma kalmış hissettiğimde gözlerimi daha çok kırpıyorum. Her göz kırpışım benim için yeni bir düşe dalmak oluyor. Zihnim boşalıyor. Bir avuç karanfil ya da nane yemişim gibi nefesim açılıyor.”

Sustu. “Eee bir şeyler desene…” dercesine nasılda kıvranıyor. Hayal gücünü çoktan rafa kaldırmış birine, anlatılacak en son hikâye bu olsa gerek. Ama haberi yok garibimin. Metalik bir sesle “Şanslısın o zaman. Benim başıma hiç böyle şeyler gelmez.” diyorum. Oysa içimde kıpırdanan, rafa çıkarmadığım bir sürü düşüm olduğu biliyordum. Ben lafımı bitirir bitirmez söze giriyor.

“Evet de… Bir sorunum var.”

“Hadi sorsana!” diye bakıyor melül melül. Yüzüne bakmıyorum. Ama bakışlarını tam şah damarımın üzerinde hissediyorum. Kanımı donduruyor o delici bakışlar. Nabzım yavaşlıyor. Neyse ki ellerim işinde usta. Çok geçmeden ses vermeyeceğimi anlıyor.

“Son günlerde çok az göz kırpmaya başladım.”

“Demek ki mutlusun.”

Benden cevap alamayacağından o kadar emindi ki… Yutkunuyor.

“Yok mutlu değilim. Yani mutsuz da değilim. Üff ya! Ne olduğumu bilmiyorum. Gözlerimi az kırpıyorum… Az bile değil. Neredeyse hiç kırpmıyorum.”

Ardını döndü. Ne olduğunu anlayamadım. Beşi ağzında, onu boğazında bir şeyler geveleyip duruyor. Derken yaralı bir hayvan gibi böğürüyor.

“Gördüğüm düşler renksizleşti.”

Marulları yıkamayı bitiriyorum. Elimdeki domatese bakıyorum. Yeşilimtırak… Omzunu kavrayıp, onu kendime doğru döndürüyorum. Gözleri sırılsıklam. Ama bu yaşlar, ağlamaktan farklı. Gözünü kırpmamak için direniyor. Canının yandığı besbelli. Suyun akışını artık duyamıyorum. Gözlerimi kırpıyorum. Her yer pembe. İrkilip açıyorum gözlerimi. Karşı karşıya duruyoruz hala. Gözlerinden şıp şıp yaşlar damlıyor.

“Kırpsana gözlerini”

“Olmaz. Renksiz hayatım bu düşlerle şenlendi. Ama şimdi gördüklerimden renkler silindi. Pembe, mavi, sarı, kırmızı… Hiçbir rengi göremiyorum! Geri istiyorum hepsini. Yoksa hayatım yeniden tez düze olacak. Ve ben bunu kaldırabilir miyim…”

Hıçkırıkların bini bin para. Karşımda ağlayan bir adamdan çok, mayına basmış bir insan görüyorum. Evet evet mayına basmış… Darmadağın. Oraya buraya dağılmış parçalarını toplama telaşında. Nereye koşsa kendinden bir parça buluyor. Parçaları birleştirdiğinde ortaya çıkansa, eskiye benzemekten çok uzakta. Ellerimin arasına alıyorum başını. Sıcakcıkmış avuçlarım.

“Ağla”

Uluyor resmen. Ter. Salya. Sümük. Tükürük. Ara ara kendine geliyor, konuşuyor.

“Sözün bittiği yerde düşler girdi devreye. Yalnızlığımın, yaşadığım sessizliğin sesi oldu düşler. Sesin güzelliği, gördüklerime başlangıçta pembe olarak yansıdı. Gözümü kırptıkça sesin rengi yankılandı. Pespembe düşler görmeye başladım. Pembeye daha önce hiç bilmediğim, görmediğim renkler eklendi. Hatta benim çocukluğumda kavuniçi diye bir renk vardı. O bile geri geldi. Gerçek hayatta benim olmayanlar, bırakıp gidenler, izini kaybettiklerim gözlerimi kırpmamla hayatıma girdi.”

Sustu. Ağlamıyor artık. Yorgun düştü. Perişan görünüyor. Dili damağına yapışmış olmalı. Musluğa yöneldi. Bir bardak suyu içerken, ilk kez gözlerine bakıyorum. Bal rengi gözleri giderek soluyor. Ona baktıkça gözlerim acıyor. Sanki bir avuç kum kaçmış gözüme. Kırptıkça kırpıyorum. Her seferinde bir renk cümbüşü. Onun sabit bakışlarına karşılık, benim sağanak yağmura dur demeye çalışan silecekler gibi aşağı yukarı inen kirpiklerim… Sanki bir kaleydeskobun içindeyim. Bir cümbüş ki… Artık gözlerimi sürekli kırpıyorum. Yüzüme bakıyor “hayırdır?” gibisinden.
“Gözlerimi kırptıkça renk görüyorum” diye inliyorum.

Olduğu yerden ne zaman, nasıl doğruluyor anlamıyorum. Panter edasıyla atlıyor üzerime. Tırmalıyor yüzümü. Sanki yükseklerden avına odaklanıp, süzülerek üzerime gelen bir şahin. Gözümü çıkaracak namussuz. Gagasının kıvrımında, güneş ışığı parıltıyla yüzüme doğru yaklaşıyor. Yüzüm kim bilir ne halde?

“Ver çabuk renklerimi…”

Avaz avaz bağırıyor. Tepiniyor üzerimde. Nasıl bir itiş kakış bu… Hiç direnmiyorum. Gözlerimi kırpıyorum. Pembeler, morlar, lilalar… Rafa çıkmaya hazır düşlerim çoktan ayaklanmış.

“Asıl sen ver suretleri” diye karnına bir tekme basıyorum. Duvara tosluyor sersem. Şahinin kanatları yüzümü yalayarak geçip gidiyor. Gözümü kurtarıyorum, ama pençesi saçlarımdan bir tutamı alıp götürüyor.

Elimdeki domates şimdi kıpkırmızı.

Fotograf: Özgür Çakır

31 Mayıs 2012 Perşembe

Mavi Araba


Sen bir olaya şahit olduğunu zannedersin. Oysa o olay senin hayatın olmaya gelmiştir. Bu yüzden hep merak etmişimdir gözümün önünde olup bitenler bana ne anlatmak ister diye. Gün içinde yaşadığım olaylardan, aklımda kalanların benle ilgisi olduğu kesin. Çoğu kişinin hiç dikkatini çekmeyen durumlar, benim hayatımda büyük bir yer kaplar. Ve ben her defasında düşünürüm: “Bu neydi şimdi! Sahi bu olay neden benim gözümün önünde cereyan etti?” Geçmişimden bir haber ya da geleceğim konusunda bir uyar mı…

Avuçlarının arasında tutuyor. Bir de başkası almasın diye koynuna doğru saklaması yok mu! Kaçamak bakışları deniz feneri gibi tarıyor etrafı. “Kimsecikler yok. Çok şükür!” bakışıyla birlikte, bir sırıtış kaplıyor ki yüzünü sorma gitsin. Derken açılıyor kolları iki yanında. Zeybek havası tutturacak derken, horon tepiyor namussuz. Rınnn rınnnn… Amaçsızca sağa sola koşturup duruyor. Rınnnnnnnn rınnnnnnnn… Sürdüğü araba değil, uçak mübarek. Yerde değil, havada seyrediyor. Gök mavi, araba mavi. Bildiğim en büyük hapishanenin içinde seyrediyor mavi araba. Uçanı, kaçanı, topraktan güneşe süzüleni, denizin dibinde meşk edeni, güzeli, çirkini, bahtlısını, bahtsızını, delisini, akıllısını mavi bir kapsülün içinde saklayan gökyüzünde kuş misali salınan bir araba. Kim der ona oyuncak diye?

Ne zaman canım sıkılsa, sağ elimle sararım boynumu. Nefesimi ısıtıp, genişletmek isterim boğazımı. Yetmedi mi seni düşürürüm aklıma. “Ailemizi Tanrı seçer, ama arkadaşlarımızı kendimiz…” deyişin çınlar zihnimde. Gülümserim. Mentol tadı kaplar ağzımın içini. Önce buram buram yanarım sonra sıkışmışlık hissinin yerinde yeller eser.

Duruyor birden. Gülücüklerin yerini sağanak şeklinde bastıran hüzün alıyor. Arabanın sağ arka tekeri yok. “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi…” diye mırıldanıyor bildiği bütün tekerlemeleri dua niyetine. Yok! Teker yok! Göz göze geliyoruz o vakit. Daha iki kelimeyi yan yana getiremiyor ama meramını bedeniyle pek ala anlatıyor. Omuz silkiyorum “ben bir şey bilmiyorum” dercesine. Çocuk konuşamıyor ya benim de dilim lal. Sadece ne yapacak diye bekliyorum. Benim bildiğim çocuklar basar yaygarayı. Anası, dana toplaşır etrafına. Pış da pış… Nerde... Aranıyor bizimkisi. Gözleri fıldır fıldır.

Pazarda seni kaybettiğim gün geldi aklıma. Tükürük köftecisinin önündeydik. Ağzım bir karış açık köfteleri seyretmekten seni, pazarı, okulu, analığımın dırdırlarını unutmuştum. Yarım ekmeği üç lokmada mideme indirdikten sonra ciğerlerim nasıl da yandıydı.”Hadi Elvan içelim, bir oh diyelim” diye sana doğru döndüğümde yoktun. Betim benzim atmış olacak ki köfteci “Dur lan! Az soluklan ağır mı geldi ne oldu?” deyip omzundan kavradıydı. Adamı dinledim yok. Gözlerim telaşla seni aradı, durdu.

Derken masanın üzerinde duran mavi su şişesi kapağına takılıyor gözleri. Vuslata eren sevgili gibi kapıyor kapağı. Evirip, çeviriyor. Olmuyor. Yüzü buruşuyor, seksenlik nine oluveriyor bir anda. Ama pes etmeye niyeti yok. Gözleri nafile taramıyor etrafı. Az evvel gökyüzünde süzülen mavi arabayı sımsıkı kavramış, eksik parçayı tamamlamaya çalışıyor.

Koşmaktan dilim damağıma yapışmıştı. Kahvenin önüne geldim evvela yoksun. Berbere baktım. Bakkala. Okulun bahçesine vardığımda üç beş oğlanla meşin yuvarlağın peşinde olduğunu gördüm. Derin bir “oh!” çektim. Şöyle göz ucuyla baktın bana, hiç pas vermedin. Ürkekçe duvarın dibine çömeldim. Belki yarım saat geçti ama bana seslenmedin. “Kaleye geçsene” diye işaret vermeni bekledim. Orada yokmuşum gibi davrandın. Başka oğlanlarla uzun eşek bile oynadın maçın ortasında. Bense sabırla sıranın bana gelmesini bekledim. Ama… O gün karar verdim futbolu sevmediğime. Hala da öyle. Sorsalar “Fenerliyim” diyorum. Anladığımdan ya da takıma bayıldığımdan falan değil, sadece sen hasta derecesinde sarı laciverdi sevdiğinden.

Küçük simitler! Hepsini birden ağzına tepecek derken, alıp mavi arabaya takıyor teker niyetine. Evet! Oluyor… İşte mavi araba hareket ediyor. Yelkenli mübarek! Süzüm süzüm süzülüyor kendi rüzgarında. Fora fora! Haydi bre yelkenler fora! Az gittik uz gittik, bir arpa boyu yol alacak idik ki tekerlek un ufak… Ayağını yere vuruşu acıtıyor içimi. Canının yanışı yerden kabaran toz gibi. Öfke bu, kendi kendini döven boksör.

Ben sana zihnimi açtıkça, sen bi tuhaflaştın. Salya sümük ağlasam erkekliğe sığmaz. Beni o nedenle defterden siliyorsun derim ama. Analığımın ettiği zulümler mi sana ağır geldi? Oysa birlikte taşıyalım istemedimdi. Kopasıca dilimle içimdeki zehri akıtmaktı derdim. Seni kederime dahil etmek değil. Neticede dertleşemez olduk. Hatta benle yukarı mahallenin fettan kızlarını bile konuşmadın. Zeynep’le öpüştüğünü bile sınıftaki kızlar aralarında fısıldaşırken duydum. Gölgen gibi peşinde dolaştım. Ama desen ya birlikte ne yaptık, ne paylaştık? Verecek cevabım yok.

Yerde sallanan hacıyatmaza takılıyor gözü. Ritmini kaçırmış metronom gibi sallanıyorlar. Hacıyatmaz öne, çocuk geriye. Hacıyatmazın üzerinde rengarenk halkacıklar var. Büyükten küçüğe doğru üst üste dizilmişler. Çömeliyor yere. Hacıyatmaza dokunuyor nazikçe. Sağ eliyle sıkıca tuttuğu mavi arabaya bakıp gülümsüyor “birazdan…” dercesine. Hızla halkaları çıkartıyor. Mavi olanı eline alıp sabırla teker niyetine… Olmuyor. Sonra kırmızı, yeşil, sarı, mor… Görünüşte hepsi teker gibi. Yerleşiyor yuvaya. Sallan yuvarlan hareket ediyor mavi araba. Daha nereye gideceğini bile hesaplayamadan tekersiz kalıyor her seferinde.

Liseye geçince hepten ayrı düştük. O yaz ben postanede çalışırken, sen dere kenarında oğlanlarla rakı, balık yapmışsın. Daha neler neler… Hepsi çalındı bir bir kulağıma. Bir kez olsun gelmedin ziyaretime. Pazarda karşılaştık, berberde hoş beş falan. Sonra yazlık sinemanın kuyruğunda uzaktan “ne haber” dedin kaşınla gözünle. Oysa biz karşılaşınca “gardaşım” der sarılırdık. Ağzından beş tane gardaş çıkardı senin. Aralarında kan bağı olanlar bizim sevgimiz karşısında hasetlerinden çatlardı. Ne oldu da ayrı düştük bilemedim. Senle olan dostluğumuz bittikten sonra çaktırmadım ama çok canım yandı. Sonra bir karar verdim kimseyi kendime yaren bellemedim. Kimseyle köfte yemedim. Elvan içmedim. Ama etrafımı hep kalabalık tuttum. Kimisiyle rakının dibini gördüm. Güldüm eğlendim. Kimisiyle memleketin derdi diye gerildim. Hovardalık bile ettiklerim oldu. Ama bi şey hep eksik kaldığını hissettim.

Bir bir teker yaptığı şeylere baktı ufaklık. Ne eklentileri, ne de eksik haliyle mavi arabanın artık eskisi gibi olamayacağını anladı.

Uzunca düşündüm hayattan tat almamı engelleyen şeyin ne olduğunu. Turfanda bir hayat yaşadığıma karar verdim sonunda. Mevsiminden önce piyasaya sürülmüş, aslının yerini tutmayan eğreti tatlarla hayatla kavga ediyorum.

Bir ıslık tutturdu çocuk. Ardında bıraktığı taklit tekerlere baktı. Yere savurduğu tekmenin ardından yükselen duman bulutunun içinde kayboldu gitti.

“Ben evinden uzakta yalnız bir kovboyum… “

Görsel: Özgür Çakır

1 Haziran 2009 Pazartesi

GİDERKEN

Ellerindeki koku ne kadar uzaklardan geliyordu. Gelin beyazı korkulukların arasındaki fesleğenleri sularken kurduğu düşlerin artığı, çeyrek asırlık bir koku… Bir yandan aşağıdaki telaşı anlamlandırmaya çalışıyordu, diğer yandan yaşamını...

Son model arabasından inene değdirdi gözlerini belli belirsiz. Sonra yanındakine baktı uzun uzun. Ne kadar da hoş görünüyordu. Bir de kendisinin camdaki yansımasına ilişti bakışları. Ondan en az on beş yaş gençti oysa. “ E bakımlı kadın!” diye geçirdi içinden. “Bizim gibi değil ki!” Kapılar açıldı, kapandı. Topuk sesleri bahçenin huzurlu sesine karıştı.

Her yıl tam da bu vakitler, hınzır Mayıs’ın yeşil elbisesi serseri rüzgârlarda savrulurken, deniz nazlanmayı bırakıp kendini güneşe teslim etmek üzereyken gelir, yaz sonuna kadar kalırlardı bu evde. O da Ayşegül Hanım’ın bütün özel işleriyle ilgilenir, rahat etmesi için elinden geleni yapardı. Kendini bu kadına katmıştı, yirmi beş yıldır. Bütün anılar onun adına mühürlüydü hafızasında. Ben sözcüğünü kullanmayalı da olmuştu bir o kadar…

Severdi aslında hanımını. Elinde büyümüştü neredeyse. On beşinde yoktu annesi elinden tutup “Artık burası senin evin.” dediğinde. Çocuk sayılırdı henüz bahçenin salkım söğütleri kınalı saçlarına ilk değdiğinde. Ne yapsındı onun da huyu böyleydi. Hem zengin kısmının azıcık şımarık olması yadırganacak bir şey değildi ki!..

Havuz başına kadar gelmişlerdi. “Fatoş nerede?” diyordu. Oysa başını yukarı kaldırsa görecekti onu. Ama burnunun ucundan başka yere bakmazdı ki. Çekti kendini pencereden içeriye. Buradaydı işte. “Hem nerede olacaktım ki?” diye söylendi. Elleriyle yatağın ipek örtüsünü okşarcasına düzeltip koridora inen merdivenlerden usulca aşağıya süzüldü. Hayatın saçlarından koparıp basamaklara bırakıverdiği tellere aldırmadı bile.

Geçmişin uğultusu karışıyordu kuşların şarkısına. Bahar çiçekleri kadar körpe bir ilk sevişin kokusu yayıldı ortalığa. Gözler ansızın değdi ve bir kaçamak bakış buluştu gizli bahçenin en kuytusunda. Saklı gülüşler sarkıyordu Mayıs dallarından rengârenk. Şiirler yazılıyordu toprağa. Bir andı. Ama koca bir yaşamaktı o tek an. Ve sonra sustu tüm bakışkan sevdalar kaderin cilveli kalem ucunda. Uzandı, kavuşamadı hasret; yaban bir eli tutarcasına.

“Hoş geldiniz.” dedi, eski zamanlardan kalma çekingen bir hüznü saklamaya çalışarak.
“Fatoş, nerdesin kuzum?” dedi Ayşegül Hanım. “Seni göremeyince kaçıp gittin sandım.” Keyfi yerinde olduğunda hep böyle takılırdı ona. “Eee, kız yok mu?”
“Biraz uzandıydı hanımım. Kırgınlığı var üzerinize afiyet. Hemen kaldırırım şimdi.” “Havalardandır.” dedi öteki, yaşanmışlığın verdiği bilge bir tavırla. “Bahar güneşi böyle çarpar adamı. Dokunma şimdi yavrucağa. Uyanınca getirirsin yanıma.”

Çocukları yoktu. Belki de bu yüzden böylesi seviyordu, bunca düşkündü Fatoş’un kızına. Babası öldüğünde alıp yurt dışına bile götürmüşlerdi. “Allah razı olsun, haklarını ödeyemem de…” derdi hep. “Ayşegül Hanım’ın yersiz kaprisleri, huysuzlukları da olmasa…”

Hiç gerçek olmayacak bir şeye düşeyazacakken bir şamar gibi inmişti evlilik sözcüğü suratına. Hanımının onu layık bulduğu yolun bir başka adımıydı bu da. Hiç âşık olamamışsa da huzur bulmuştu kocasıyla. Hem aşk meşk neyineydi hizmetçi kısmının. O da razı gelmişti ona biçilen yazgıya. Bu yazlık eve göndermişti hanımı Hasan’la evlendikten sonra. İri bal rengi gözlü, dalgalı saçlı mitini saklamış, ışıkları söndürüp bırakıvermişti genç heyecanlarının bir kenarında.

Köşke sık gelip gitmelerinde görüp salmıştı yüreğini onun avuçlarına. Ayşegül Hanım’ın annesini tedavi ediyordu Doktor Demir. Büyük Hanım öldükten kısa bir süre sonra da Ayşegül Hanım’la evlenmişlerdi. Düğünlerinde hüzün döke saça hizmet etmişti şen kahkahalar atan kalabalığa. Sonrası hayat harala gürelesi; sonrası ilk aşk sancısının üzerini yeni hikâyelerle ört bas etme çabası… En sonrası unutuş ilacının bütün yaraları sarıp sarmalaması…

Kafası karma karışıktı uzunca zamandır. Şimdi tek derdi kızıydı Fatoş’un. Günlerdir düşünüp duruyordu. Belki yılların endişesinin taşma zamanlarıydı; belki uyuyan bir şeylerin uyanma telaşı. Yaşamını satır satır okuyor, tek bir güzel cümle bulmaya çalışıyordu. Yitip gidenlere yanmıyordu da aslında; en fazla kızının da kendi yazgısını paylaşmasından korkuluydu. Gül yüzlüsü aynı hayatı yaşamamalıydı. O farklı olmalıydı. Kaybedenlerden değil, kaybettirenlerden… O Fatoş değil Ayşegül olmalıydı.

Oysa gücü yetmiyordu onu kendinden uzağa taşımaya. Onun öyküsü de yazılmıştı şimdiden, ayandı bu. “Babası yaşasaydı…” dedi kendine. “Ne değişecekti ki? Neresinden baksan; hizmetçiyle bahçıvanın kızı…” dedi kendi, kendine.

Geçen yazdan kalma, gizli bir misafirliğin artıklarını yine, yeniden önüne döküyordu kulakları. “Annesi olmasaydı…” diyordu Ayşegül Hanım. Demir Bey de ona hak veriyordu. Baştan razı gelse bile, sonradan sorun çıkarabilirdi ona göre de. Ne de olsa ana yüreğiydi. “Çok güzel ve akıllı bir kız…” diyordu. “Ne çok isterdim onu büyütebilmeyi aslında. Onun biricik annesi olabilmeyi ne çok isterdim. ”

“Yarınki tekne gezisinde söylesem…” diye düşündü. “Sizin çocuğunuz olsun. Zengin ve mutlu bir hayat yaşasın. Ölünceye dek susarım ben. Hep susmadım mı? Bu kez onun için, kızım için sustururum yüreğimi.” desem.

Sahi vazgeçebilir miydi hayatının en güzel unvanından? Dayanabilir miydi “Anneciğim…” seslenişlerini bir başka kadına emanet etmeye. İlk sevdadan; hatta hayatından caymak kadar kolay mıydı, evlat kokusundan caymak? Kalbini çıkarıp atmayı başarabilir miydi sahi? “Yapabilirsin…” dedi kendine. “Onun mutluluğu için yapmalısın da.” Pekiyi kaç paraya satın alınabilirdi çocuk sevinçleri.

Türkuaz bir yol uzanıyordu önlerinde boylu boyunca. Bir tutam tuz yakıyordu gözlerini. Dalgalar ayaklarına dolanıyor, ilerlemesini engelliyordu. “Söylemelisin…” diyordu kendine. Kendi, kendini dinlemiyordu. Uzaklaşıyordu tüm gemiler bir bir. Sessiz bir hüzün yağdırıyordu gök üzerlerine. Martıların çığlıklarında bile bir başkalık vardı. Dünya omuzlarının üzerine çökmüş, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu.

“Neyin var kuzum?” dedi Ayşegül Hanım, kucağındaki minik kızın saçlarını okşarken. “Hadi bize limonata getiriver. Sonra da bu güzel gezintinin tadını çıkar.”

Nasıl da sevgiyle sarmalamışlardı onu. “Benim kızım.” dedi kendine. “Canımdan vazgeçmeden, canımdan vazgeçebilir miyim?” Kendi, kendini dinliyordu bu kez. “Cay kendinden o halde!..” diyordu. “Bırak yavrucağın gözlerindeki ışık hiç sönmesin. O bunu hak ediyor. Bırak hadi! Can dediğin nedir ki? İzin ver ona. Bırak o Fatoş değil Ayşegül olsun.”

Usulca ilerledi teknenin ucuna doğru. Türkuaz bir yol uzanıyordu önünde boylu boyunca. Adım adım yaklaşıyordu her yanı fesleğen kokan o yola. Kararlıydı. Sadece bir adım kalmıştı. Sadece küçük, son bir adım… Ve o, ömründe ilk kez cesaretle attı adımını.

“Nerede kaldı bu limonatalar?” diye söyleniyordu Ayşegül Hanım. “Fatoş nerede?”

Belki başını yukarı kaldırsa görecekti onu kim bilir?

19 Nisan 2009 Pazar

BEKÇİNİN DÜĞÜNÜ


Koca bir boşluğa bakar gibiyim. Kimim ben? Neyim? Neredeyim? Önüme dökülen bu parça parça, tutam tutam beyazlar da ne? Karşıdan bana yüzüm yansımalıydı oysa. Işıl ışıl, tan kızıllığı mutluluğuyla gülüşün ya da… İçim hüzünlü bir vazgeçişi kabullenmeye hazırlanıyor. Uçmak, yüzmek, koşmak, sevmek… Yaşamaya dair ne varsa kaybolup gidiyor bir bir. Mavilerimin üzerine örtüler seriliyor. Kanatlarımda altından bir kelepçeyle usul usul teslim oluyorum; sesim çıkmıyor.

“Hey gidi kardeşim…” diyor çocukluk arkadaşım. “Damat tıraşını yapmak da bana kısmetmiş.” Öyle ya, bu gün benim düğünüm var. Sevinmeli, halaylara ortaklık etmeliyim. Sahte gülüşlere, aynı ikiyüzlülükle cevap vermeliyim. Hatta tüm bitirilenlerimin hatırına neşeli şarkılar söylemeliyim!..

Saçıma sakalıma dokunan bu ellerle bir zamanlar bir kıyıda nasıl da kenetlenmiştik. Ayaklarımıza dalgalar değerken, denize yeminlenmiştik. Onun yolunda, hiç görmediğimiz ufuklar keşfedecek, her şafakta başka güneşlere yanacaktık; söz vermiştik. Sonra o baba mesleğini, bense baba yadigârı bir acıyı sahiplenerek koparıldık mavinin yüreğimizi kilitleyen gönüllü tutsaklığından.

Şimdi kesse ya elindeki usturayla yüzümün her zerresini; hatta indirse şah damarıma, akıtsa kanımı oluk oluk… O gün birbirimizin bileğinden içtiğimiz al şerbet gibi. Gıkım çıkmaz! Zaten bir ölüme hazırlıktır bugünüm. Heyhat, kendi cenazeme süslenmektir düğünüm.

İşte geçiyor camın önünden salınarak. Deli sarıları güneşi kıskandırıranım, buklelerini tel tel gözlerime fırlatıyor; oradan da yüreğimin en derin yarasına. Ah ana, ah! Mualla’nın siyah saçları deler mi adamı böyle? Acıttıkça acıtır, acıttıkça sevdaya kandırır mı? Sen beni kor kor bir ocaktan alıp soğuk sevişlerin koynuna mı atacaksın? Yanmalarımın üzerini kapatıp küllerimi mi savuracaksın? İşte gidiyor!.. Düşlerimin tek sahibi, şimdi ömrümün orta yerinden geçip gidiyor. Ben çaresiz gözlerimi ardından yola bırakıyorum. Kör olmuş sesim içime haykırmada söz söz… Yumruğumu sıkıyorum, kanıyor avuçlarım.

Peki ya “Dur…” desem. “Terk et her nereyeyse bu gidiş. Gel benimle fenere. Ben yıldızlar toplayayım saçlarından geceleri; sabah olunca da yerlerine narçiçekleri takayım kıpkırmızı.” İşte gidiyor, kızıllığıma hiç değmeden. Ben bir hayalin ardında darmadağın, bir ömrü böldüm yarıya. Onu buldum ve yeniden kaybettim her gece düş limanlarında. Hiç silinmesin diye denize, kuma çizdim. Adını haykırdım her tan ağarışına, çığlık çığlık; sessizce!.. Maria…

Ah ana, ah! Ak sütün zıkkım olmasın diye, yıllarca didinip bir başına büyüttüğün oğlunu siyaha mı salacaksın?

“Bak bakalım, nasıl olmuş?” diyen can dostumun sesi, aynada görünmeyen yüzüme çarpıp ortalığa yayılıyor. Teşekkür edip çıkıyorum, acelem varmışçasına hızlı… Yollar ne kadar dar ve karanlık. Ortalık yaz, vakit öğlen, güneş tepede… İliklerine kadar titremede yüreğim. “Böyle mi olmalı sahi?” diyor sol yanım. “Bitirmek mi olmalı erek tüm düşleri; yoksa gerçeğe çevirmek mi?”

Gidip dayansam kapısına… “Gel sevdiceğim, kimsenin bize ilişemeyeceği bir evren yaratalım. Senin ışığın benim rüzgârıma karışsın, Samanyolu olalım.” desem. Tutsam elini bilinmediklere inat… “Gel hadi…” desem. “Kanatlarımızda fısıltılarla, maviye sevdalıların yolunu tutturalım.” O savursa yıldızlarını yüreğime, kör edercesine baksa gözlerime. Ellerimde saçlarına asılmayı bekleyen narçiçekleri…

Cesur muyum bu kadar sahi? Kendimi ve herkesi geçip ona varabilir miyim? Yoluma ördüğüm tüm o ağları düğüm düğüm sökmek ne kadar zaman alır? Bir aslanın gözü pekliğiyle, bir çocuğun unutkanlığına erişebilecek kadar bilge miyim? Ya da o kadar deli olabilmeyi başarabilir mi bu aşınmış ruh? Belki hayallerim itiverir beni şu yeşil kapıya kim bilir?

Umutla yaklaşıyorum ellerinin dokunacağı bir zamana. Oysa ayaklarım yola devam çabasında. Dinlemiyor usum deliliğimi; kıramıyor solum zincirlerini. Önce eve gidip annemi almalıyım. Sonra da Mualla ve garabet tayfasını… Zorla güzellik olmuyor ki a kuzum. Kaç saatte Maria olur bir kadın; ya da bir ömür geçirsen o boya küplerinde, yeter mi hayal olmaya? Düşlerim parça parça, adım adım ölüyor; gözyaşlarım ağla(ya)mıyor.

Akşam o da gelir mi acaba? Anam “Gelmez mi oğlum hiç? Nasıl soru bu?” dediydi dün. Yüzüme de garip garip baktıydı. Sanki dünyanın en tuhaf şeyini söylemişim gibi. Ah gelse… Evet evet… Bu gece gelmeli ve bitmeli her şey; ya da en yeniden başlamalı.

Bu kez tüm cesaretimi toplayıp baştan ayağa ağız kesilmeliyim. Sözler akıtmalıyım yüreğine oluk oluk ve anlatmalıyım gün günden çok sevmeyi; olmazı, olacağı, her şeyi. Ve o kana kana içmeli devirdiğim tüm cümleleri. Sonra bütün o kalabalığı siyaha boyayıp önümüzde açılan mavi yoldan yürümeliyiz ellerimde elleri. “Sahile gidelim sevdiğim.” demeliyim. “Bak deniz de bu kavuşmanın yolunu gözlemede hanidir. İlk ona verelim müjdemizi.”

İçimde dingin, yapayalnız bir göl var, kuytularda gizlenen ve gün gün acıyla beslenip büyüyen. Duru bir gök altında ışıldayıp coşmayı bekleyen bir pınar belki de. Onu sevda nehrinin akışı sürükleyecek en derinlere, biliyorum. Akarsu olur da bulmaz mı denizinin yolunu? Öz düşmez mi toprağın bağrına, yeşersin diye kök iyiden iyiye? Er ya da geç kavuşmaz mı bekleyen özlediğine?

Gel bu gece benimle. Ne varsa önümüzde yıkıp geçelim. Ömrümün kalanında ak göğsün olsun yatağım. Tepeden tırnağa aşka boyanayım seninle. Çiçek çiçek açayım teninde. Parmaklarım tek tek dokunsun narin yapraklarına ve incitmeden doyayım sana. Yapabilirsek sevdiğim, yaşamak budur; böyle yaşarız birlikte. Yaşayamazsak da ölürüz kalanlar için, elin elimde. Bırakırız mavi derinlere, artık gereksiz, tutsak bedenlerimizi tüm zincirleriyle birlikte.

Soğuk sular, dalgalar olur özgürlükte yoldaşımız. Martılar şahitlik eder bize çığlık çığlık… Sonsuzluğa haykırır ruhlarımızın geç kalmış nikâhını. Saçların omzumda güneşi düşleriz. Hiç doğmasa da gecemize; bekleriz. Ala, beyaza keser siyahlarımız an an… Ve duvağında narçiçekleri…

Söyleyeceğim evet… Bu gece, kendi düğünümde!.. Ya annem? Ya Mualla? Hatta kocası? Işıklı bir cana kavuşmayı hayal ederken, acıyor mutluluğum, toyluğunu yitiriyor, alevi köreliyor bir anda. Yine de dönmeyeceğim yolumdan. Bir hınzır fırtınaya atladım artık, deli deli uçuyorum. Ve ben bu çıldırma nöbetlerim kadar büyüyorum.

Bekle Maria! Birlikte kırbaçlayacağız doru atlarını arabamızın. Göğsüm gibi yaman kabaracak yelkenlerimiz nefes nefeseliğimizde. Bu gece sevdiğim… Ya gülecek yıllarca aldandığım düşler; ya göçüp gidecek ömrümden ve bir daha hiç görünmeyecek yüzüme.

Annemi alıp kuaförün yolunu tutuyoruz. Ne çok şey anlatıyor yol boyunca.

“Çok iyi ettin oğlum.” diyor, durup durup. “Huyu güzel, kendi güzel… Bak ne iyi anlaşacaksınız.”

Ah ana, ah! Bilsen ben bu gece kaderimin tüm çizgilerini silip yeniden çizeceğim göklere… Gözlerin yine böyle ışıl ışıl bakar mıydı? Yine böyle sevinçler giyinir, torun hayalleri kurar mıydın?

Anla beni ne olur. Yıllarca içimi sancılara kesen bu hasret bitmeli artık. Ha diri, ha ölü… Ya kazanacağım ben beni; ya da kaybedeceksin biriciğini. Affet annem, affet beni!

Kapıda bekliyorum kalabalıkça kadın güruhunun çıkışını. Arkadan beyazlar içinde gelen!.. Bu olabilir mi sahi? Yine bir gündüz düşünde sınanıyor muyum yoksa? Anne bu kez uyandırma beni. Bırak son seferimi yapayım ve artık maviye düşüp kaybolayım.

Bir peri gibi süzülüyor basamaklardan tek tek. Değneğindeki tozlar adam hallerime yayılıyor. Ortalık yaz, vakit akşam, ömrümün ikindisi… Güneş gitmede uzaklara… Ama o saçlar… Gideni de kıskandıracak kadar sarı… Her zamankinden daha ışıltılı… Günbatımı kızıllığında bir mutluluk asılmış yanaklarına. Dudağının kıvrımlarında gülümseyen tane tane narçiçekleri…

İşte kavuşmanın günü gelmiş. Ne olmuş, nasıl olmuş; umurumda mı? Ömrümün kalan yarısını da sokaklarına terk edebilirdim; tek üzerine basarak da olsa gelsin diye. Oysa şimdi kuşanmış en güzel gülüşünü sımsıcağın, yıldızlarını döke saça bana doğru yaklaşıyor.

Düş bile olsa ne çıkar? Geliyor işte… Bana geliyor. Siliniyorum. Zerre zerre eriyorum. Karışıyorum taşlara. Sadece âşık bir maviyim, bir kelimeyim, bir isimim şimdi… “Maria… Maria!..”

“A benim şaşkın oğlum!.. Maria deyip durmasana şu kıza. Mualla o Mualla.” diyor annem. “Tutturdun bi deniz, bi Maria. Ömrümü yedin, ömrümü. Bir ara da kocası var diye dellendiydin. Hâlbuki çocukluğundan beri sana yanıktır bu Sarı Mualla. Kimselere varmayıp senin akıllanmanı bekledi kızcağız. Hem bak ne kadar da güzel olmuş, saçının rengini biraz daha açınca.”

Düş değil, gerçeğin ta kendisi bu. Ama Mualla esmer değil miydi yahu?

25 Mart 2009 Çarşamba

FENER BEKÇİSİ


Bir martı kanatlanıp uçarsa başının üzerinden
Bırak kendini
Denize düş
İşte o zaman anlayacaksın ki
Aslında hayat kocaman mavi bir düş

Halatlar hora! Çapa vira! Vira bismillah!
Bir sabah vakti, gün aydınlanırken düştük mavinin yoluna. Hey gidi kocamış hatun; nasıl da aldı bizi koynuna. Güverte lostraması emirler yağdırıyor tayfaya. Dümen avuçlarımda, belirlenen rotaya doğru ilerliyorum. Şimdi sakin, dingin sevdiğimin mavi saçlarını okşuyorum. Bir gemi değil sadece denizde süzülen, titreyen bir yelken gibi sulara saldığım; bütün hayatım. Bilen, anlayan olmadı. Olmasın da zaten. Hayaller üzre bir yuva bizimki, kuşlarınkinden de yükseğe kurduğumuz… Aşk içre bir yolculuk masmavi… Martılar kadar kanatlı usumuz. Bilen, anlayan olmasın. Bedenleri tutsak eden sahte bilgelikler dokunamasın uçuşumuza ve bana bağışladığı tarifsiz mutluluğa.

Bendeki bu deniz aşkı küçücük bir çocukken başladıydı ilk. “Baba, denizci olacağım ben” dediğimi kendim bile hatırlamam. Ne zaman canım sıkılsa bir sahilde alırdım soluğu; ya da ne zaman içim içime sığmayacak kadar neşelensem ona koşardım. İşte bu yüzden bütün hallerimi bilir. Çoktu hallerimiz ya; hepsini bir bir bölüşürdük biz. Hayallerime kaç olta iğnesi batırdım onun kıyılarında ve kaç balıkla birlikte öldüm çırpına çırpına. Gemiler geçerdi beyazlı morlu gövdeleriyle uzaklardan, ben düşümü onların peşine takar bilmediğim ufuklara yollardım. Anacığım ne kadar “A oğlum, yer yutar adamı o kahpe, gel vazgeç” dediyse de çıkarı yoktu. Varsın onun elinden olsundu her dert; ne gamdı! Kavuşmalıydım sevdalıma; kavuştum da…

Okulu dereceyle bitirdiğim gün ilk seferin düşü gözlerimde uçuşmaya başlamıştı çoktan. Birincilikle de bitirirdim ya; o sarışına fena tutulduydum son senemde. Ah o saçları yok muydu? Her teline ayrı ayrı bağlamıştım gönlümü. “Düş!..” dese, onunla en dibine dalardım denizin.Öyle yaman sevmiştim haspayı. Adı başkaydı ama ben Maria derdim ona. O hiç bilmedi, hiç… Ne sevdamı; ne de adını. Anam “Hele işini gücünü bir yoluna koy da Mualla’yı alacam sana.” der dururdu ama benim deli yüreğim konmuştu bir kez olmayacak dallara. Kocasını öğrendiğimde dünya dar gelmişti heyhat! Ama deniz, öyle uçsuz, öyle bucaksız ve öyle sonsuz kucakladı ki beni, bu da geldi geçti dedim; hiç unutmasam da… Genç heyecanlarımın en coşkulusuydu, en kıpır kıpırıydı. Gündüz yanı başımda, gece koynumda, ama hep benimleydi yıllar yılı; kavuşma umudum olmasa da!..

Sonra… Çok uzunca bir zaman sonra, saçımın aklarında çözülmeye yüz tutmuş düğümlerimle onu tanıdım uzak diyarlarda. Sayamadığım kadar çok yolculuklarımın hangisiydi bilmem? Ben gemiyi yanaştırıyordum, o limanda durmuş öylece bize bakıyordu. Dili başka, dini başka… Kendisi bambaşka… Belki o da benim gibi hayallerini uçuruyordu bir yekenin ucundan bir yelkenin kanadına. O da benim gibi, çıpaya sapladığı yüreğini bırakmıştı besbelli; en derin sulara.


Yıldızlardan tokalar takmıştı deniz kadar dalgalı saçlarına. Ben bir martı kuşuydum umarsız, umursamaz… Ve maviye âşık... Uçuyordum göçebe Samanyolu misali kararsız. Peri tozları döktü gözleri çocuk hallerime ve gerçeği yok ediverdi bir hayal dünyasında. Oysa ne çok olmuştu masallara inanmayı bırakalı. Işıklı yüreği nasıl da kayıverdi sahillerime. O an bütün ezberlerim yeniden alt üst oldu. Ben kendimden ırağa göçmek çabasındayken, karanlık yollarımı aydınlatan deniz fenerim oldu o. Çiğ bir aydınlık değildi ha! Hiç batmayan bir güneş, çetin bir siyahı yarıyor ve zerre zerre evrenime dağılıyordu. Her şaşırdığımda dümeni kırdım, rotamı çevirdim ona. Ah Maria! Gülümseyişi ömrüme eş kadın. Sarıldım hiç bırakmayacakmışçasına…

Pamuk tarlasında rençber olduğum geceler, terim terine karışırken kavruldum böyle gün yanığı ben. Karanlığın sonu o ışığa varsın diye uğurlandım kendi limanımdan her sefer. Gün günden çok sevmek nasıl bir duyguymuş böyle? Hasretle yanarken sulak kavuşmaları düşlemek… Yıldıza doymuş özlem gecelerine açlığım; ılıktan, soğuktan bezginliğime denkti. Avuçlarıma dolan sonsuz sıcak ve bir canda iki gövde sevdaya karışan. Ve narin bir tenin beyazlığına boyanıyordu mutlu zamanlarda tertemizliğim. Yolculuklarım işte o en aydınlık fenereydi bundan sonra… Sadece deniz, o ve ben…

Mavi siyaha, gün akşama kesmiş uzunca yolda. Şimdi açık denizlerin orta yerinde bir kargaşa… Radyo istasyonu S.O.S diyor. Telsizden yolumuz üzerinde fırtına uyarısı geliyor. “Yıldızdan Poyraza gün doğrusu yön değiştiriyoruz.” diyorum ikinci kaptana. “Emredersiniz süvari bey” derken yıllar evvelki heyecanımı görüyorum onun genç bakışlarında. Bütün gücümle dümeni çeviriyorum. Çok geç!.. Rotayı değiştirmeye fırsat bulamadan yakalıyor bizi sert bir rüzgâr önce. Sonra âlemin bütün siyah bulutları toplanıyor tepemize. Tayfa sırılsıklam; bir yandan yağmur, bir yandan deniz… Boş bir çaba ve alabildiğine karanlık… Sevdiğimin gözlerinden başka ne bir fener, ne de çakar var. Döküyor saçlarını kara geceye; bir ben aydınlanıyorum.

Elimde dümen, yüreğimde aşk, kırmaya çalışıyorum öteki sevgilimin inatçı dalgalarını. Biliyorum kıskançlık en tehlikeli zehirdir, onu da yakıp kavuruyor. Hınçla saldırıyor üstüme. Koca gemiyi bir o yana bir bu yana sallayıp duruyor hışımla. O sakin mavi hallerinden eser kalmamış, kara bir kâbus gibi çöküyor üzerimize. Köpük köpük, parça parça kin kusuyor. Oysa bir bilse, ben ikisini de nasıl seviyorum. Ne denizden geçer bu gönül, ne de sarı saçlardan.

Babamı da böyle bir fırtınada çekip almıştın çocuk ellerimden. Oysa teri karışmıştı tuzlu suya, senden çıkan ekmeğine yudum yudum emeğini damlatmıştı Kenan Usta. Ne vefasız, ne vazgeçilmez sevgiliymişsin; sana tutkun yürekleri bir bir tükettin karanlık diplerinde. Daha ne yapabilirsin ki bana? Kaç kere daha ölebilir ki bir çocukluk ve kaç kere daha düşleri bitirilir acıyan gözlerin. Ve yine de seni sevmemi engelleyebilir misin?
Ah Maria, bize yine ayrılık göründü fırtınalı bir gökyüzünde. Buraya kadarmış; bitti. Ne yapsam olmuyor, ne desem inanmıyor bana. Alacak kollarına beni, kendini tüketen kıskançlığıyla. Bitirecek ömrümü bir solukta. “Sadece benimsin…” diyecek her âşık gibi. “Yoksa öl!”

Ah sevdiceğim! Gülüşüne ömrüm feda... Artık sana kavuşma umudum kalmadı. Yıldıza karışmış saçlarına yeniden dokunamayacağım. Ve iki ak güvercin arasına yaslayıp başımı, çekemeyeceğim o tuzlu kokunu içime. Böyle olmamalıydı biliyorum. Ama sonları baştan yazamıyor ki en kuvvetli kalem bile…

Canımı veriyorum şimdi ilk aşkımın koynunda. Acı çekenler için ondan rahat bir döşek yoktur ya; en çok sensiz düşmek yakıyor canımı. Ellerin avuçlarımda olsa, dipler vız gelirdi bana. Bir sevdalıma kavuşurken sonsuzca; diğerinden vazgeçmek çizilmiş alnıma. Sen giden bedenimi değil, sonsuza bıraktığım aşkımı aydınlat bundan sonra.

Elveda Maria… Maria!..

“Ne Maria’sı tembel, uyan artık, gün batacak neredeyse. Geç kalacaksın fenere.” diyor anam, hiç değişmeyen sesiyle. “Bak kaç yaşına geldin, Mualla’yı da kaçırırsan, sütümü helal etmem sana. Kız beklemekten helak oldu yavrum. He de, gidip isteyelim hemencecik.”

Yarı uykulu gözlerle kalkıyorum yataktan. Kan ter içinde kalmışım. Yeni demlenmiş çayın kokusu doluyor genzime sıcacık. Cevap vermiyorum anneme. Ne diyeceğim ki hem? Aklına koymuş, evlendirecek beni o karta kaçmış kız kurusuyla. Sabah sabah türkü söylüyor baş ucumda.

Fenere gidiş yolunda, elimde sefer tasım, tepe taklağım şimdi. Ama benim denize düş yolculuklarımda Mualla’ya yer yok ki! Üstelik de o esmer yahu!..

Dip Not:Bu öykü de perilerin en muhabbetlisine hediyem olsun.

26 Şubat 2009 Perşembe

KARA BONCUK GÖZLERİNDEN ÖPERİM


İncecik bir horoz ötüşü çınlıyordu kulaklarımda. Yağmurun sesine karışıp sabahı müjdeliyordu toprak ve sarıçiçek kokularının arasında. Dal, yaprak ve ıhlamurlar teslim olmuştu çoktan ferahlatan dokunuşlara. İçim kıpır kıpırdı. Çocuk yüreğim ıslanmak istiyordu bulutların tatlı ve serin mutluluk gözyaşlarıyla.

“N’olur anne!..” dedim. “Dışarıya çıkmak istiyorum.”
Önce anne oldu, çattı maviş gözlerinin üzerindeki iki hilal gölgesini; sonra bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlayıp uzattı ellerime bitmeyecek sandığım sevincimi.
“Git hadi deli kız!” dedi. “Sakın hasta olayım deme ha! Sonra bakmam sana.”
Sağ gözünün ortasına, sol tarafımdan kopan bir kiraz çiçeği bıraktım sevgiyle.
“Öpme gözlerimden demedim mi kaç kere sana? Ayrılık getirir.” dedi.
Uçar adım merdivenleri inerken, “Ben senden hiç ayrılabilir miyim?” dedim, annelerin sultanına.
Bahçenin yağmurla yoğrulmuş toprağında, ayağımdaki tor lastikler nasıl da kayıyordu. Dönüp baktım; ahşap beyaz pencerede hüzünle beni seyrediyordun. El salladım sana. “Gelsene!” diye bağırdım hatta. Küçücük omuzlarını silktin. Belli ki annem izin vermemişti. “Üzülme küçüğüm.” dedim içimden. “Üzülme benim kara boncuğum. Yaz yağmuru bu, nasılsa birazdan diner. Nasılsa birazdan güneş, bulutların ardından hem sana, hem bana, hem de tüm yeşillere gülümser.”

Beyaz horozumuzun yanına gittim sonra. Beni görünce dolanıp durdu etrafımda. Dünden beri görmemişti ya; o da seni özlemişti belli ki. Sanki haber soruyordu.

İşte güneş de açmış ıslak saçlarımı kurutmak için dikilmişti tepeme. Sesini duyup ardıma döndüm, kapının önünden koşarak bana doğru geliyordun. İki kolum iki tarafa olabildiğince açık, seni sarmalamak için bekliyordum. Horoz da bekliyordu. “Sana emanet kardeşin ha!..” dedi annem. Emanetimi kucakladım.

Ne çok seviyordun o beyaz horozu. “Bak abla, saçlarını ne biçim kesmişler…” dediğinde nasıl gülüşüyorduk. Sahi, hangi berberdi onu böylesi ilginç bir hale sokan?.. Köy yerinde bizden başka seveni de yoktu garibin. Vakitsiz öterdi çokça. İhtiyarlamıştı da artık. Anneannem “Size vereceğim onu, götürün giderken!..” dediğinde ne sevinmiştik.

Bavullar düzeltilmiş, yükler yüklenilmiş, yolluklar hazır edilmişti artık. Dönüş vaktiydi bir yandan; bir yandan hüzün vaktiydi hazan… “Okullar açıldı, açılacak yavrum” diyordu annem. Bıraksalar; köyde okul mu yoktu? Ah, bir bıraksalar; burada geçirirdik kalan ömrümüzü. “Anneanne, horozumuzu unutmuyorsun değil mi?” diye sordum. Ocak başının isi eline, teri yüzüne bulaşmış bir halde koşturuverdi merdivenlerden aşağıya.

Vedaları sevemedim hiç. O zaman da sevmezdim. Kavuşmalar uzun, ayrılıklar kısa sürsün isterdim. Bu nedenle dönüp bakamazdım da hiç ardımda kalanlara. Ruhum gözyaşlarıma karışıp geride kalacak sanırdım. Gidenlerin peşine takılıp ayrılacak gibi gelirdi yüreğim bedenimden. O yüzden hep küçük tuttum “hoşçakal”ları. O nedenle hiç uzatmadım vedaları. Bir an olsun ve gelsin geçsindi işte!..

Sevenlerle bir bir gönülleri koparmadan ayrıldık. Herkese bu yaz için, son defa el salladık. Anneannem, yine koşturuyordu köy meydanına doğru. Elinde bir poşet vardı. Belli ki; yol için bir şeyler daha hazırlamıştı. “Yetmedi mi artık, kim yiyecek bunca şeyi?” dedi annem. “Sen karışma bakayım!” diye payladı onu da. “Bu kuzularımın…”

“Anneanne ya” diye mızmızlandın. “Hani amerikan tıraşlı, beyaz horozu verecektin bize?”
Yüzünü yine her zamanki gibi şefkatle okşayarak “Getirdim ya kuzum” dedi.
Elindeki poşeti uzatıp “İşte burda!.. Pişirmeye fırsatım olmadı, gidince anneniz bir güzel kızartır, afiyetle yersiniz emi?”
O an gözlerin kocaman olmuş, fırtına patlatmaya hazır kara bir buluta dönmüştü. Seni mi sakinleştireyim, acıyan yüreğimi mi bilemedim. Neden ağladığımızı hiç kimse bilmiyordu; sadece sen ve ben… Etraftaki bizsiz kalabalık şaşkınlıkla bakınıp söyleniyordu. Sarıldım sonra sana, sıkıca. “Ağlama artık, kadıncağız ne bilsin...” dedim. Gözyaşların yakamdan içeri kalbime akıyordu.

Başka bir hazan vakti annemizi babamızın yanına uğurlarken, genç heyecanlarımıza en büyük acıyı katmıştık hatırlarsın. Giderken yine mavi mavi bakıp seni bana emanet etmişti. “İyi bak ona” demişti. “O narin küçük bir dal daha, sakın kırılmasına izin verme kızım” olmuştu son sözleri. Ben ki; paramparçaydım. İçimde bir yerler kırık dökük olmuştu. Dışarıdan görünen o deli, o güçlü hallerimi onun gözlerinden alıyordum. Anlamıyordu hiç kimse; kendisi bile. Bilmiyordum hiç, onsuz nasıl yaşanır, o olmadan nasıl ayakta kalınır… Ve onun omzu olmadan nasıl ağlanır.

Sen kara boncuğum, sen öğrettin bana nasıl anne olunacağını. Sana ablalık ederken bildim, hayata karşı nasıl durulacağını. Güçlendim, yıkılmaz bir çınar gibi ayakta kalabildim seninle. Liseye yazdırırken, “Veliniz gelsin kızım.” demişti ya müdür. Zor ikna etmiştik öksüz-yetim oluşumuza. “Yok mu bir akrabanız falan?” diye diretmişti. Vardı da sen istememiştin. “Sadece sen gel yanımda.” demiştin. Nereden bilecekti ki? Bizi birbirimizden başkası hiç bilemedi ki!.. Nasıl bakmışsam o gül yüze; askeriyeye ziyaretine geldiğimde komutanın sevgilin zannetmişti beni. Kahkahalarla gülmüştük o gittikten sonra. “Aman abla, terhis olunca çok yanımda dolanıp da kısmetime mani olma ha!..” demiştin.

Ben sevgilerin en büyüğünü de hayatın ta kendisini de senin kara gözlerinde buldum. Ve ne kadar istesem de onları hiç öp(e)medim. Hem de hiç!.. Ayrılığın gölgesi bile aramıza düşsün istemedim. Annemin gidişinden öpüşlerimi sorumlu tuttum diye çok kızardın bana. Uzatırdın dudaklarıma siyah incilerini, “Korkma ablam, ben seni hiç bırakmayacağım.” derdin. “Gözlerimden öp beni…”

Ne işin var şimdi o buzlu camın ardında? Her şey yakışır da benim kardeşime, bunlar yakışmış mı bir baksana. Bu vücudundaki kordonlar ne? Peki ya kıvır kıvır saçlarını kazıyıp kafanın içine soktukları kablolar? Kolundaki şişeden gencecik bedenine zerk edilen damlalar yeşertecek mi seni? Solgun yüzünde yeniden renk bulacak mı kır çiçekleri? Gülüşünle aydınlanacak mı yine iki kişilik kocaman dünyamız? Söyle, açacak mısın bana o kara gözlerini? Yoksa o arabayı aldığım güne lanet ederek, “Keşke ben… Onun yerine ben…” haykırışlarıyla, karanlıklar içinde yaşamaya mahkûm mu edeceksin beni?

Söz veriyorum annemin emaneti, sana söz veriyorum; buradan el ele çıkalım hele bir, evimize gidelim… Amerikan tıraşlı, beyaz bir horoz alacağız. Her sabah onun vakitsiz ötüşü uyandıracak bizi. Senin çocukların olacak sonra boy boy, kızlı erkekli. Onların da arkadaşı olacak çocukluğumuzun en güzel sesi.

İçim gitse de, yüreğim coşup istese de, sırf ayrılık bizi bulmasın diye; ben hiç güzel gözlerinden öpmedim seni. Ablanı bırakıp gitme kara boncuğum... Haydi tut elimi!..

Not: Bu öykü, her ne kadar bir erkek kardeşe olan sevgiyi anlatıyor olsa da sadece siteye girebilmek için koca gün uğraşıp didinen, hiç doğmamış kız kardeşlerimden biri olan Sevgili Suzem'e yürekten sevgimle, nacizane armağanımdır.