28 Mart 2008 Cuma

İKONCANIN KİM GÜZELİM





Pek bi şekilci olduk biz günlükçüğüm.

Kızlar kendilerini trend bir mekana götürmeyen çocuklarla çıkmıyor artık. Muhallebiciler tarihe karıştı. Starbucks var.. Gloria Jeans var.. gideceksen oralara git. Öyle nostalji olsun diye pastaneye falan gideyim deme sakın. Demode olursun bak baştan söylüyorum. Hele üzerine "çakma" bir şey almaya kalkma, hemen anlayıp kınarlar seni, benden uyarması.

Bir de yavrularda marka takıntısı var ki, sorma gitsin. Bizim zamanımızda da gençler marka giymeyi severdi. Ama şimdi parmak kadar bebeler ayakkabının Adidasını, kot pantolonun Levis'ını istiyor da ben pek bi şaşıyorum.

Anneee...
Heeeeeee....
Bi yere gidelim mi?
Nereye gidelim mi?
Mek Domalds olur Börger Kink olur ne biliiiim işte. Yabancı bi ismi olsun da...

Anneee.....
Heeeeeeee.........
Bana Adi-daz eşofman alsanaaa..
Niyeee? Aadii-daz olunca kuş mu konduruyo?

Anneeeee...
Heeeee çocuuuum heeee...
Arkadaşım dizlik almış ıvır marka çok güzel biz de alalım..
Markasız bi şey alsak da iki katı para vermesek dizin küser di mi bize?

Anneeeeee
Hay annenizin de sizin de... Efendim benim güzel yavrum..
Bana okul çantasını dandiğinden aldınız amaaa... abiminkisi nıyak markalı.
Ooolum sen daha Miniciksin. Hele biraz büyü, sana da alırız... Hem o dandik dediğin çanta kaç yetaale haberin var mı senin?
Siz beni sevmiyonuz.. hep abimi seviyonuz.. ühüüü..
Yavrum bizim zamanımızda böyle bavul şekli çantalar var idi. Okulda çanta, evde ters çevirip üzerinde ders yapılacak bir masa.. heyyyt gidi be. Anne baba ne alırsa beğenirdik. Yok bana Barbülü çanta al, yok efendim Vinikslisinden istiyom.. nerdeeeee... Önürcek adamdan öğğğk getirmek üzereyim ben mesela.
Zaten bana pumaa ayakkabı da almadınız... ühüüüüüü...
Oğlum ben sana burdan puma gibi uçup bi kafa atmak istiyorum ama, sizin şimdi psikolojiniz de ota b.ka bozuluveriyor. Sizin psikolojiniz bozulmasın diye genç yaşta psikopat olucam yeminle. Ulen ne sağlam bi nesilmişiz biz. Yerdik misler gibi azarımızı da, dayağımızı da... Bak hiç bi halt olmadı psikolojimize. Domuz gibiyiz çok şükür.

Bir de Nişantaşı modası diye bi şey var. Yeni yeni öğreniyorum. Şimdi bunların stayıl ikonları var ya -ki Viktorya ve o rüküşlük abidesi Britnii bunların başını çekiyor- bu arkadaşlar herhangi bir şey giydiler diyelim, güzel, kötü, rüküş, hatta iğrenç hiç farketmez, iki güne kadar aynısından ya da en kötü ihtimal muadili bi şey almazsan Nişantaşı caddelerine çıkma. Diyelim b.k rengi bi ruj sürdü bu hatunlar. Hemen aynı renkten sürülüp salınılacak ertesi gün. Tiksinç görünüyormuş, yakışmıyormuş ne gam.

Hayır klonlanmış kız sürüsü gibi dolaşmanın ne alemi var. Saçlar aynı kesim, aynı renk, kaşlar incecik yoldurulmuş Gündeş modeli. Giyimler ufak nüanslarla hemen hemen birbirinin kopyası.. makyajları bile aynı... Bir stilin bir tarzın olsun değil mi? Senin bir farkın olsun. Sen sen ol. Niye başkası olmaya özeniyorsun? Dans grubu gibi ortalıkta bir örnek gezinmenin anlamı ne?

Sadece kızlar değil ki... erkek çocuklar da öyle. Üzerinden düşecek gibi bir kot.. ama marka olacak. Üstlerin sade yazıları ve renkleri farklı. Saçlar dineltilecek ve bolca jöle, köpük artık Allah ne verdiyse... inek yalamış gibi.
Tabii ki temiz olacaksın. Bakımlı olacaksın. Güzel giyineceksin. Ama herkesin aynı şeyleri giymekten hoşlanması, aynı yerlere gidip, aynı şeyleri yiyip içmeyi sevmesi biraz tuhaf geliyor bana. Yani insanlar farklı mizaçta yaratılmışlardır değil mi? Birbirinden ayırt edilmeleri gerekmez mi?

Ben bu işleri pek de anlayamıyorum ne yalan söyleyeyim şimdi. Benim anlayışım mı kıt ki acep?

En Önemli Not: Pek sevgili Deniz kişisi, artık mekana geri dönme vakti gelmedi mi? Bak millet ne hallere düşmüş, görmüyon mu? Şu resimlere bakıp hiç mi vicdanın sızlamıyor? Tamam, şekilci olmayalım dedik de, bunlar da çok şekilsiz geldi bana. Sen ne dersin? Eğer bir vakit daha o dükkanı kilitli göreyim, gelip kıracam kapıyı bacayı haberin olsun.

Tüm Deniz'i çok özleyenler adına söylüyorum işte... Yuvana dön Denizim. Sensiz buraların eski tadı kalmadı.

26 Mart 2008 Çarşamba

HAZIRLIK


Mutfak camının buğusu mu görünmez yapmıştı sokağı böyle? Birkaç gündür diline doladığı şarkıyı söylemeye devam ederek parmak uçlarıyla bir pencere açtı pencerenin içinden. Karanlıktı dışarısı. Uzaklarda yanan sokak lambasının yetersiz ışığında birkaç karaltıydı gördüğü sadece.

On sekizinde olsaydı. Ya da yirmi beş belki . Lakin çok geçti artık hayaller kurmak için yeniden. Geç bir vakitti gönül koymak için bir şeylere. Ya da daha çok erkendi yetişmek için bir yerlere.

Oysa ne çok şey geçmişti yüreğinin dehlizlerinden. Ne çok hayal kurmuştu onu ayakta tutan.

Bir bütünün parçası olma isteği. Kuvvetli egoyu tatmin için kendini geleceğe taşıma güdüsü. Belki de sadece bir iz bırakabilme çabası.

Akşam yemeği için son hazırlıklar da bitmişti nihayet. Haralanın gürelenin orta yerinde bir yerlerdeydi şimdi. Ocağın üzerinde kaynamakta olan çorbadan bir kaşık alıp dilinin yanma ihtimalini nefesinin gücüyle yok etti. Sonra usul usul dudaklarına götürdü soğuk metalin içinde sağa sola yalpalayan sıvıyı.

Tuzu azdı biraz sanki. Bir tutam daha attı.

Neydi tutam? Yeterince... Ne eksik, ne de fazla… Tam kıvamında.

Sonra tencereyi alıp çocuk cıvıltılarıyla şenlenen yemek masasına götürdü.

Geleceği gördü o umutla gülümseyen, neşeli çocuk gözlerinde. Ve neşeyle umutlanan gözlerinin aksini gördü geleceğin bir köşesinde.

İsteği bu muydu? O bunu mu seçmişti? Sevgiyle paylaşılan bir tas çorbayı mı? Bir tas çorbanın buğusunda ısınan canları mı? O canlarda ışıldayan sıcacık yüzlere bakmayı mı?

Yaşanılmakta olan seçilmiş olandı belki de.

Tüm hayallerinin gerçek olduğunu hissetti o an.

Hazırlayan olmayı o tercih etmişti. Hazırlamak umudu, sevgiyi, geleceği, yaşamı… Belki de sadece sofrayı.

O bunu seçmişti evet… Çorbaya katılan bir tutam tuz olmayı değil, o çorbaya tuz atan el olmayı.

21 Mart 2008 Cuma

MİMLENDİNİZ




Mim deyince hep Biyomun mim yazısı gelirdi aklıma.. suçüstü yapılmış, polis otosuna bindirilmiş bir hatunu yüzünü kapatırken hayal eder çok gülerdim. Ama ben de mimlenmişim işte. Okuyan herkesin mimlendiği bir konu bu. Şu dakika itibarıyla sen de mimlenmiş oldun ey okuyan!!! Kafa bulma yazanla... Gülmeeee…

Bakmayın benim cıvık bir başlangıç yaptığıma, mevzu önemli. Bendenizimin sayfasında okuyup buraya taşıdığım bir konu.

Öncelikle bu mimin üç kuralı var:

Birincisi çocukken dinlediğiniz bir şarkı ve şu anda hissettirdikleri ile ilgili.
Mimimizin ikinci şartı “çocuk istismarı”nı bir şekilde dile getirmek.
Üçüncü şart ise yandaki banner. Onun hissettirdikleri, göğsüme saplanmış bir bıçak kadar ince, sert ve keskin bir acı.

Çocukken dinleyip söylediğim ve en fazla etkilendiğim şarkının sözlerini yazayım iyisi mi. Nereden bulunup yüklenir bilemedim şimdi. Aha da aşağıda.. Buyrun birlikte söyleyelim…

Dahaa biir ballanır uykuuu
Çocuklaar kaardeş ooldu mu
Barışır aartık kurt kuzuu
Çocuklaar kaardeş ooldu mu

Düüüşleeer denizine dooğru
Mutluluuk biir yeelken açaar
Her yüreek bir altın pınaar
Çocuklaar kaardeş ooldu muu

Detone olmadan, hakkını vererek söylediniz umarım. Sonra alimallah popsıkar cürisi rezil eder adamı. Aldanmayın çocuk şarkısı olduğuna siz, oldukça zordur söylemesi. Tizlerine çıkmak için benimki gibi bir soprano (!) sese ihtiyaç vardır. Ne dalga geçiyonuz a dostlar? Siz benim Oooooğuuuuuuzzzz… şeklindeki aryamı hiç dinlemediniz tabii.

Bu şarkıyı hala söylerim ben. Mutfakta, banyoda, bazen bilgisayar başında çalışırken bile... Çok severim çok. Hissettirdiklerine gelince, çocukluğumdan bana gülümseyen her tatlı anı gibi, buruk bir mutluluk, eksikli bir coşku, neşeli bir hıçkırık elbette.

Şanslı bir çocuk olmanın, her türlü itliği çekinmeden yaşayabilmenin, derin huzuruyla yüreğimin bir köşesinde özenle sakladığım çocukluğum, ara sıra, bazı bazı, genellikle, sık sık göz kırpar bana. Kudurtur yeniden içimdeki afacanı.

Lakin benim kadar şanslı olmayan çocuklar var. Bizim kadar, bizim çocuklarımız kadar çocuk olamayan minicik yavrucaklar. Onlar da anne kuzuları. İşte bu çocukların bana hissettirdiklerini anlatmaya kelimelerim, cümlelerim yetmiyor. Hayat hiç adil değil maalesef.

Çocuk istismarı, çok da ortalarda olmasa, çoğu zaman dört duvar arasındaki sessiz çığlık olarak kalsa bile, o yavrucakların minicik bedenleriyle birlikte, masum ve tertemiz ruhlarını da hırpalayan bir durum.

Dayak yiyen, cinsel tacize uğrayan, hatta bazı davarlar, şeref yoksunları doluşmasın diye içeriğini yazmadığım bir takım filmlerde oynatılan, dilendirilen, ağır işlerde çalıştırılan, okul çağında, oyun çağında hayatın her türlü pisliğine bulaştırılan, ilgisiz ve sevgisiz büyüyen kocaman gözlü, ışık saçlı çocuklarımız için neler yapılabilirin sancısı sarmalı şimdi bizi.

Sevgili Sardunya da sayfasında çok güzel bir panoyla işlemiş "Çocuk İstismarı"nı.

Bu konuda yapılabileceklerin sınırlı olduğunu, onları ancak farkındalığımızın kurtarabileceğini anlatabilmek amacıyla başlatılan projeye, bizim gibi en azından bir şekilde sesini duyurabilen insanların katılması çok önemli.

Ne kadar destek o kadar başarı.

Haydi arkadaşlar… Pamuk eller klavyeye!!!



Not: Aymenim Kaplanımın ve Muhabbet Çiçeğimin sobeleri sıradadır. En kısa zamanda çalışmalar tamamlanıp yayınlanacaktır efenim.

19 Mart 2008 Çarşamba

SOR Kİ ÖĞRENESİN


Kutlanması zorunlu kılınan, dayatılan günler saçmalığına hayatı boyunca pirim vermese de bir kadın, bu kadar tantana koparılan, ve dahi en sümsük heriflerin bile en azından bir küçük jestle sevdiğini mutlu ettiği bir günde, hiç değilse kuru bir sözle bile olsa sevindirilmeyi hak etmemekte midir? Bu erkek milletinin kütlüğü genlerinden mi gelmektedir? Bunlar yaratılırken topraktan ziyade odundan mı yaratılmışlardır? Bu odun mamüllerinin küçük iken pek sevimli olup, zaman ilerleyip de ihtiyarlık vuku bulmaya başladıkça daha bir sertleşip, tam kütük kıvamını bulması karakteristik özelliklerinden mi kaynaklanmaktadır? Erkek kısmının minikleri, sevgi pıtırcığı, aşk böcüğü, kıvamında bir sırnaşıklıkla, sürekli olarak “seni çok seviyorum, beni seviyor musun, canım benim, cicim benim” şeklinde ortada dolanırken, büyük olanlarının “ben geldim, kumanda nerde, iyi geceler” cümlelerini bir akşamlık sohbet için yeterli görmeleri de bu zamanla kütükleşme sürecinin doğru işlediğini mi gösterir?


Minik oğlusuyla birlikte salonun ortasında bale (!) yaparken bacağına kramp giren anne kişisinin böğürtüleri üzerine koşar adım gelen, sporcu kimliğiyle tanıdığımız Liseli kişisi, kendisine kramp tedavisi uygulamak suretiyle acılarını dindirmiştir. Lakin bu yardım sever şahsiyet, bu işi sessizce yapmak yerine, “bu yaşta böyle abuk şeyler yapmasana anne ya, sakat edicen kendini” şeklindeki şekilsiz yorumuyla annesini ve “ulen tombul balerin, önce göbeeni erit ondan sonra bale yap” biçimindeki biçimsiz yorumuyla da kardeşini feci şekilde rencide etmiştir. Kendisini şiddetle kınıyoruz. Kuğu Gölü’nde baş balerin olmak gibi bir niyeti olmayan, sadece kendini eğlendirmeye çalışan bu insancıklara, son derece kırıcı sözler söyleyen genç arkadaşımız, terbiyeden nasibini almamış mıdır? Annesiyle derhal görüşülmeli ve iki yumurtayla yavrusunu terbiye etmesi önerilmeli midir?

Uzun zamandır okuyamamaktan şikayetçi olan anne kişisi, meşhur “iki kitaba birden başla, ikisini de yarım bırak” seanslarından birine daha başlamış ve eline aldığı ilk kitabı tam on üç kez okuma girişiminde bulunmuş, ancak birkaç sayfadan sonra vazgeçmiştir. Hayır kendisinin neyinedir Kafka’yı okumak, ya da ağır bir roman bitirmek. Bi dünya olmuş kafasıyla nasıl anlasındır okuduğunu? Bu kendini bilmez kadın okusun mudur işte Bremen Mızıkacıları’nı, Kırmızı Başlıklı Kız’ı doksan dokuzuncu defa? Onu ancak Ayşegül serisi mi paklayabilecektir yoksa?

Her akşam, üzerinde çalışılmakta olan beş yüz parçalık su altı pazıl setinin, yüz parçaya yakınını birleştirip, sonra tekrar bozarak kutusuna yerleştirmek çok can sıkıcı olmaktadır. O minicik balıkların kafasını, kuyruğuyla bir araya getirmek için ne kadar uğraşılmıştır bi fikri olan var mıdır? Bu durumda en kısa sürede bir pazıl halısı mı alınmalıdır? Yoksa “öğlene kadar yap kızım, öğleden sonra sök kızım” ya da “deli posteki sayar, döner döner yine sayar” durumundan kurtulup bu pazılı tamamlamak mümkün olmayacak mıdır?

Küçük yavrusunun, “anneyi çıldırtma etkinlikleri” kapsamında yapmış olduğu, “koltukların tepesine çıkıp yere koyduğu battaniyenin üzerine atlama ve bunu annenin gözünün içine baka baka sürekli tekrarlama faaliyetleri” esnasında, annenin tam bir melaike kıvamında, inanılmayası bir sabır çerçevesinde, son derece sevecen bir ses tonuyla, sadece ve sadece “yavrucuğum, niye yapıyorsun bunu,” deyip, “anneee havuza atlama çalışması yapıyom” cevabını aldıktan sonra boş boş yavruya bakmaya devam etmesi, hatunun ermekte olduğunu mu gösterir, yoksa anne kişisi, artık k.çını yırtmanın anlamsızlığını kavramış mıdır, ya da hayatın gerçeklerine uyanmış mıdır, hani bu bir kabulleniş midir, son seçenek olarak da kafayı kırmak üzere olduğundan, üzerine böyle bir salaklık hali mi çökmüştür?

Dört kişiden oluşan bildiğimiz çekirdekten bir ailenin her bir ferdinin aynı anda ç.işinin gelmesi olası mıdır? Dakikalarca hepsi farklı uğraşlarda iken, evin annesinin tuvalete girmesi üzerine, hela kapısının önünde, -bilen bilir- tüp kuyruğundan beter bir kuyruk oluşmasının, psikolojik, sosyal ve ya herhangi bir bilimsel açıklaması var mıdır? Yoksa bu, erkek ırkının yüzyıllardır yürüttüğü “kadın milletine helada bile rahat yüzü göstermeyelim” kampanyasının bir parçası olarak, bilinçli yapılan bir eylem şekli midir?

Kendisine doğum günüsünde, çok istediği için, abisinin olup onun olmadığı için, yepisyeni bir çantası olduğu halde sırf ona kıyılamadığı için yeni bir “nıyak” marka çanta alınmasını, “teşekkür ederim anneciğim, çok naziksin anneciğim, sen dünyanın en iyi annesisin anneciğim, seni çok seviyorum anneciğim” sözleri yerine “yaaa anne ya, benim çantam vardı, niye bana bunu aldın, geri versene bunuuu” nidalarıyla karşılayan bir yavrunun bu tutumu, hiçbir şeyden mutlu olamayan yeni neslin bir serzenişi midir, beğeninin görecesi midir, yoksa ebesinin örekesi midir?

He Günlük sen ne dersin?

17 Mart 2008 Pazartesi

SÜRGÜN


Sen çiçekleri mis kokulu yağmur tarlasında sırılsıklam..

Sen en masum ve en ateşli gülüşünü kuşanmışken baharın..

Ben dağına, taşına, kurduna, çakalına hasret kaldım sılanın.

Ben bir kuytuda hepten tarumar.. ben sonsuz matemin acısıyla talan..

Ben artık gözlerinden kan süzülen bir enkaz..

Sen ufkumda bir çizgi, gönlümde bir sızısın kalan.

Sen solgun bir anısın şimdi, belki yırtık bir fotoğraf..

Sen çocukluğumun elimi bıraktığı o kaldırım taşından da uzak..

Ben bu şehrin karanlığında düşler kurmaya çalıştım yarım yamalak.

Hırçın dalgalar bir yara daha eklerken yaralarıma..

Seni anlattım, beni anlattım göğün sonsuzluğuna.

Acıdı bulutun bağrı, sağanak oldu, akıttı zehrini yüreğime bu gün..

Gözlerim yüreğine vurgun, yüreğim gözlerine sürgün..

12 Mart 2008 Çarşamba

ŞİİRSEL BİR ANLATI


Sevgili Günlük,

Dün, vücudumun tüm hücrelerine stres yüklediğim, yorgunluktan tırnak uçlarımın bile sızladığı, beynimin sol yarısının uyuştuğunu hissettiğim, sıradan ve güzel bir gündü. Bazı kişilik(siz)lere sinir olduğum, kimi şahsiyet(siz)lerin haddini bildirmek istediğim öyle mutlu mesut bir gün işte.

Akşam iş çıkışı rutin Anneye uğrayıp, yavruları toparlama ve “haydi çocuum, haydi ooluum, yahu üzerinizi giyin, çantalarınızı toparlayın, itişmesenize yavrum, koca danam, kardeşine yardımcı olsana” şeklinde sinir harbi yaşadığım, kan ter içinde kaldığım harika ötesi bir akşamla da tamamladım günü.

Evim güzel evime geldiğimde baş ağrım tavan yapmış, artık bitsin bu muhteşem, tarihi gün diye dua ediyordum ki, sevgili yavrum, mini mini oğlum yanıma geldi.

“Zihinden çıkartma işlemi yapalım mı anne?”

Yapalım peki oğlum. Zihnimden çıkarmak istediğim o kadar çok şey var ki, belki de faydası olur bu işlemlerin.

Ben kendimi toparlayıp, yavrucağa çalışma ortamı hazırlamak için debelenirken, (Liselimi rahatsız etmeyelim dedik. Malum delikanlı.) benim hipermanyak sıpam çoktan işlemleri bitirmiş, sonuçlarını yazmıştı bile.

“E oğlum hani beraber yapacaktık ya?

“Oooo anne sen hazırlanana kadaaar..”

“Miniiii, hadi oğlum şu şiiri bir kerecik okusana. Biraz deşarj olsun annen.”

“Anne ya.. iyi ki bi güzel “vurgu” yaptık he. Sen de iki de bir okutuyosun.”

Ulen sıpaya bak. Hemen de nasıl şımardı. Oysa ben babasına anlatıyordum, vurguları güzel, çok sakin ve güzel şiir okuyor diye. Üstelik de ezberlemene yardımcı olduk o kadar, nankör evlat.

Bizimki şiiri okurken, ben de canlandırdım. Sanata bizim de bir katkımız olsun değil mi?

Şiir şöyle:

Tam otların sarardığı zamanlar.
(Anne halının üzerinde ot toplar, yorulur, terini siler.)

Yere yüzükoyun uzanıyorum.
(Zavallı anne kendini yüzüstü bırakır yere. Bu arada kafayı sehpaya vurur ama olsundur. Sanat içindir her şey.)

Toprakta bir telaş, bir telaş.
(Anne bu sefer telaşlı telaşlı, hatta salak salak dolanmaya başlar evin içinde.)

Karıncalar öteden beri dostum.
(Anne güya eline bir karınca alıp kafasını okşamaya başlar ve yavrusunun suratına ebleh bir şekilde bakar. Bu esnada yavru kikirdemeye başlar.)

Ellerime hanım böcekleri konuyor.
(İşte orada dur bakalım küçük bey! Karınca tamam da böcük konusu beni aşar. Ne kadar hanım olurlarsa olsunlar ellerime börtü böcük konduramam şimdi. Iyyyy.. neyse ellerimin üzerinden silkeliyorum ne kadar haşarat varsa. Bu sefer bizimki iyice fingirdemeye başlıyor.)

Ne güzel şey onlar.
(Bu sefer pek bir gülerek söylüyor mısrayı bizim sıpa. Anne zoraki bir gülümsemeyle, hayali de olsa, hanım da olsa, bir böcüğe aman da pek şekermiş diye yaklaşmanın müthiş sancısıyla, yine de sanat aşkıyla oynuyor rolünü.)

Uç böcek, uç böcek diyorum.
(Artık iyice işin cılkını çıkarmış olan Mini şahsiyeti, anneye gıcık vermektedir. Anne, bütün iyi niyeti ve sevecenliğiyle kanat çırparak uçma hareketi yapmaktadır. Bir sağa, bir sola süzülmektedir. )

Uçuyorlar.
(Oh çok şükür. Bu böcekler hiç gitmeyecekler sandıydım ben de. Kurtulduk haşaratlardan. Öğretmenle konuşayım da bir daha börtülü böcüklü şiir ezberletmesin yavrucaklara. Hayır sanat diye diye maymun olduk burada.)

Daha devamı var şiirin ama, şimdilik bu kadar yeter. Böcükler perişan etti beni.

Aklıma müthiş bir fikir geliyor birden. Bu güzel günü beynimden silmek, hatta mümkünse yaşanmamış farz etmek için ne yol varsa denemeliyim. “Madem dersin bitti, gel sana sakızdan kocaman balon yapmasını öğreteyim” dedim. Severek kabul etti.

Sonra biz ağzımıza kocaman birer sakız aldık. Naneli. Başladım anlatmaya. “Bak şimdi, önce iyice çiğneyip yumuşatıyorsun. Sonra ağzının tam orta yerine, alt ve üst dişlerinin ortasına yerleştiriyorsun. Hıh bak işte böyle. Şimdi yavaş yavaş dilini sakızın içinden geçiiiir… aferin sanaaa. Şimdi de üf üf üf üf şeklinde ağır ağır şişir bakalım. Aha benim gibi.”

Kimi benim şişirdiğim kocaman balonu patlatıp suratıma yapıştırıyor. Kimi de kendi yaptığı minicik balonla gururlanıyordu Minişim. Bir iki kez ağzından fırlayıp uçtu ama olsun. Çok eğlendik.

Sonra babamız geldi. Bizi öyle karşılıklı balon yaparken görünce sordu haliyle:

“Hayatım ne yapıyorsunuz böyle?”
“Sakız şişiriyoruuuz.”

Niye şaşırdı ki bu adam? Anlayamadım ben şimdi.



Dipte Bir Not: Bu iş yoğunluğu bir kaç gün daha sürecek gibi görünüyor. Bütün enercimi yemese bari..