29 Mayıs 2008 Perşembe

DİYETİM GELDİ NİYETİM GELMEDİ


Bu günlerde blog aleminde bir diyettir almış başını gidiyor. Malum yaz geldi-gelecek. Millet bikinileri çekip havuz başında, plajda salınacak. Kışın alınan kiloların acilen verilmesi gerekecek. Biz de kışın boş durmadık elbette. Vicudumuzdaki bazı bölgeleri bolca yağlandırdık çok şükür. Lakin rejim bana ters. Hayatım boyunca hiç yap (a) madım da zaten.

Öyle bir dilim ekmek, yanına yağsız tuzsuz peynir, hıyar, domatesle öğün geçirebilirim belki, ama ya tatlı işi nasıl olacak? Tatlı yemeden nasıl mutlu edilir bünye bilemiyorum. Sabah kalkar kalkmaz, hatta sabah olmasını da beklemeden gece bir vakit uyanıp dolabın başında tatlı aşıran bir hatunun diyetle ne işi olur sorarım size?

Tatlı konusunda aşmış, şaşırmış ve de etraftaki insanceyizleri epeyce şaşırtmış bir şahsiyet olarak, bu konudaki kapasitemin ne kadar yüksek olduğunu anlatabilmem ve de anlayabilmeniz zor olabilir kanaatimce.

Yine de şöyle açıklamaya çalışayım: Efenim bir seferinde azıcık hamileyim. Cancağızım muzlu pasta istemekte. Hayır hayır… Muzlu pastanın gebelikle hiç alakası yok. Benim öyle durup dururken tatlı krizlerine girmişliğim, sonrasında şeker komasına sokacak kadar tatlı yemişliğim çoktur. Yani bu, tamamen aş erme olaylarından bağımsız bir istek.

Ne diyorduk? Heh işte ben aldım pastayı önüme kutusuyla. Bir de çatal, bıçak elbette. Kibar hatunumdur bilen bilir. Bir yandan da film seyrediyorum.

Sanırım filmin ilk yarısının sonlarına doğru bir yerleriydi. Gözlerimi ekrandan ayırmadan, elimde tuttuğum bıçağı rast gele kutuya doğru sallamaya devam etmekteydim. Lakin bir türlü her hangi bir kek, krema, muz parçasıyla buluşturmayı başaramamıştım kendisini. Oysa epey bir süredir kutuya her daldırdığımda mutlaka bir şeyler gelmekteydi bıçağın sırtına.

Heyhat! Kutunun içine bakmaya karar verdiğimde artık çok geç idi. Kutu ve ben bir süre öyle boş boş(!) bakıştıktan sonra, kulaklara zarar bir çığlık salıverdim ortalığa. Bretim Pitim nedense (!) hiç şaşırmadan “yine ne oldu acaba, bu çatlak kadının derdi ne ola ki” bakışını attı. Ki bu kendisinin 393 No’lu bakışı olmaktadır.

“Kocaaaa ben bu pastayı bitirmişim yaaaa… Bir bütün pasta yemişim, oooha yaaaa… Ya niye durdurmuyosun ki beni? Şişmanlıyayım, inek gibi olayım istiyorsun dimi? Ya insan bi söyler, bırak, yeter, yeme der ya… Ben böyle şişince, sen de kızlarla fink at, fındık, ceviz kır dimi? Hele bi yap, dar etmez miyim ben sana bu dünyayıııı… ühüüü ühüüü..” (Tamam kabul, bu sondaki “ühüüü” lerin hamileliğimle ilişkisi olabilir. Onun haricindekiler ise tamamen manyak kişiliğimin dışa vurumsal yansıldamalarıdır.)

Bretim Pitim 425 No’lu “şimdi ben sana yeme deseydim, sen benim yediğimi mi sayıyorsun, benim şişman ve çirkin olduğumu mu ima ediyorsun diye burnumdan getirmiycektin yani diiy mi” bakışını atıp kafasını iki yana salladıktan sonra “cık ve cık” deyip filmi seyretmeye devam etmiş, ben de gidip bir bardak su içmiş kendime gelmiş idim o gece.

Bu minicik obezite başlangıcı vakasını öğrendikten sonra, rejim meselesine geri dönelim yine. Hafiften tombul bir çocukluk ve ergenlik geçirdim ben. Ki, ergenlik döneminin bütün enayiliğine rağmen, tek bir sivilce dökmemiş olmamın, ufacık, tefecikliğimin ve çekik gözlerimin de etkisiyle bu tombulluk, sevimli kişiliğime daha da sempati katmış, görüldüğü üzere psikolojim gayet de sağlam bir şekilde bu dönemi atlatmış idim!!!

Ta ki, kafam kadar sivilceleri her an patlayacakmış ve suratıma fışkıracakmış gibi görünen, koca burnuyla düz orantılı büyümüş koca göbeğiyle tam bir facia olan iri Çengelköy hıyarı, “ay çok mu kilo aldın sen son günlerde, yoksa bana mı öyle geldi aceba” şeklinde kendisinden beklenecek bir hırtlık yapıncaya kadar.

Sen kalk, anomali bir bünyeye böyle bir laf et! E ne de olsa erkek ırkının müstesna temsilcilerinden biri kendisi. Kütlüğü, odunluğu atalarından miras.

Bunun üzerine hemen gazetelerin magazin ilavelerinden, gençlik dergilerinden ve araştırma yapılabilecek bilcümle matbudan diyet listeleri aranılmaya başlanır elbette. O zamanlar şimdiki gibi internet yok ki, aratasın gugıl amcaya sihirli bir diyet, hemen üç beş kilo verdirsin. Zaten benim fazlalık(!) da o kadar.

Bulunur birkaç reçete en afilisinden sonunda.

Lakin bir kere en az dokuz öğün yemen gerekmektedir. Diyet listelerinin olmazsa olmazıdır ya ‘ha bire yemek’. Ulen yemek hazırlayıp yemekten iflahı kesilir insanın be! Başka hiçbir şey yapamaz olur sonunda. Bir de dakka başı yemek mi yenir allasen? Daha kahvaltıyı yeni etmişiz, hemen kuşluk vakti bir öğün sokuşturmuşlar. Neremize yiyecez bu kadar şeyi bee?

Üstelik listedeki bi sürü şeyi ahan da duymuşum. Nereden bulunur da alınır ne bileyim ben. O zamanlar yurdum insanının kültürü bu kadar üst seviyelerde değil tabii. Tele marketing denen şeyden de bihaber bizim nesil henüz.

Kendi kendime, bizzat ben şahsım adına patentli bir liste yaptım sonunda. Ne uğraşacam elin ne idüğü belirsiz, abuk listeleriyle. Sonra da bunu kendi kendim üzerinde uyguladım utanıp sıkılmadan.

Benim diyette sadece biber, domates ve hıyar üçlüsü vardı. Mevsimlerden yaz olduğundan, en bulunabilir olanlarını seçtim. O zamanlar hormon, sera neyin yok tabii, domatesin yüzünü yazdan yaza görebiliyorsun ancak. He tatlı olarak da sadece çilek yiyordum. Ekmek yasak… Yemeklere yaklaşmıyordum bile. Tatlı-matlı hak getire…

Bir süre böylece devam ettikten sonra bendeki değişiklikler aile bireylerinin de dikkatini celbetmeye başlamıştı bile. Annem “kızım yemek yesene” şeklinde beni sıkıştırıyor, babam “bu kızın gözlerinin altı morarmış, eziyet mi ediyon kıza yoksa” şeklinde annemi sıkıştırıyordu. “Bak annemlere söylerseniz gebertirim he” diye çocukları sıkıştırıyordum ben de.

O neşeli, cıvıldak, zıpır, hipermanyak kız gitmiş, mıymıntı, mızmız, yerinden kalkmaya mecali olmayan bir şapşal gelmişti. Açtım uleyn açtım. Domatesle, hıyarla adam mı doyardı be. Ve bütün bunlar o şişko, dangalak oğlanın yüzündendi.

Artık çok halsiz düştüğüm, ayakta duracak halim kalmadığı bir gün bende şimşekler çaktı. Ulen manyak mısın kızım sen, dedim kendime. Rejim-mejim senin neyine. Sen olduğun gibi güzelsin. Hem güzel olmasan da ne? Senin kaygıların başka. Manken mi olacan başıma? Sen kadını şekliyle şemaliyle değerlendiren zihniyete toptan karşı değil misin zaten? Ulen daha on yedi, on yedi, on yedisin. Dünyayı kurtarıcan sen be. Barışı getirecen en sevgi dolusundan. Açlığı, savaşları, nefreti bitirecen. Silecen dünya üzerinden tüm kötülükleri. Aç karnına nasıl yapacan bunları hem? Tok karnına bile imkansızken bazı şeyler... Bırak artık bu rejim işlerini…

Hem o dümbelek kendisine baksındı. Onun gibi bir hıyarın beğenip beğenmemesi kimin umurundaydı. Simon Le Bon beğensin yeterdi.

Neyse işte… Kendimle yaptığım bu görüşmeden sonra bunun ilk ve de son diyet girişimim olmasına karar verdik birlikte. Çok da dozunu kaçırmadan, istediğimizi yedik o gün bu gün. Hani tatlı konusunda kantarın topuzunu kaçırdığımız olmuyor mu zaman zaman yine? Evet oluyor. Çünkü kendimle yaptığım bir diğer görüşmede karar verdik ki; mutlu olmamız için tatlı yememiz olmazsa olmaz şarttır. Lakin onu da yemeği az yiyerek dengeliyoruz. Kışın aldığımız birkaç kiloyu da yazın biraz sporla geldiği yere geri gönderiyoruz. Hoop işte oldu da bitti.

Demem odur ki, yani uzun kelamın hülasası; diyet işi zordur. Bana göre hiiiç değildir. Yapanlara kolaylıklar diler, saygı duyarım, çok takdir ederim ve sevgiyle selamlarım.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

HARBİDEN GERÇEKALTI DİYALOGLAR


Hayatım barok bejine ne dersin?
I-ıh… Çok koyu…
Bak bu da İstanbul beji???
Yok ya… Bu da çok açık…
Bak bu güzelmiş he?
Krem mi yapıcaz yani? Yok beğenmedim. Yeşil istiyorum ben.
Ama canım, yeşil renk, koltuklarımıza uymaz ki.
Allaaa allaaa ya… Doğa yakıştırmış, iç içe koymuş yeşille kahveyi, bize mi kaldı ‘bunlar birbirine uymuyo’ demek?
Bu konuda polemiğe girmiycem hatun seninle. Heh bak bu iyi gibi…
Bu ne ya??? Zaten koltukları da yeşil istiyodum ben.
Canımın içi, zaten attığımız koltuklar da yeşil diil miydi?
Olsuuun…
Zırrrrr… zırrrr…. Aloooo!!!
Apla, kıız… Bak kum beji alın. Çok güzel duruyo. Hem koltuklara da uyar. (Yakacam len bu koltukları. Ömrümü yedi be!)
Bak bak bu renge de hayır demezsin herhalde. Çok güzelmiş ya…
Hııı güzel, güzel…
Tamam, anlaşıldı, usta sen bize yeşil ver… Fosforlu olmayanından.
Hehehehe…

Ya onu atma bari ya… Ben kullanıyodum.
Aman ne kullanıyodun? Bin senedir kitaplığın arkasında durup duruyo.
Kızım, o gömlekler daha yepyeni, niye atıyosun ki?
Çünkü boşu boşuna gardrobumu işgal ediyolar. Alıyon alıyon asıyon. Başka numarası yok bunların. İsraf israf…
Bari şu mavi kalsaydı be!
Kalmasın koca, kalmasın. Kalan 29 mavi gömleğini de atarım. Bozma benim kafamı!
Tamam tamam. Beyazlara dokunma ama! (Ben onlara çoktan dokundum koca, sen üzme canını)
Yok canım! Dokunur muyum hiç? Hayatım bu yer minderlerini n’apiyim sence? Atiim dimi?
At hatun, at! Nasılsa kafana koymuşsun.
Bu dolap da hiç işimize yaramıyor zaten. Boşa yer işgali…
Tamam, onu da at o zaman.
Aaaaa! Bak bunlar da çeyizimden; dantelalar, işlemeler, örtüler, mörtüler… Vay be! Ne kadar zaman geçmiş dimi? Ömür geçmiş be. Daha dün gibi bunları ütüleyip ütüleyip yerleştirmiştik. Sana diyorum, koca kişisi!
At hayatım at… Bak büyük çöp poşeti masanın üstünde.
Höööö!!!

Goçtaşşşa mı gidiyoruz şimdi?
Hııı…
Şişli’dekine dimi?
Hııı…
---------
Peki bu kocaman sopa gibi şeyleri nasıl getirecez eve? Arabaya, marabaya sığar mı ki?
Sığar sığar…
(Goçtaşşş ahalisinden bir hatun kişisi) Biz Bodrum’dağki yazluğmuz için alıyoz. Bunların arkasına güneşlik takılabiliyü diymi?
'Hıııı' desene koca, sana soruyo. Şimdi ben cevap verirsem, arkasına ne takılabiliyü konusu muallakta kalabülü.
---------
Aaaa bak bu ıncık cıncık bölümleri çok güzelmiş dimi?
Hııı…
Şurdan tablo falan mı alsak?
Alalım da önce şu acilleri halledelim.
Ay bak bunlar da güzelmiş dimi?
Hıııı…
Bak hayatım, senin evli olman benim için hiç önemli değil, biz birbirimizi sevdikten sonra her şeyin üstesinden geliriz. Karın ve çocukların umurumda bile değil. Sen de benim yaptığım gibi bırakıverirsin olur biter. Böyle üzgün ve sessiz olmana hiç gerek yok. Haydi şimdi evimiz için alış veriş yapalım!
(Goçtaşşş’ta bulunanlar ve hitabın sahibi! Koro halinde, haydin hep beraber söylüyoruz tamam mı?)
Hıııı???

Netice: Temiz ve yeşil bir ev, mutlu aile bireyleri, yorgunluktan bitap düşmüş, ayrıca da grip olmuş bir hatun.

Muhtemelen koca kişisinin ‘ah’ları tuttu.

23 Mayıs 2008 Cuma

YANIK


Uzak bir sahilde, bir kadın yaşarmış.

Gözlerinin bebeğinde hüznün karasını taşırmış.

Kadın her sabah gün doğumunda, güneşi kucaklarmış.

Balıkçılar ‘vira bismillah’ derken kadını görür, şaşarmış.

Kadın hiç aksatmadan, o sahilde yeni günü karşılarmış.

Kadın, balıkçıları görür, ağlarmış.

Gözyaşlarını suya, hıçkırıklarını martı çığlıklarına katarmış.

Bir avuç kahırmış onunki, bir avuç mutluluk ararken bulmuş… Bırakmamış.

Kadın her sabah, avuçlarındaki yangını söndürmek için güneşi tutarmış.

Uzakta bir sahil, sahilde bir kadın, kadının yüreğinde bir yara…

Kanar babam kanarmış.

Kadın avuçlarmış yüreğini her sabah, denize salarmış.

Kadının bedeni sahilde, yüreği denizde kalmış.

Kadın acıya eş, kalbinde bir ateş, ellerinde güneş…

Yanarmış da yanarmış.


Yıllar evvel Nazım’ın Benerci’sine ağlarken, “bir gün ben de böyle ‘yalın’ kelimelerle, ‘derin’ bir şeyler yazabilir miyim” diye düşünmüştüm. Binlerce fırın ekmek yesem, böyle bir şeyin mümkün olmayacağını bilecek kadar kendinden haberdar bir insan olarak, buna cesaret edemem doğrusu. Lakin, yine de ucundan, kıyısından bir şeylere bulaşabilme kaygılarımın çabasıdır bu satırlar... Yukarıdaki fotoğraf ve Öykü Atölyesi vesilesiyle!

20 Mayıs 2008 Salı

ARA SIRA ARA ARA ARA...


Bir Günlükçünün görevi yapılamayanı yapmak, gidilemeyene gitmek, görülemeyeni görmek; kısaca tabuları yıkmak değildir elbette. Lakin taşın altına elin sokulması, suya, sabuna dokunulması, bir kısım okuyucunun cesaret edemeyeceği şeylerin de yapılması gerekmektedir belki de. Günlükçü olmak, sorumluluk ister değil mi?

Bunun içindir ki, müessesemiz hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış, sizler için bünyesindeki en nadide elemanlarını görevlendirmiş ve yine absürd bir araştırmanın altına imza koymuştur. ‘Size mi kaldı len bu işler’ deme ey okur! Müessesemiz büyüyünce ‘De.şifre’ olacaktır.

Muhabirimiz İncegül, her Pazar olduğu gibi o gün de, horozlar yeni ötüşlenip, karga ailesinin baba kişisi fırına sıcak ekmek bakmaya gittiği sıralar uyanmış, henüz herkesler fosur fosur uyurken kalkmış koca kişisini uğurlamış, biraz ev işi ile meşgul olmuş, sonra mahalleyi turlamış, evlerden horultudan başka ses çıkmamasına sinir yapmış, yuvasına dönüp yavrucakları için sıcak poğaça pişirmiş ve en son olarak bakkaldan gazetesini, ekmeğini neyin almış, ilan sayfasında sörf yapmaktaydı. Tam techizatlı kameraman Günlük ise, henüz olup bitenden habersiz, techizatını donanmış muhabirimizin yine ne gibi bir manyaklık peşinde olduğunu anlamaya çalışmaktaydı.

O sırada televizyonda açık olan bir musiki kanalında abuk bir reklam yayınlanmaktaydı. Duyduklarına inanamayınca –mecburen- gözlerini devreye sokup ekrana baktı. Evet evet doğruydu bütün işittikleri. Ahhh muhabirimiz nerelere kaçsındı? Nerelere gitsindi? Başın alıp hangi dağlara vursundu? Televizyondaki ses ‘sarışın hatunlarla mesajlaşmak için bilmem kaçı, esmerleriyle şeettirmek için bilirim kaçı tuşla, şu numaraya yolla’ diyordu.

Muhabirimiz düşündü, malum o düşünen hayvandı. Yahu mesajlaşırken nasıl görecekti hatunun saç –boyası- rengini bu arayacak olanlar. Ya gerçekten buna kanan insanlar var mıydı? Üç kuruşunu da bu telefon hatlarına yatıran armutlar var mıydı gerçekten memleketinde? Bunlar aslında yazsındı ‘ben malım ulen, benden öküzünü bulamazsınız, kekleyin kekleyebildiğiniz kadar’ diye, göndersindi 999 999 999’a.

İşte o andı İncegül’ün kafasında şimşekler çaktığı ve araştırmanın seyrinin tamamen değiştiği an. Oysa o ilan sayfasına, işsizliğin boyutları giderek büyürken, gazetede haftalardır çıkan bazı ilanların, neden hala karşılık bulamadığını anlayabilmek umuduyla bakıyordu. Evet muhabirimiz böyle şeyleri kafasına takan, anomali bünyeye sahip bir kişilikti işte. Bir çeşit araştırmacı-psikolojik deli.

Şimdi araştırmasının yönünü kaydırıyordu. Bazı şeylere aç olan bazı mal arkadaşları göz göre göre kandıran bu şahsiyet(siz)lerin, ne haltlar karıştırdığını, ‘ara, en güzel hatunlar gerdan kıvırarak, işaret parmağını ağzına sokarak, üstelik kış kıyamette kom.bine.zon giyip k.çları üşüse de seninle sohbet etsinler’ katakullisini bir parça bilmek istiyordu sadece. Neler döndüğünü parmak kadar bebelerin bile anlayabildiği bir devirde, hala buna kanan ankutların olduğu gerçeğini ise, oynak, yarım aklı hiçbir zaman almayacaktı.

Muhabirimiz, kameramanı tam techizatlı Günlük’ün şaşkın bakışlarına aldırmadan aldı telefonu eline. Çevirdi gazetede iri puntolarla yazılmış ilanın altındaki numarayı. İlanda ‘dolgun ücretle çalışacak telefon operatörleri aranıyor’ diyordu. Kendisi de hemen bir operasyon yapmalıydı elbette. Operatör olacaktı bo.ru muydu? Cesurca(!) bir hamleyle konuşmasına başladı:

- İyi günler beyefendi, ben gazetedeki ilanınız için rahatsız etmiştim. (Ne rahatsızlığı be! Rahatsız olacak olsa, ilan vermezdi değil mi?)

- İyi günler hanımefendi, ben size adresi vereyim, gelin karşılıklı görüşelim. (Ooha len. O kadar da demedik. Görev kutsaldır ama… çoluk çocuk sahibi evli barklı hatunum ben. Bretim Pitim seni de, beni de vurur alimallah.)

- Yok beyefendi, öncelikle ben işin içeriğini öğreneyim de, yüz yüze görüşme sonraki aşama. Şimdi ben şunu merak ediyorum. Telefon operatörü demişsiniz ya… santral gibi bir şey mi? Gelen telefonları yönlendirmek midir iş? Yoksa telefonun teknik sıkıntılarını giderecek bir eleman mı arıyorsunuz? (Önce safa yatalım ki, herif ‘aha bulduk sazanı, ilacına gazoz bile karıştırmaya gerek yok’ diye sevinsin. Dökülsün ne var, ne yok.)

- Şimdi hanımefendi, (hı… söyle öküz söyle, dinliyom) şu telefon hatlarını bilirsiniz (bilmez miyim, ben bilmesem bile gözüme sokmak suretiyle her türlü bildiriyorlar meraklanma) şimdi bizim elemanımız (bu ben oluyorum) arayan beyefendilerle sohbet edecek (beyefendi dediğin ‘mal’ familyasından ‘öküz oğlu öküz’ cinsi oluyor demi, heh bildim ben onları) tatlı dilli olacak, ses tonu güzel olacak ve sohbetin gidişatına göre söyleyeceklerini de kendisi belirleyecek takdir edersiniz ki. (Nabza göre şerbet durumu diyorsun yani. Adam sapıtsa bile kikirdemeye devam.) Yani bazen, arayanlar birazcık açık saçık şeyler konuşmak isteyebilirler (ulen geri zekalı mıyız, zaten normal bişey konuşacak olsa gider arkadaşlarıyla falan konuşur bu öküz g.tü, niye dünya para ve veya kontör döküp, senin aptal hatlarını arasın ) siz onların isteğine göre… (herif burada öksürüyor hafiften, e haklı tabii ‘arayan manda b.klarıyla telefonda aşna fişna yapacan, ben de boy.nuzlu pe.z.e.v.e.n.kin önde gideniyim, bi de utanmadan gazeteye ilan veriyorum’ demek kolay olmasa gerek.) işte onların isteğine göre devam edeceksiniz, olayımız bu.

- Heee anladım beyefendi. Pekiyi bu sizinki sarışın olanlar için mi? Çünkü ben saçımı boyatmam da.

- Pardon anlayamadım! (Anlamazsın çünkü düdüksün)

- Bir de bu sohbet esnasında bi.ki.ni giymek ve işaret parmağını boğazına sokmak gerekiyor mu? Yani o şekilde konuşmak zor olabilir de o bakımdan. Kimse bizi görmiycek nasılsa, kırıtmak falan da gerekmiycek o zaman demi?

- Sen benimle dalga mı geçiyosun, manyak mısın nesin! (Heh işte, yola gel. Göster bana gerçek yüzünü.)

- Yooo niye dalga geçeyim ki? Televizyonda gördüklerimiz öyle ya hani. Bu bizi arayacak olan öküzler ona kanıp aramıyorlar mı zaten?

- Fesüphanallaaah… çattık iyi mi sabah sabah… de get kızım işine… (çaaattttt)

Asıl sana ‘çaaatttt’. N’ooldu, görüştüğün küçük balık, manyak mı çıktı bu sefer. Gerçi alan razı, veren razı sana n’ooluyorsa işte!
Maksadımız okuyana küçük de olsa bu insanların ne şekilde çalıştığını gösterelim, hem de psikolojik muhabirimiz merak duygusunu köreltirken, ahaliye bir faydamız dokunsun mantığıdır. Ne faydası olacaksa!

Bu memlekette bir Dü.men gerçeği vardır ki, gelen sorulardan anlaşılacağı üzere, bize hiçbir şeyin faydası dokunamayacaktır zannımca. Dü.men amcam bile artık ipin ucunu bırakmış, işi kara mizaha dökmüştür.

Bu hatları arayıp, bu pe.zoların ceplerini dolduran, sümüklü gariban takımı, k.çına alacağı d.ondan feragat edip aramaya devam edecektir nasılsa. Zengin bu işlerle zaten uğraşmaz, onlar için, bunların canlıları sıra beklemektedir. Yani her halükarda olan bizim cahil, aç ve gariban öküz yavrularına olmaktadır. Bazı şeyler ya temelden değişmeli, ya tepeden bir yumrukla darmaduman edilerek baştan inşa edilmelidir.

Müessesemiz bir şeylerin değişmemiş ve hiç değişmeyecek olmasından aslen çok üzüntü duyar ve bizi tercih eden okuyucuya teşekkürlerini bir borç bilir.

16 Mayıs 2008 Cuma

BENİM RUHUM GENÇ


Kız Allah müstahakkını versin İncegül. Çıkma dedim kaç kere sana şu tepelere. Bak yine kaldın. Hadi bakayım nasıl inecen aşağıya…

Bak koca kişisi, beni sinirlendirme! Valla atarım elimdeki sabunlu bezi kafana. Duvarlar leş olmuş leş. Silmeyim mi yani?

Yeni boyamadım mı ben o duvarları yahu? Ne çabuk kirlenmiş.

Heee boyadın doğru… gözün de iyice görmez oldu senin. Birazını boyamışın da, bir kısım yerini es geçmişin işte. Duvarlarımız sayende Pikaso’nun tabloları gibi rengarenk oldu. Haydi iki renk neyse de, nasıl gidip dokuz ayrı renk boya almayı becerdin, onu hala anlamış değilim zaten.

Sen kendine bak bi kere. Geçenlerde caaanım yün hırkamı, doksan derecede yıkayıp, düdük gibi çektiren sen değilsin sanki. Benim gözlerim görmüyo ya… sen artık iyiice bunadın.

Hadi hadi çok konuşma da, inmeme yardımcı ol şu merdivenden. Sana kaç zamandır söylüyorum dimi, doğru dürüst bi merdiven alalım diye. Bak inip çıkması da zor oluyo işte. Yoksaaa… ben bunun tepesinde maymun gibi oynarım be.

Tut elimi hatunum, gel hadi… hıh yavaş yavaş. On sekizliksin ya yaparsın benim gülüm!

Sen şimdi benimle dalga geçiyon ama, ben bu zamane gençlerini cebimden çıkarırım be. Dur şu ellerimi yıkayım da yemeğe bakayım. Şimdi gelir bizim oğlanlar.

Neyine bakacan hatun yemeğin. Zaten tepsiye atıyon bi tablet, hooop yemek kendi kendine hazır. Hey gidi! Zamanında ne karnıyarıklar, ne pilavlar yerdik ellerinden. Şimdi sen de uydun bu teknolociye. Bi senden beklemezdim ya neyse…

Hadi mız mızlanma bey… bak torun tombalak toplanırlar şimdi. Sen yavruların karne hediyelerini hazırladın mı? Karıştırma sakın. Uçan bisiklet büyük torunun, ruh durumunu anlayıp, ona göre şarkı çalan müzik kutusu kızın, şu son Mars gezisinde aldığımız evcil yaratık da küçük sıpanın. Malum o hayvanları pek sever. Babası nasıl da korkardı değil mi? Bu kesin bana çekmiş.

Zaten sen gençliğinde de böyleydin hatun. Çocukların iyi yönleri sana, kötü ne varsa bana çekmiş dimi?

Bak yine başladın dırdıra. ‘Gençliğinde’ymiş… hıh!! Benim ruhum genç, ruhuuum. Bas şu kumandaya da masa açılsın. Sofraya tabak, çanak götürmeyince de anlamıyorum bi iş yaptığımı ya neyse.

Zaten sen niye hala elinde sabunlu bez dolaşıyon anlamış değilim bu yaşında. Robotumuz var ya… şu senin Halime adını koyduğun! Bas kumandanın düğmesine her yeri pırıl pırıl yapsın. Ama yoook… ‘alışmış, kudurmuştan beterdir’ ya.

Sen taktın benim yaşıma hee… daha yüz yirmiye yeni girdim. Hem bak yüzümde bi tane kırışık yok be.

Tabii! Her gün, gençlik makinesine girdiğini bilmiyorum sanki. Bütün emekli maaşımız o aptal makinelere gidiyor zaten. Aha da bi jet durdu bizim gök evinin önünde. Geldiler hatun geldiler. Bak yine ağlamaya başladın. Yahu yıl oldu 2092, her şey değişti de senin bu çocukların her gelmesinde zırlama huyun değişmedi hatunum yahu.

Dokunma sen bana. Değişmez bazı şeyler. Değişir mi ana yüreği, kabuk bağlasa, ihtiyarlıktan göz göz olsa, dünya ters dönse, uzay başımıza yıkılsa. Haydi basıver kumandaya can yoldaşım. Açılsın kapı. Dolsun içeriye gözümün nurları.

Canımın içi FZ’min ihtiyarlık sobesine cevabımdır. Yıl 2008’dir. Henüz gencecik, tazecik, muhteşem güzellikteyimdir. Üstelik gençlik makinesi henüz icat falan edilmemiştir. Ben de canımın içi Ferhanım ihtiyarlayınca nasıl olacaktır merak etmekteyim bu arada.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

MASAL BİTER MASALCI SUSAR




Bebeğim!

Sana anlattığım bütün masalların sonu hep mutlu bitti, biliyorsun. Kocaman devleri, kötü kalpli cadıları, hain kurtları hep alt ettik birlikte. Kimi bir sarayda mutlu, mesut şarkılar söyledik, kimi ormandaki kulübemizde şen şakrak sofralarda yemek yedik.

Sen minik keçi yavrusu oldun, saatin arkasına saklandın. Ben pamuk prenses oldum, öptün de uyandım. Pinokyo da olmadın değil arada… seni küçük yalancı! Kırmızı Başlıklı Kız’ın yol arkadaşı, Kül Kedisi’nin can yoldaşı olduk seninle. Pamuk Nine’nin pamuktan yastıklarını bıkmadan, usanmadan silkeleyip yüzlerce sabah, gecelerimize pamuktan karlar yağdırdık birlikte. Sen İnci prensesin göz yaşlarından kolyeler taktın boynuma, ben seni yılda bir açan çiçek gibi incitmeden kokladım, parmak çocuk gibi atlaslara ipeklere sarıp, sakladım koynuma.

Şimdi masalımıza hiç bilmediğimiz kötü kalpli yaratıklar musallat olsa da… Olsun… Masal bu ya…

Meraklanma küçüğüm! Hayat o kadar da acımasız olamaz ya.

Bir minicik kalbin solmasına izin verir mi hayat? Kömür gözlerindeki ışığın körelmesine göz yumar mı göz göre göre? Hayat dursa, annen durur mu sandın? Annen gerekirse herkesle, her şeyle savaşır. Devlere, ejderhalara da kafa tutar, hayata da. Kaf Dağı’na çıkar, o bulunmaz meyveyi bulur, getirir sana. Zümrüt-ü Anka kuşundan tüy de yolar, sonu ne olursa olsun. Yeter ki sen iyi ol diye gecelerce uyumaz dualar eder. Yıldızlarla konuşur, senin için dilekler diler. Annen siper eder bu değersiz bedenini sana. Kendisi yenilmeden, senin yenilmene müsaade etmez. Meraklanma! Kendinden vazgeçer de senin saçının telinden vazgeçmez annen.

Sen hiç korkma küçüğüm! Bizim masalımızda kötüler bir bir yenilecek. Birbirimize anlattığımız, hatta çoğu zaman uydurduğumuz diğer tüm masallar gibi...

Hiç korkma, hiç! Sen hayatın bana en tatlı armağanı, sen benim gözümün nuru, biriciğim, sen benim inci tanem, üzüm karam.

Hiç korkma, benim en güzel masalım! Diğer tüm masallarda olduğu gibi, iyi olan, güzel olan, hep kötüye galip gelecek. Ve inan anneciğinin sözüne; sana anlattığım bütün masallar daima mutlu sonla bitecek. Tıpkı bizim masalımız gibi...

10 Mayıs 2008 Cumartesi

PAPATYA BAHARI


Sevgli Yıldız Yağmurları ve Geveze Kalem önderliğinde, amatör yazı gönüllülerinin bu günlere taşıdığı kelime oyunumuz da tüm hızıyla Öykü Atölyesi'nde sürmekte. YALIN demiş Sardunya Bakalım ne çağrıştırmış bu yürekte...
--------------------------------------------------------------------------------------


Uğultulu bir sessizlik, kalabalık bir yalnızlık ve derin bir huzursuzlukla seyrediyordu yeşili. Karmakarışıktı… Bir o kadar da bulanık… Bahçenin orta yerindeki pembe gül, narin ve ince yapraklarıyla, bulutların arasından ara sıra göz kırpan güneşi selamlamaktaydı. Nergislerle sardunyalar en parlak renklerini bahara katıp birbirleriyle yarışıyorlardı sanki. Papatyalar her zamanki sadelikleriyle donatmıştı toprağı. İddiasız, zarif ve bembeyaz.

Gözü yolda, eli telefonda bekliyordu… Bahçeyi evle kavuşturan kapının dibinde öylece, sadece bekleyebiliyordu. Ne çaresiz bir sözcüktü beklemek. Sonra bir acı sesle irkildi. Telefon çalıyordu nihayet işte. Bu beklediği, özlediği haber olmalıydı. Evet evet… Günlerdir ses alamadığı 'askeri' arıyordu muhakkak. Bir merhabasına hasret kaldığı biriciği sonunda arıyordu işte.

Kaç gündür her aradığında birliğinden ‘operasyonda’ yanıtını alıyordu. Dağlarda. Oysa daha ne kadar olmuştu bu bahçede yalınayak ilk adımlarını atalı. Bulabildiği kadar salyangozu eve taşıyıp salondaki sehpanın üzerinde yarıştırdığı gün daha dün değil miydi? Zaman bu kadar da hızlı geçiyor olabilir miydi!

Yüreği o kadar yüksek bir tempoda atıyordu ki, artık telefonun sesi bile duyulmaz olmuştu. O tek tuşa dokunmakla, dokunmamak arasında epeyce bocaladı. Sanki bir ömür geçti o süre içinde. Ya bu beklediği telefon değilse. Ya o sesi duyamazsa telefonu açtığında. Ya başka biri ondan haber vermek için arıyorduysa. Yok yok… bunu düşünmemiş farz etmeliydi kendisini. Böyle şeyler getirmeyecekti hiç aklına. Söz vermişti 'kalbine'.

İlkokula başladığı yıl gelip ona ‘anneciğim, bana hep, sen benim kalbimsin diyorsun ya… öğretmenimiz, insanların kalpleri göğsünün içinde olur dedi… o zaman ben niye dışarıdayım… göğsünün içine alsana beni’ demişti bütün saflığıyla. Çocuktu… İçi-dışı, özü-sözü birdi. Bir tek çocuklar bu kadar dosdoğru ve yalın olabilirdi. Bilmiyordu ki o, anneciği zaten hiç çıkarmamıştı yavrusunu oradan. Kalbi onunla birlikte, sadece onun için atıyordu. Bilemezdi… Yalnızca anneler bilirdi.

Sonunda açtı telefonu. Karşıdan gelen ses, çağıldıyordu kulaklarında şimdi. Bütün sesleri ve sessizlikleri bastıran o güzel ses… Evlat sesi… Hiç konuşmadan dinledi evlat kokusunu genizlerinde hissettiren o büyülü sesi.

"Bana hep, sen benim kalbimsin derdin ya annem, sen de benim kalbimsin. Meraklanma kalbim! Sağ salim döneceğim o sıcak kucağına. Yine birlikte uzanıp yeşile, sonsuz maviyi seyredeceğiz doyasıya. Yine yalınayak yürüyeceğim toprağımızda. Papatya falları bakacağım ikimiz için, hep seviyor çıkan. Ağlama sakın! Ağlarsan kalbini de ağlatırsın. Öperim annem güzel ellerinden. Anneler Günün kutlu olsun."

Bir iki kelime sıkıştırabildi hıçkırıklarının arasına. Sonra telefonu kapattı. Terliklerini eşikte bırakıp bastı toprağa. Yağmur da başlamıştı usuldan, inceden. Karmaşa yerini tatlı ama hüzünlü bir huzura bırakmıştı. O şimdi bahçedeki en gösterişsiz ama en güzel ve yavrusunun en sevdiği köşede, papatyaların yanı başında, onlar kadar sade ve sadece o kavuşma anının düşüyle ıslanıyordu.

  • Günün Notu: Tüm anne olanların, anne olmayanların, anne olacak olanların, anne olamayacak olanların, geleceğin annelerinin anneler gününü kutlar, ebediyete intikal etmiş annelerimize de rahmet dilerim. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden, yaşıtlarımın da yanaklarından öperim. Sevgiyle...

8 Mayıs 2008 Perşembe

OĞULA MEKTUBUMDUR


Bizim bir Atölyemiz var artık. Öykü Atölyesi. Bilmeyen, bilmek isteyen, katılmak isteyen, ya da sadece okumak isteyen dostlara kapısı açıktır. Fotoğrafların dili olmak ise, yeni çalışmalarımızdan sadece biridir. Fotoğraf, Selahattin Sönmez'e ait. (Turkish Daily News) basın fotoğrafları, serbest fotoğraf dalında 1.'lik almış ve bunu gerçekten hak etmiş bir hayat karesi. Aşağıdaki de bendenizin bu fotoğrafa bakınca yüreğine yansıyanlardır.

Oğul! Can Oğul!

Ne çok vakit geçmiş ben güneşin doğuşunu bir sahilde seyreylemeyeli. Ve ne çok güneş doğmuş, uykusuz gecelerin sonunda sıza kalıp göremediğim. İnsan günleri, yılları saymayı da bırakıyor bir zaman sonra. Çentik atmaktan vazgeçeli de çok oldu. Ne sabır kafi geliyor buna, ne de koğuşun rutubetli duvarları.

Osman ilk mektebe henüz başlamıştı, Hasan da kırklı bebeydi ben özgürlüğümü demir kapının önüne bıraktığımda. Şimdi şu tepede nöbetimizi tutan asker kadar olmuştur Osman’ım. Torun tombalak koca adam olmuş da, biz adam olamamışız daha oğul.

Burası bir garip yer, bir garip haldir bilemezsin. Rabbim bildirmesin!

Saçlarım beyazladı iyiden iyiye. ‘Baba sen hiç yaşlanmayacak mısın’ derdin ya bana. Yaşlandım. Yüreği ihtiyar ediyor bu soğuk demirler, bu taş duvarlar.

Sahi ne zaman geliyorsun oğul? En son mektubun geleli de epeyce oldu. Meraktayım. Gelin kızım nasıl, yavrularım nasıl hiç haber alamadım. Osman’ım kazandı mı fakülteyi? Okusun o. Okuyan adam hatayı da az yapar. Cehalet kötü şeydir.

Gelinimin getirdiği menekşeyi penceremin önüne koydum. Bir sürü çiçek verdi pembeli, beyazlı. Sularken onlarla iki sohbet ediyorum. Sizi anlatıyorum onlara. Hasretimi. Lakin son günlerde pek solgun göründüler gözüme. Bu hasretlik menekşeleri bile soldurmuşken, düşün bu babanın halini.

Sen şu parmaklıkların ardından dağ gibi göründün müydü, bu yaşlı babanın kalbi nasıl bir kuş olup uçuyor bilemezsin. Hele yanında kuzularım varsa, değmeyin eksikli keyfime. Tek ki, doya doya koklayamamak koymakta bana. Ötesi geçmiş ola zaten.

Bazen sabahları bir demli çay kokusunda sızlatıyorsunuz burnumun direğini. Bir kahvaltı sofrasında. Sen en fazla zeytini severdin. En çok da zeytin yerdin. Nasıl da iştahla. Ben artık zeytin yemekten de vazgeçtim…

Körpecik delikanlıydın. Çocuktun daha. Bir başına bıraktım seni omuzlarında koca bir dünya. Ama sen gururum oldun. Mahpus Ahmet’in oğlu bak nasıl adam oldu diyor herkes senin için. Bir de evlenip yuva kurdun.

Ben hiç yanında olamadım. Kartal olup geremedim kanatlarımı üstüne. Oysa söz vermiştim. Kendime de, sana da verdiğim sözü tutamadım.

A oğul, af çıkacak diyorlar gene. Burada bu haberler pek tez yayılıyor. Lakin benim hiç umudum yoktur. Gayrı ben sağ çıkmam bu kapıdan. Sen affet beni yeter.

Burada mahpusun sevinci mektuptur, bir haber, bir selamdır en çok. En fazla da mektupsuzluk koyar bu hasretlik sürgününde adama. Bir kuru selamını esirgeme bu yaşlı, garip atandan?

Gelin kızıma, kuzularıma selam ederim. Sıkıca sarılıp öperim hepinizi.

Baban…

7 Mayıs 2008 Çarşamba

İSTER TANIRIM İSTER TANIMAM


Sevgili can kuşu Tabiat Ana beni sobelediğinden beri düşünmekteyim. Hangi çılgın hatunlar bu bünyeyi etkilemiş, kimler kanıma girmiş olabilir diye. Zira normal, standart, öyle hanım olayım, etliye, sütlüye karışmayayım, amaaaan dünya yansın, yeter ki benim bir kalbur samanım sağlam kalsın derdinde, haydi benim güzel sürüm, sen nereye ben oraya rahatlığında bir kadın kişisi olamadım hayatımın hiçbir evresinde. İstemedim mi? İstedim. Bazen bünye ihtiyaç duymuyor mu rahat bir nefes almaya? Duyuyor elbet. Ayrık otu kıvamında bir tatla yaşamak da zor iştir vesselam.

İlkokulda çekilmiş şu toplu katliam resimlerinin hepsinde ilk bakışta ‘ahan da bizim deli’ diye teşhis edilebilecek bir farklılık yaratmışımdır mesela. Bunu bilinçli yaptığımı düşünmüyorum. Siz de düşünmeyiniz. Yaratılış böyle ne edersin! Benim normalim de bu olduğundan, birisi çıkıp ‘sen niye böyle yapmışsın, bak burada herkes böyle, sen şöylesin’ demeden, o farkı fark etmem bile ben!

‘Mükemmel, harika, süper ve de hiper biriyimdir’ desem yalan olur. Zaafları, zayıflıkları, hüzünleri, mutluluklarıyla bir insanım sonuçta. Ama evet, renkli bir insanım. Hemen her yerde varlığımı fark ettiririm. Ya ayağım takılır, yüzüstü kapaklanmaktan son anda kurtarırım, ya da mutlaka bir şeyler deviririm. Böylece herkes bana bakar gayri ihtiyari! Geçenlerde koskoca yolda, park etmiş bir arabaya tosladım mesela. Ama bu kötü bir şey değil ki, düşünsenize ‘ya araba bana toslasaydı’!

Kendinden bahsetmek pek bela bir iştir, bilirsiniz. Bu belayı başıma sarmak istemem. Lakin nasıl bir hatun olduğumu bilmeden, kimden etkilenmiş olabileceğim konusunda fikir de yürütemedim.

Sonra düşündüm tekrar. -Düşünmek iyi bir şeymiş, bunu da anlamış oldum böylece- Düşündüm ve buldum sonunda; beni etkileyen ilk hatun kişisi, şu sıralar yüz yaşını aşmış olan haminnemdi.Dünyaya sayesinde el sallayabildiğim, hatta yaşama ilk ‘al sana’ yaptıran kadın. Sonraki çalımları kendi çabamla atmış olsam da, bunu bana ilk öğreten kadın.

Haminnem öyle bir hatundur ki, anlatmakla anlaşılmaz. Yaşayan bir tarihtir ilk başta. Kıtlık zamanlarını, savaşı, acıları ve eskinin güzelliğini en iyi anlatan, bir çeşit ansiklopedi gibi… Bu yaşanmışlıklar gün yanığı yüzüne çizgiler halinde dönülmez yollar çizmiş, yeşil gözleri geçmişi en dibinde saklayan bir deniz gibi derindir. Dilinden damlayan bal, gülümsemese bile –ki çok gülmez- iki dakikada bağlar kendine insanı. Ardına yüz küsur yılı almış, hala dimdik yürüyen bir koca çınar…

Alem kadındır bir de. İnatçıdır... Karadeniz'in ekmeğinden tadan her fani gibi. Tazecik bir anı nakledeyim efendim:

Geçtiğimiz yaz köye gittiklerinde, anneme biraz kızmış. Niyesini bilmem ben. O öyle dellenir arada. Kimse de ağzını açıp tek laf edemez. İşte bir şeyden takmış hatun bizim Sultan’a. Annem gitmiş-gelmiş yanına ama bizimki hiç oralı değil.

Sonunda dönme vakti gelmiş ve ‘veda’ya gitmişler babamla birlikte. Haminnem, babama öyle bir sarılma sarılmış ki, akıllara zarar. ‘Evlaatt, ahh oğuull’ diye de iyice bir şefkat göstermiş. Sonra karşısında oturan annemi gösterip, ‘ha bu kız kim’ diye sormuş. Arada hafızası gidip geliyor elbet yaşı itibarıyla, ama bunun o anlardan biri olmadığı babama gösterilen sevgiden belliymiş. Ortamdakiler –çaktırmadan- kıkırdayarak yine, yeniden tanıtmışlar adaşı olan annemi bizim koca çınara.

‘Elinde büyüdüm N.Ana, bebeliğimden beri bilmez misin beni sen, niye tanımıyosun ki şimdi’ diye yakarsa da N.Sultan, bizimki inadından vazgeçmiyormuş bir türlü. Sonunda konu kapanıp, yenileri açılmış, sohbet farklı mecralara taşınmış, aile güle kaynaşa veda yemeğini yemeye başlamış.

Neden sonra benim tarih kokulum, gül yanaklım anneme dönüp, ‘Şimdi sen böyle karşımda oturuyosun, sırıtıyosun ya N.Sultan(!), zannediyo musun ki ben seni tanıyacam. Ben yüz sene daha yaşasam, sen de yüz sene karşımda otursan böyle, yine tanımam ben seni’ deyivermiş.

N.Ana, tıpkı şiirlerden, romanlardan okuduğumuz kadınlar gibidir. Elif Analar gibi bir anadır. O, benim gibi, annem gibi daha nicelerinin de anasıdır. Görmüş, geçirmiş yüreğinde eminim bir çok sır saklıdır. Karadeniz gibi bir hırçın, bir sakin, Karadeniz gibi belirsizdir. Birçoğumuzun sözlerle yapamadığını, o bir tek bakışıyla yapar. Öyle bir bakış atar ki, buyurgan ama şefkatli, mağrur ama sevecen, sert ama ışıl ışıl… Öyle bir bakış atar ki, sen onun ne demek istediğini hemen anlarsın.

Sanki etrafında bir ışık vardır. Ve çevredeki herkes de pervaneler gibi bu ışıktan etkilenir. İnsanlar saygı dolu bir sevgiyle bakarlar ona. Yaşı değildir onu saygın yapan. O başkadır. O kadar başkadır ki, tarif edilemeyecek kadar…

İşte sonunda karar verdim; hayatımda beni en çok –belki de tek- etkileyen kadındır o. Bu asla ihtiyarlamayan yaşlı kadın, niceleri gibi beni de hayatla tanıştırdığı için mi, yoksa onun bu inanılmaz, tanımlanmaz muhteşem karizması mı buna sebeptir bilmiyorum. Bildiğim tek şey var; bu yaz yanına gidip, o pınarın doyumsuz suyundan kana kana içmek istiyorum. Çok geç olmadan…

Bu da Parantez İçi: İlla isim isterseniz diğer iki kadın için; Zamanın şartlarını zorlamış olan Halide Edip ve İstiklal Yolu’ndan cepheye mermi taşırken, ıslanmasın diye yavrusunun örtüsünü alıp mermiye saran Elif Ana derim ve bu konuda Çok Sevgili Civcikimin ve Elçincikim gelin görümcelerinin yazacaklarını merak ettiğimi belirtirim.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

UMUT


Ey Hayat! Ey benim belalı başım!
Bir ağaç gibi saldım toprağına köklerimi.
Kimi köklerimi çürüttün içten içe, kimi dallarımda çiçekleri.
Kör kuyulara attın bedenimi, zifir karanlıklarda bıraktın yüreğimi.
Boynuma zincir, ayaklarıma pranga oldun kimi zaman.
Kimi de dermansız bıraktın dizlerimi.

Hayat, Ey Hayat! Benim kaypak arkadaşım.
Çokça yarı yolda bıraktın.
Bir acı dost sözüyle, bir terk edişle içimi yaktın.
Kalaba iken başım bedenim, yersiz yurtsuz koydun, amansız koydun.
Kendini kandırırken bu yürek, cansız koydun, canansız koydun.

Hayat! Vay gidi çile yoldaşım!
Nankör değilim. Mutluluklar da verdin… Pahası yok… Biçemedim.
Renkler sundun allı, morlu, hercai.
Ben en fazla yeşilini sevdim.
Zehir yeşili, orman yeşili değil ama…
Umudun yeşilini.
Her cefanda, bin defa daha dirilmemi sağlayan o parlak, o tanımsız yeşili…
Her düştüğümde kaldıran o berrak, o saf yeşili…
Üzerime ne kadar yüklenirsen yüklen, ayakta tutan o baskın, o acı yeşili.
Ben en çok yeşilini sevdim…
Sen ne kadar karartırsan karart, beni yeşerten umudun yeşilini…

Ve ben en fazla umut etmeyi bildim.
Darda, zorda… Her daim bir damla ışık gibi, kana kana umudu seyretmeyi…
Gözümün bebeği gibi, cebimin içi gibi bildim umut etmeyi.

Ve sen benim şaşkın arkadaşım!

Her şeyimi alsan da umudumu alama diye

Yeşile boyadım yüreğimi.