Cumartesi çalışan amele güruhunun en büyük tesellisi, Pazar günü dinlenebilmektir. Ben de bu amele takımının müstesna temsilcilerinden biri olduğumdan dolayı, bu teselliyle avunur dururum her hafta sonu başlangıcında.
Ama, heyhat! Her seferinde bu hayallerin suya düşmesi kaçınılmaz, şaşırılmaz ve de şaşmaz bir gerçek olarak, ‘dan’ diye vurur bu garip başıma.
O Cumartesi de, her seferinde olduğu gibi işten gelmiş, evin dibini bucağını, köşesini, yuvarlağını elden geçirmiş idim. Bütün kemiklerim sızılanmış, ellerim deterjandan, çamaşır suyundan Nütrüciina reklamında oynayacak kıvama gelmiş, yorgunluktan kımıldayacak halim kalmamış idi. Olsundu. Üzülmeyeyimdi. Nasılsa yarın Pazar’dı. Bütün işlerim bitmiş ve o günü dinlence etkinliğiyle geçirebileceğimdi.
İşte bu düşüncelerle koltuğa yığıldığım zaman, akşam saatlerine denk düşüyordu. Minik yavrucuğum sevgi dolu, şefkat dolu, dolu dolu seslendi:
“Anneciğiiiim”
“Söyle yavrum, oyun oynayalım diyorsan, kıpraşacak halim kalmadı. Yarın çocuum.”
“Yok annecim, hani ben tiyatora oynıycam ya… kıyafet alacaksın ya bana.”
“Hııı alıcam yavrum. Yarın çıkar şu yukarıdaki mağazadan alıveririz asker kıyafetini.”
“Yok anne, şimdi ben askerdim ama, terhis olmuşum, köyüme gitmişim ya…”
“Eeeee?” Hiç hayıra gitmiyor bu konuşma ya hadi bakalım!
“İşte hani ben okuma-yazma bilmeyen, köylüyüm ya…”
“Üzülme yavrum, bu sadece oyun. Sen okuma, yazma biliyorsun.”
“Annecim, bi dinlemiyosun ki beni. Ben köylü kıyafeti giyicekmişim.”
“Köylü kıyafeti nasıl oluyormuş?”
“Ya işte, yelek, şalvar falan…”
“Hı, iyi, tamam alırız yavrum.”
“Anne… yalnız bizim gösteri Pazartesi günü olacakmış.”
“Hööööö? Oğlum Pazar Pazar ben nereden bulacam köylü kıyafetini? Niye söylemiyon kaç gündür?” Hem ben yarın bir camış gibi yiyip, içip, yayılacaktım yahu!
“…”
Şen-şabalak yollara dökülür bir Pazar sabahın körüsü, İncegül kişisi ve onun sevimli çekirdek ailesi. Öncelikle harika bir fikir gelir akıllarına. Vıttırızırt alış-veriş merkezine gidilsindir, bir mağazaya girilsindir, hemencecik alınıp, eve dönülünsündür. Tabii… çünkü sosyete bazı bazı ne yapacağını şaşırdığından, belki de köylü kıyafetleri giymeye başlamıştır bile. Bu nedenledir ki, bu sosyetik merkez de bütün mağazalarına köylü kıyafetleri doldurup, bir de öptürücü etiket kondurmuş olabilirdir değil mi? Sonra bu fikrin saçmalığı oy birliğiyle kabul edilip, aynı hızla geri yollanır, geldiği yere doğru.
En güzeli Eminönü’dür elbette. Tahtakale, Mahmutpaşa… Her türlü ıncık cıncığı bulabileceğin yerdir İstanbul içinde. Haydi o zaman, haydi benim kahraman ailem, ilk hedefimiz Eminönü… İleriiii!
Pazar günü mağazasını açmış olan çalışkan esnaflara tek tek sorulur, tek tek yanıt alınır.
“Pardon, biz köylü kıyafeti arıyoduk da…”
“O dediğinden yok apla, bizde tişört neyin var, çok kaliteli, çok güzel… Verelim mi?”
“Apla, delikanlıya çok güzel sünnet kıyafetlerimiz var. Askerli, paşalı, padişahlı…”
“Anne yaaa… ben sünnet oldum yaaa…”
“Tamam oğlum tamam! Yok kardeşim, biz köylü kıyafeti baktıydık, var mı sende?”
“Höööö?”
“Beyefendi, biz şalvar, yelek, puşi, kasket, tezek… köyü hatırlatan her hangi bişey bakıyoz..”
“Valla hafta arası gelirseniz hemencecik diktiriveririz apla, ama bu gün Pazar…”
Biliyoruz herhalde. Bugün Pazar. Benim ‘tatil’ günüm.
Umutlar tükenmiş, ayaklara kara sular inmiş, ebleh bir ifade ile sorulur gençten bir mağazacı kişisine: “Kardeeeş, sizde köylü kıyafeti var mıydı aceba?”
“Var apla”
Bütün aile, hep bir ağızdan, haydi birlikte!
“Hoooleeeyyyyy”
“Bakın böyle, bindallılarımız vaar, kaftanlarımız vaar…”
Ya niye ilaç için bir tane normal adam çatmaz bana ya? Çocuğu gösteriyom, ahan da buna arıyoz diyom. Bu yavrucağa kına gecesi mi yapıcaz be adam? Hem kına gecesi de yapsak, Arto mu benim yavrum? Al diyo, ne kadar kaftan varsa, geçir kafama!
Yoruldum, acıktım, sinirim bozuldu, koca kişisine çattım, çocuğa çemkirdim, yolda gidenlere kafayı taktım, kuş kafama z.çtı, ben böyle talihin içine… tövbe, tövbe…
Yüzlerce kilometre yürüdükten, geçtiğimiz yerleri doksan dokuz kere tekrar geçtikten, bir sinir harbinden çıkıp, ötekine girdikten ve artık yürüyecek dermanımız da kalmadıktan sonra, muhteşem bir fikirle sarsıldı bu zeka küpü bünye. Köylüsünü yemişimdi artık. Madem köylü milletin efendisiydi, iyiice bir süslenmeliydi. Köylü, artık kendini aşmalıydı. İmajında yenilik yapmalıydı. Buna öncülük etmekten gurur duyulmalıydı. Adımız tarihe ilklerin ailesi olarak geçmeliydi.
Kendimize verdiğimiz bu gazla, daldık folklör kıyafetleri satan bir mağazaya, aldık velete şöyle sırma işlemeli komple bir folklörcü takımı…. Ben sağ, köylü selamet.
Sıra gelmişti kasket işini halletmeye. Onu da moderen beylere şapka satan bir şapkacıdan alıverdik hemencecik. Ayağındaki LCW ayakkabıların son derece ironik bir görüntü sergilediğini söylemeden de geçemiyciim tabi. Aslen çarık düşünmüştük amma, malum günlerden Pazar idi ve tek bulabildiğimiz, ucu püsküllü, altın rengi, sünnet çarığı idi. Ayrıca da köylünün imacına yenilik getirilecekseydi, ayağındaki papuçlar tam anlamıyla tüy kondurmalıydı. Kondurdu da…
Bizim sıpa, okuma-yazma bilmeyen bir köylü gencinden çok, sonradan görme bir köy ağasına benzemişti. Zaten işten son dakika izin alıp, koştura koştura okula onu seyretmeye gittiğimde, “ahan da ağanın anası geldi” “ay seninkine bayıldık, tam ağa olmuş” “züğürt ağanın anası nerde kaldın yahu” şeklinde tezahüratlarla karşılaşmam bunu daha iyi anlamamı sağlamıştı.
Çocuklar çok güzeldi, hepsi cıvıl cıvıldı. Palyaçolar, yemişler, dansçılar… Duygulandık önce bu rengarenk görüntü karşısında. Hepimiz pek bi mayıştık. Yeniden çocuk olmak istedik, her zaman olduğu gibi. Şarkılar söyledik onlarla beraber, el çırpıştırdık koca koca kadınlar, adamlar.
Sonra bizimki sahneye geldi, alkış kıyamet. Seyircilerle muhatap oldu önce, adres falan sordu. Sonra tek tek diğer oyuncular(!) girip çıktılar sahneye. Köpek havladı, ki bu havlayan köpecik bizimkinin kankası, en yakın arkadaşıydı. Yaşlı kadın bunu sopayla kovaladı, o da sınıf birinciliği için sürekli yarış halinde olduğu kız. Bizimki nefes nefese, yerlerde sürünerek, en son kendi kafasına sümsüğü indirerek tamamladı oyununu. Çok güzeldi. Gülmekten karnımıza ağrılar girdi.
Bu benim sıpa ve arkadaşları okuma-yazma bilmenin ne kadar da önemli bir şey olduğunu, hem komik, hem de son derece düzgün cümlelerle anlattı hepimize. Hepimiz mesajı aldık. Hemen okuma-yazma kurslarına müracaat ettik! O kadar etkili bir anlatımdı yani. Parmak kadar bebeler, değme oyunculara taş çıkarttılar diyebilirim. Bu nasıl bir kendine güvendir, bu nasıl bir nesildir böyle!
Hele benim annesine zümrüdü anka görünen kuzgunum, baş rolde hayran bıraktı kendisine. Muhteşem sahne karizmasıyla ve annesinin imac meykırlığıyla ortaya çıkan, muhteşem köylü görüntüsüyle yıktı ortalığı!
“Kıroyum emme, hem zeka, hem yetenek bende” dedi küçük sıpam.
Yani velhasıl, yoruldum ama değdi be!
Ama, heyhat! Her seferinde bu hayallerin suya düşmesi kaçınılmaz, şaşırılmaz ve de şaşmaz bir gerçek olarak, ‘dan’ diye vurur bu garip başıma.
O Cumartesi de, her seferinde olduğu gibi işten gelmiş, evin dibini bucağını, köşesini, yuvarlağını elden geçirmiş idim. Bütün kemiklerim sızılanmış, ellerim deterjandan, çamaşır suyundan Nütrüciina reklamında oynayacak kıvama gelmiş, yorgunluktan kımıldayacak halim kalmamış idi. Olsundu. Üzülmeyeyimdi. Nasılsa yarın Pazar’dı. Bütün işlerim bitmiş ve o günü dinlence etkinliğiyle geçirebileceğimdi.
İşte bu düşüncelerle koltuğa yığıldığım zaman, akşam saatlerine denk düşüyordu. Minik yavrucuğum sevgi dolu, şefkat dolu, dolu dolu seslendi:
“Anneciğiiiim”
“Söyle yavrum, oyun oynayalım diyorsan, kıpraşacak halim kalmadı. Yarın çocuum.”
“Yok annecim, hani ben tiyatora oynıycam ya… kıyafet alacaksın ya bana.”
“Hııı alıcam yavrum. Yarın çıkar şu yukarıdaki mağazadan alıveririz asker kıyafetini.”
“Yok anne, şimdi ben askerdim ama, terhis olmuşum, köyüme gitmişim ya…”
“Eeeee?” Hiç hayıra gitmiyor bu konuşma ya hadi bakalım!
“İşte hani ben okuma-yazma bilmeyen, köylüyüm ya…”
“Üzülme yavrum, bu sadece oyun. Sen okuma, yazma biliyorsun.”
“Annecim, bi dinlemiyosun ki beni. Ben köylü kıyafeti giyicekmişim.”
“Köylü kıyafeti nasıl oluyormuş?”
“Ya işte, yelek, şalvar falan…”
“Hı, iyi, tamam alırız yavrum.”
“Anne… yalnız bizim gösteri Pazartesi günü olacakmış.”
“Hööööö? Oğlum Pazar Pazar ben nereden bulacam köylü kıyafetini? Niye söylemiyon kaç gündür?” Hem ben yarın bir camış gibi yiyip, içip, yayılacaktım yahu!
“…”
Şen-şabalak yollara dökülür bir Pazar sabahın körüsü, İncegül kişisi ve onun sevimli çekirdek ailesi. Öncelikle harika bir fikir gelir akıllarına. Vıttırızırt alış-veriş merkezine gidilsindir, bir mağazaya girilsindir, hemencecik alınıp, eve dönülünsündür. Tabii… çünkü sosyete bazı bazı ne yapacağını şaşırdığından, belki de köylü kıyafetleri giymeye başlamıştır bile. Bu nedenledir ki, bu sosyetik merkez de bütün mağazalarına köylü kıyafetleri doldurup, bir de öptürücü etiket kondurmuş olabilirdir değil mi? Sonra bu fikrin saçmalığı oy birliğiyle kabul edilip, aynı hızla geri yollanır, geldiği yere doğru.
En güzeli Eminönü’dür elbette. Tahtakale, Mahmutpaşa… Her türlü ıncık cıncığı bulabileceğin yerdir İstanbul içinde. Haydi o zaman, haydi benim kahraman ailem, ilk hedefimiz Eminönü… İleriiii!
Pazar günü mağazasını açmış olan çalışkan esnaflara tek tek sorulur, tek tek yanıt alınır.
“Pardon, biz köylü kıyafeti arıyoduk da…”
“O dediğinden yok apla, bizde tişört neyin var, çok kaliteli, çok güzel… Verelim mi?”
“Apla, delikanlıya çok güzel sünnet kıyafetlerimiz var. Askerli, paşalı, padişahlı…”
“Anne yaaa… ben sünnet oldum yaaa…”
“Tamam oğlum tamam! Yok kardeşim, biz köylü kıyafeti baktıydık, var mı sende?”
“Höööö?”
“Beyefendi, biz şalvar, yelek, puşi, kasket, tezek… köyü hatırlatan her hangi bişey bakıyoz..”
“Valla hafta arası gelirseniz hemencecik diktiriveririz apla, ama bu gün Pazar…”
Biliyoruz herhalde. Bugün Pazar. Benim ‘tatil’ günüm.
Umutlar tükenmiş, ayaklara kara sular inmiş, ebleh bir ifade ile sorulur gençten bir mağazacı kişisine: “Kardeeeş, sizde köylü kıyafeti var mıydı aceba?”
“Var apla”
Bütün aile, hep bir ağızdan, haydi birlikte!
“Hoooleeeyyyyy”
“Bakın böyle, bindallılarımız vaar, kaftanlarımız vaar…”
Ya niye ilaç için bir tane normal adam çatmaz bana ya? Çocuğu gösteriyom, ahan da buna arıyoz diyom. Bu yavrucağa kına gecesi mi yapıcaz be adam? Hem kına gecesi de yapsak, Arto mu benim yavrum? Al diyo, ne kadar kaftan varsa, geçir kafama!
Yoruldum, acıktım, sinirim bozuldu, koca kişisine çattım, çocuğa çemkirdim, yolda gidenlere kafayı taktım, kuş kafama z.çtı, ben böyle talihin içine… tövbe, tövbe…
Yüzlerce kilometre yürüdükten, geçtiğimiz yerleri doksan dokuz kere tekrar geçtikten, bir sinir harbinden çıkıp, ötekine girdikten ve artık yürüyecek dermanımız da kalmadıktan sonra, muhteşem bir fikirle sarsıldı bu zeka küpü bünye. Köylüsünü yemişimdi artık. Madem köylü milletin efendisiydi, iyiice bir süslenmeliydi. Köylü, artık kendini aşmalıydı. İmajında yenilik yapmalıydı. Buna öncülük etmekten gurur duyulmalıydı. Adımız tarihe ilklerin ailesi olarak geçmeliydi.
Kendimize verdiğimiz bu gazla, daldık folklör kıyafetleri satan bir mağazaya, aldık velete şöyle sırma işlemeli komple bir folklörcü takımı…. Ben sağ, köylü selamet.
Sıra gelmişti kasket işini halletmeye. Onu da moderen beylere şapka satan bir şapkacıdan alıverdik hemencecik. Ayağındaki LCW ayakkabıların son derece ironik bir görüntü sergilediğini söylemeden de geçemiyciim tabi. Aslen çarık düşünmüştük amma, malum günlerden Pazar idi ve tek bulabildiğimiz, ucu püsküllü, altın rengi, sünnet çarığı idi. Ayrıca da köylünün imacına yenilik getirilecekseydi, ayağındaki papuçlar tam anlamıyla tüy kondurmalıydı. Kondurdu da…
Bizim sıpa, okuma-yazma bilmeyen bir köylü gencinden çok, sonradan görme bir köy ağasına benzemişti. Zaten işten son dakika izin alıp, koştura koştura okula onu seyretmeye gittiğimde, “ahan da ağanın anası geldi” “ay seninkine bayıldık, tam ağa olmuş” “züğürt ağanın anası nerde kaldın yahu” şeklinde tezahüratlarla karşılaşmam bunu daha iyi anlamamı sağlamıştı.
Çocuklar çok güzeldi, hepsi cıvıl cıvıldı. Palyaçolar, yemişler, dansçılar… Duygulandık önce bu rengarenk görüntü karşısında. Hepimiz pek bi mayıştık. Yeniden çocuk olmak istedik, her zaman olduğu gibi. Şarkılar söyledik onlarla beraber, el çırpıştırdık koca koca kadınlar, adamlar.
Sonra bizimki sahneye geldi, alkış kıyamet. Seyircilerle muhatap oldu önce, adres falan sordu. Sonra tek tek diğer oyuncular(!) girip çıktılar sahneye. Köpek havladı, ki bu havlayan köpecik bizimkinin kankası, en yakın arkadaşıydı. Yaşlı kadın bunu sopayla kovaladı, o da sınıf birinciliği için sürekli yarış halinde olduğu kız. Bizimki nefes nefese, yerlerde sürünerek, en son kendi kafasına sümsüğü indirerek tamamladı oyununu. Çok güzeldi. Gülmekten karnımıza ağrılar girdi.
Bu benim sıpa ve arkadaşları okuma-yazma bilmenin ne kadar da önemli bir şey olduğunu, hem komik, hem de son derece düzgün cümlelerle anlattı hepimize. Hepimiz mesajı aldık. Hemen okuma-yazma kurslarına müracaat ettik! O kadar etkili bir anlatımdı yani. Parmak kadar bebeler, değme oyunculara taş çıkarttılar diyebilirim. Bu nasıl bir kendine güvendir, bu nasıl bir nesildir böyle!
Hele benim annesine zümrüdü anka görünen kuzgunum, baş rolde hayran bıraktı kendisine. Muhteşem sahne karizmasıyla ve annesinin imac meykırlığıyla ortaya çıkan, muhteşem köylü görüntüsüyle yıktı ortalığı!
“Kıroyum emme, hem zeka, hem yetenek bende” dedi küçük sıpam.
Yani velhasıl, yoruldum ama değdi be!
Dipçik Notçuk:Anladım ki, insan bildiğinden şaşmamalı. CD den ancak bu kadar oluyor işte.... Müessesemiz, yine de, her halükarda sözünü yerine getirmenin haklı gururunu yaşamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder