18 Haziran 2008 Çarşamba

DONDURMAM GAYMAH


Gün yeni yeni ışımaya başlamışken uyanırım her Pazar sabahı. Hem bütün hafta erken kalkmış olmanın verdiği alışkanlık, hem de haftanın tek tatil gününü uyuyarak ziyan etmek istememekten kaynaklı bir afyon pörtlemesi olayı yaşar sabahın kör saati bu bünye. Ah, iş günleri de böyle pörtlek olabilseydi!

O sabah da aynen böyle bir sabahtı işte. Rutin yataktan kalk, el yüz yıka, evden çık, sahile in, sessizliğin tadını çıkara çıkara denizin kokusunu, sabahın ferahını içine çek ayininden sonra, sıcak ekmek alış, eve dönüş ve haftada sadece bir gün yapıldığından mıdır nedir, kıymeti çok fazla olan kahvaltı sofrasında toplaşılma faslı…

Keyifle ve epeyce sündürülerek yapılan kahvaltı sonrası, herkes görev yerlerine dağıldı. Küçük sıpa kitaplarına, büyük dana bilgisayarına, koca kişisi kumandasına sarıldı. Bendeniz İncegül kişisi de sofrayı topladım, yatakları topladım, kuruyan çamaşırları yerleştirip, yerine yenilerini astım, evi bir kat temizledim, bulaşıkları hallettim, tam oturacaktım ki, bir başka öğün olan öğle saatlerinin de geçmekte olduğunu fark ettim. Birazdan benimkiler “acıktııık” diye bağırmaya başlarlardı. Bu nedenle hemencecik mutfağın yolunu tuttum. Neşe içinde patlıcanları alacalamış tuza basmış idim ki, içeriden sevgi dolu sesiyle, evimin direği, göynümün ereği, yavrılarımın babası, ormantik kişilik seslendi.

-Bırak uğraşma yemekle falan, dışarıya çıkalım!

Bilen bilir, biz çalışan insanlar için, hele de yaşadıkları kent İstanbul ise, hafta sonları ev bir sığınak gibidir. Keşmekeşten, gürültüden, harala güreleden kaçış yeridir. Korunaklı bir saçak altıdır; bardaktan boşanan yağmurdan saklanılan. Ev şefkatli bir ana kucağıdır huzur ve sıcaklık veren.

-Hayatım ne gerek var, gayet güzel oturuyoruz evimizde. Şimdi bir pilav yaparım, yanına da serin serin cacık… Sen de güzel bir salata döktürürsün. Bir de vurduk muydu karpuzun karnına yumruğu…

Bilen bilir, bu hatun kişilerine asla yaranılmaz. Adam seni düşünüyor işte, sonra da “ay bir yere çıkmıyoruz, eve tıkıldık kaldık” diye şikayet edersin.

-Haydi hazırlanın da gidelim yahu!

Yine bilen bilir, bu İncegül kişisi, öyle paldır küldür çıkışlardan, plansız programsız gezintilerden hiç haz etmez. Lakin emir büyük yerdendir. Kocaya saygısızlık yapılmamalıdır. Taş olunurdur, taaaşşşş…

Birbirinden habersiz farklı odalarda giyinmelerine rağmen, ailenin üç ferdinin de yeşil giymiş olması, aramızdaki uyumun belirtisi midir bilinmez, ama hoş bir detay olarak göze çarpar. Koca kişisinin bu uyumu bozuyor olması ise şiddetle kınanır. Öncelikle herkes isteklerini sıralar, ne de olsa, moderen, demokratik bir aileyizdir biz.

-Anne ben tişört alıcam kendime. Vıttırızırta gidelim.
-Babaaa ben höttürüzört dergisi istiyorum yaa… yeni sayısı çıkmış, annem almadı bana. (Nanköööör)
-Tamam ben de kitap alayım çıkmışken, cıttırıpırt kitapevine uğrayalım. O zaman İstiklal’e gitmek en mantıklısı, hepimizin istediği orada.

Koca kişisi İstiklal’den önce, bizi başka bir yerde bulunan zotturuporta yemeğe götürdü. Orada “ben pizza sevmem ki, hambırger yiyecem” diye zırlayan küçük sıpanın koca bir dilimden sonra, ikinci dilimi istemesi de hayrete şayandı doğrusu. Bir de sevseydi ne olurdu bilemiyoruz!

Neyse biz patlayana kadar doyunca, düşüyoruz yola, varıyoruz İstiklal’e. Savrula savrula yürüdükten sonra –ki en sevdiğim şey budur- yavrucağıma tişört beğenmek için Vıttırızırta giriyoruz. Ben bütün şefkatimle, kuzuma beğendiğim şeyleri gösteriyorum. O da bütün gıcıklığıyla, beğenmiyor. “Anne, ben kendim bakarım, sen seçme bana bişey” diyor. Anacığım, işte ne güzel bunlar. Aaaa kızdırma beni, ben zevkli kadınımdır, sen kim oluyon da benim beğenime burun kıvırıyon sıpa! Kestane çıkmış kirpisini beğenmemiş.

Eeee sen de yapmamış mıydın zamanında annene? Bir arife günü kadınceyizi mağaza mağaza gezdirip, bir de zevksizlikle suçlamamış mıydın? Gün olup devran dönmeyecek mi sandın?

‘Dank’ ediyor mu kafana? Basit bir alış-veriş esnasında anlıyor musun gerçeği? Görebiliyor musun her şeyi? İstanbul’un orta yerinde, koca bir taş gelip oturuyor mu yüreğinin üzerine? Bir düğüm tıkanıveriyor mu boğazının derinlerine? Ey hatun! Sen uyurken, büyümüş senin kınalı kuzun. Sen hala ‘bebeğim’ diye sevip, koklasan da, o büyümüş. Şöyle etrafında dolanırken, yanında dolaşırken görmüyor musun? Aslan gibi delikanlı olmuş tatlı bebeğin. Haydi sil bakalım göz yaşlarını, bak yeşil far da sürdüydün kırk yılın başı, akmasın durup dururken.

Gamzeli, tombilodik parmaklı elleri koca koca olmuş omzuma dolanırken, sorduğu soruyla biraz kendime geldim:
Anne… şu filme girelim mi?
Yok oğlum, ben okudum onun konusunu, çok fazla ‘cin.sel.lik’ içeriyormuş.
Anneeee ‘cin.selik’ ne demek?
‘İsilik’ gibi bişey işte, her şeyi de merak etme!
Pıhhhh… oğlum dalga geçmesene kardeşinle! Abin haklı yavrum, ‘cin.selik’ de ‘isilik’ gibi işte.
Anne yaaaa… bana niye çocuk muamelesi yapıyonuz?
Çocuk olduğun için olabilir mi acaba minik sevgi pötürcüğüm? Acele etme! Nasılsa büyüyeceksin ve ‘ah yeniden çocuk olabilseydim’ diye şarkılar söyleyeceksin; tıpkı bizim gibi.


Herkesler alacağını almış, mutlu mesut savrulmaya devam ederken, yavruların dondurma yediğini ve fekat bizim yemediğimizi hatırlayan koca kişisi, “dur biz de seninlen yiyelim hatun” diyerekten ince bir jest yapmış, lakin sıpalar “biz de isterük” diye peşimize dolanmışlardı. E biz yerken bakacak değillerdi ya. Hem bizim camışlara iki-üç dondurma ne edecekti.

Derken, bizim koca, “gel bak buranın dondurması güzele benziyo, haydi oturalım” dedi. Biz, muhalif yeşiller grubu, “külah isterik, gezeceğik” şeklinde itiraz ettik. Hem börgir kinkin miss gibi dondurmasına ne olmuştu ki? Oradan yeseydik. Böyle bilmediğimiz çanaktan yemek beni hep tedirgin etmişti ömrümce. Temkinli hatundum ben. Ve bunda da ne kadar haklı olduğum er ya da geç çıkacaktı ortaya.

Neyse kodurduk külahlara ikişer top, börtlekli, gaymaklı –canınız çekmesin- dondurma, düştük yeniden yola. İştahla da dondurmalarımızı yiyoruz bu arada. Bir ara bizim küçük sıpanın elindeki küçük fiş dikkatimi çekti. “Oğlum, ne o elindeki, niye sıkı sıkı tutuyon, ver bakiiim” dedim kendisine. Sonradan pişman olacağımı bilemezdim bu istediğimden.

Fişi aldım, şöyle bir baktım, sonra bir daha baktım, bir daha… “Anaaaa…. kocaaaa, biz dört külah k.çı kırık dondurmaya bu kadar para vermiş olabilir miyiz yahu, yanlış fiş vermişler sana” diyerek, bir elimdeki dondurmaya, bir de koca kişisinin yüzüne baktım. Yüzünde epeyce kazıklanmış bir aile babasının o gururlu ifadesi vardı. Sıpalara döndüm, “Bakın yavrum, eğer o elinizdeki dondurmaların bir damlasını ziyan ederseniz, külahları boğazınıza sokarım” şeklinde şefkat dolu bir cümle kurduktan sonra, aynı şefkatle elimdeki dondurmayı yemeye devam ettim.

Küçük sıpa, birkaç dakika sonra, “anneee, ben bunu yiyemiycem ya… sevmedim” diye gözümün içine baktı melül melül. Gitti mi dondurmanın biri çöpe? Ulen oğlum altın o altın! Atılır mı hiç?

Biz liselimle kıkırdayarak dondurmalarımızı yalarken, bir yandan da babaya laf sokuyorduk elbette. “Pek de lezzetliymiş, e o kadar parayı bana versen, ben de tadımdan yenmem” “içine altın tozu koydular zaar, bu kadar kıymetli olduğuna göre.” “anaaam, dişim kırılıyordu len içindeki pırlantalardan” “anneee, ben büyüyünce dondurmacı olucam he, saraylarda yaşarız valla”

İşte böyle bir Pazar gezisinden sonra, hava karardığında sevgi dolu, sıcacık yuvamıza döndük. Herkes tıka basa toktu, yine de çocuklar bir şeyler atıştırdı. Ben patlıcanlarımı pişirdim, ertesi güne hazır ettim. Sonra hep birlikte maç seyretmeye koyulduk. Biz miniğimle yerlerde yatarak, baba oğul birer kanepede hoplaya, zıplaya, bağırarak seyrettik millilerimizin yürek dayanmaz oyununu. Biz zati 2-0 da uyumuşuz miniciğimle sarmaş dolaş… Sonra böğürtülere uyandığımda durum 2-2 olmuştu bile.

Velhasıl güzel bir gün, güzel bir geceydi. Biz babamıza bir gömlek almış idik, o bize bir sürü şey aldı. Hediyeleştik bir ‘babalar günü’. Ama, galiba, en güzel hediyeleri vermiştik birbirimize zamanında. Başka hiç hediyeye gerek yoktu. Hatta mutluluk ve huzur için sadece bir arada olmak yeterliydi zannımca… Allah kimseyi ayırmasındı sevdiceklerinden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder