30 Temmuz 2008 Çarşamba

TER TER TERELELLİYİM


Mis gibi sabun kokan tenler, çiçek kokulu bahçeler, iyot ve yosun kokulu sahiller, temizlik kokan evler. Koku, ne kadar da önemlidir insan hayatında. Ruh durumunu tamamen değiştirebilir. Sevgi pötürcüğüne de dönüştürebilir insanı, psikopat bir manyağa da.

Yaz geldi, sezonu açıldı. ‘Ter kokusu’ hepimize hayırlı, uğurlu olsun. Pırıl pırıl güneşin, canlanıp neşelenen doğanın yan etkisidir bu koku. Hayatı insana zindan eder, dünyanızı karartır. Hele kapalı bir mekândaysanız, kâbusunuz olur.

Öncelikle ter kokusunun çeşitlerinden bahsedelim efendim. Bildiğimiz üzere, ter kokusunun çeşitlenme sebeplerinden en önemlisi zıkkımlanılan gıdalarla ilgilidir.

Mesela, for eksampıl; beyefendi akşam içmiş, z.çmış, eğlencenin dibine vurmuş. Geceyi de çorbacıda noktalamış. İşkembe çorbası. Ağzının kokusunu geçtim, onu karısı düşünsün. Lakin o nasıl bir terdir ki, sarımsağa yatırılmış b.k gibi kokar. Şimdi bu adamın bir de ayakta olduğunu, ve tam da sizin oturduğunuz koltuğun dibinde durmuş olduğunu, bir de bu yetmezmiş gibi kolunu kaldırıp yukarıdaki tutaçlardan tutunduğunu düşünün. Düşünün düşünün. Düşüncesi bile yetti değil mi?

Sonra ki grup, fazlaca soğan tüketen şahsiyetlerin oluşturduğu soğanlı ter kokusu grubudur ki, bu kokunun tarif edilmesi imkansızdır, ancak yaşayarak bilinir. Zannederim, hepimizin bunlardan bir-iki tanesiyle bir gün, bir yerlerde karşılaşmışlığı vardır. Karşılaşmamışsak da, yaz bitmeden karşılaşacağızdır ve koklaşacağızdır. Kavrulmuş soğanın, birkaç gün güneş altında demlendirilmiş, kokuşmuş halini hatırlatır bu koku bize.

Bir başka müstesna ter kokumuz da, Kayseri dolaylarından nefasetli bir yiyeceğimiz olan pastırmayı çok sevenler tarafından üretilen kokudur. Pastırmanın lezzetinin yanında bilinen bir başka özelliği de yiyen kişinin, ortama pastırma yediğine dair mutlaka bir iz bırakmasıdır. Özellikle helalarda yoğun bir şekilde kendini hissettiren bu tip arkadaşların teri de aynı ç.işi gibi kesif bir pastırma esintisi taşır.

Sabahları duş alma, deodorant kullanma, suya sabuna dokunma gibi alışkanlıkları gereksiz, vakit kaybı diye nitelendiren bir kesim var ki, gerçekten aynı ortamda bulunmak, hele de koku manyağı biriyseniz çok zor. Ve maalesef bu insanlarla ister istemez bir yerlerde kesişir yolunuz. Burnunuzu kapatmak, yüzüne acı acı bakmak, ağzınızı buruşturmak suretiyle anlatmaya çalışırsınız. Oysa onun umuru bile değildir. Nasıl yani? Kendi kokusunu duymuyor olabilir mi bir insan evladı? E sıfatına karşı da “kokuyorsun hemşerim” denmez ki.

O halde bununla ilgili ne yapılabilir diye çok düşündüm, çok kafa patlattım. Uykularımı haram, gecelerimi ziyan ettim. Sonunda buldum. Evet, ben buldum. E ne edeyim, bünye zekâ küpü.

Diyelim ki, neşe içinde otobüse bindiniz, ya da püfür püfür bir vapur yolculuğu yapmaktasınız, ya da bir kayfede oturmuş soğuk drinkinizi alıyorsunuz. İçeriye son derece kötü kokulu bir şahsiyet giriş yaptı. Anınızı berbat etmesine müsaade etmiyorsunuz. Hemen arıyorsunuz 9999 TEKOMAT’ı (Ter kokusuyla mücadele hattı) derhal ekip geliyor. Ekip üyelerinin en kısası 1.90 boyunda, en zayıfı 120 kilo. Önce şahısı yaka paça tutuyorlar, sonra tazyikli suyla bir güzel dezenfekte ediyorlar ve hava tutarak kurutuyorlar. Daha sonra da basıyorlar güzel kokulu, ozon dostu bir deodorantı. Oluyor da bitiyor işte. Misss misss...

Ne dersiniz, olmaz mı?

29 Temmuz 2008 Salı

HAYIRLI KANDİLLER

Bu güzel fotoğraf için gönlü güzel dostum Murat'a teşekkür ederim.


Bu sabah sağanağa açtık gözlerimizi. Bu sabah rahmet, bereket yağdı üzerimize. Bu sabah yağmur telaşı karıştı rutin sabah telaşlarımıza. Islandık, serinledik, ferahladık bu sabah.

Göğün gözyaşları, göz yaşlarımıza karıştı bu sabah.

Ne desek, ne anlatsak boş.

Rabbim zalimlere fırsat verme. Rabbim vatanımızı, milletimizi sen koru. Rabbim kaybettiklerimizin acısına yenilerini ekletme.

Rabbim yüreği paslı olanları ıslah eyle, ıslah etmiyorsan Kahhar adınla kahreyle.

Bu gece yağmur yağdır Rabbim tüm yüreklere. Bu gecenin hayrından cümlemize nasip eyle.

Dualarda buluşmak dileğiyle…
Kandiliniz mübarek olsun dostlar.

27 Temmuz 2008 Pazar

OLUR BÖYLE VAKALAR


Zırrrrrrr…..
(Telefon acı acı(!) çalmaktadır. Açar İncegül kişisi kibarca. )
Heee… Ne var oğlum, işim başımdan aşmış, çabucak söyle!
Anneeee…
Heeee… nasıl geçti maçınız çocuuum?
Berbat anne yaaa.
Niyekine çocuuum? Fark mı yediniz?
Yok da… Telefonum çalındı.
Nasıl yani?
Soyunma odasından yürütmüşler anne.
Çüşşşş! Bak yürüyen telefonmuş. Sen kıymetini bilemedindi, elin evladı nasıl da yürütmüş. Efferim.
____________________________

(Bir karakol)
Şey bu karakol taşınıyor mu?
Çocuk şubesi olduk hanfendü.
İyi ya, alın bu sıpayı o zaman. Yatsın bi kaç sene içeride de, telefonunu çaldırmak neymiş öğrensin.
Anneeee…
_________________________

(Bir başka karakol)
Pardon memur bey, bizim telefonumuz çalındı da, başımızı hangi taşlara vursak diye size danışacaktık.
Hanfendi, savcılığa müracaat edin. Bizim yapabileceğimiz bi’şey yoktur.
E iyi ya... Düşelim o halde yollara da, halledelim ne zıkkımsa.
___________________________
(Yollar aç kurtlarla, tehlikelerle doludur)

Bak şu terbiyesize, nasıl da bakıyor kıza yiyecek gibi.
Anne bırak bize ne?
Olur mu hiç bize ne? 'Bana dokanmayan yılan bin yaşasın' mantığından geldi başımıza ne geldiyse. Tutma beni. Ne bakıyosun amca? Kızın yaşında görmüyon mu? Utanmıyosun da hiç!
Anne, bak biz karakolluk olucaz senin yüzünden… Yürüsene.
___________________________
(Yollar, taşla, toprakla, hatta odunlarla doludur)
Hatun, hatuuunnnn! Şakır şakır halı yıkıyosun hâlâ yahu. Yakında yüzünü yıkamaya su bulamıycan, o zaman silersin elini yüzünü tertemiz halılarına. Hiç mi televizyon seyretmiyosunuz, hiç mi bi’şeyden haberiniz yok? Kendini düşünmüyosun, bari çocuklarını düşün.


Vıdı vıdı vıdı vıdı…. Diy diy diy diy… gıy gıy gıy gıy…

Hem suçlu, hem güçlü işte ne diyecen? Bi' de nasıl haklıymış gibi konuşuyor. Pişkinnnn, paççozzzz... Aslında senin kafanı alıp o köpüklere gömmek var ya, ben hanımefendi çizgimden kaymak istemiyorum. Ben bunu şikayet edicem oğlum, başka çare bırakmadı bana, şahitsin.

Anne, sağa sola bulaşıp durmasana yahu! Valla bi gün fena dayak yiyeceksin, ben de geçicem karşıya, çekirdeğimi de alıcam bakkaldan, bi güzel seyredicem.

Nankör evlat, besledim, büyüttüm, bu boya getirdim. Ahan da bana tepeden bakıyorsun. Sana güveniyorum ben bir de, oğlum korur beni diye…

Bana ne anne ya, kocaman kadınsın, yaptığın şeylerin sonuçlarına tek başına göğüs germeyi öğrenmelisin artık.

Heeee… İyi o zaman... Çekirdeğin kabuklarını yerlere atma! Gebertirim!

__________________________________
(Sonunda, Adliye)
Anne, şimdi sorgu odasına alacaklar ya seni.
Seni de alacaklar.
Senin sabıkan falan çıkarmış, tutuklarlarmış bir de. Babamı ararım, annemi içeri attılar diye. O da gelir, temiz çamaşır filan getirir. Oğuz ağlar… Yazık.
Annem, ağzından bal damlıyor he. Seni de sorgu odasında tabureye oturturlarmış, gözüne de lambayı dayarlarmış. Artık Filistin askısı mı istersin, buz gibi kokakola mı? Hangisini beğenirsen…
Aaaa… bi de kola mı ısmarlıycaklar? Ne güzel.
Heee ısmarlayacaklar. Ama boş şişe. Gerçi artık kutu kola var, hem de laytı neyin çıktı. Sen nereden bilecen, o canım kola şişelerini? (Bak yine nostalji yaptım)
Annecim
Hııı, söyle kara gözlüm…
“Adalet mülkün temelidir” he, bunu iyi belle.
_________________________________

Hayatımızda ilk defa tanıştık adliye koridorlarıyla. Allah kimseyi mecbur etmesin. Gittim, gördüm. Sizin için yerinde inceledim. Hepsi okumuş çocuklar. Gencecik avukatlar, güler yüzlü, şakacı savcılar, mini etekli, çıtı pıtı memur kızlar, kokoş hatunlar…

Bizim için bekletilmek hariç, eğlenceli bir deneyimdi. Lakin, kolunda kelepçeyle dolaşanlar, gözyaşlarıyla polislerin arasında oturanlar, akıbetini bilememenin endişesiyle, donuk donuk önüne bakanlar için bizim kadar hoş değildi elbette.

Hele “serbest miyim şimdi” diye, polislere sarılıp, göz yaşlarına boğulan gencecik delikanlı, kimin yüreğini acıtmazdı ki, benim acıtmasındı.

Telefonun bulunması umudu pek yok aslında. Yani bu yakınlarda geçmez elimize. Belki bir, belki iki yıl sonra. Lakin, benim yavrumun harçlıklarından biriktirip aldığı, kendi emeğini kattığı o telefon kimselere yâr olmasın. Hurda da olsa geri dönsün, çöpe atayım.

Ulen zırtapozlar, siz kiminle dans ettiğinizin farkında mısınız leyyyn? Bak sinirlendim şimdi.

25 Temmuz 2008 Cuma

TEKNİK BİR ARIZA


Sevgili Günlük;

Zaman ne de hızlı akıyor değil mi? Bir ay olmuş tatili bitirip koşturmacalı, zıplamacalı hayatıma geri döneli. Bu süre içinde bir çok şey oldu aslında. Sırayla, hem kendimin, hem de memleketimin gündemindeki gelişmelerden dem vuracağım ilerleyen vakitlerde. Lakin öncelikle sana biraz teknolojik bilgi vereceğim canım. Cahil kalma… Şaşırma… Buyur, buradan oku;

Bilen bilir, bilmeyen de şimdi öğrenir; ‘Reader’ diye bi’ teknolojik zımbırtı varmış. İnsanlar sevdikleri siteleri buradan takip edebiliyorlarmış. Yani yeni yazı yayınlanınca bu ‘Reader’ dost seni uyarıyor “haydi koş, bak seninki döktürmüş yine” diye haber veriyormuş. Lakin bir yan etkisi varmış her teknolojik gelişme gibi bunun da; Diyelim ki bir gün kafan çok kızdı ‘ulen bi daha yazı mazı yok size, dağılın leyyyyn, bırakıyorum blogger olmayı, bundan kelli evimin kadını, yavrularımın anası olacağım’ dedin, astın postu. İki dakka sonra pişman oldun “yeminimi bozdum leyyyn” diye hönkürüp, sildin yazdıklarını… Olmuyormuş işte öyle. Bu seni takip eden vefakâr ve de nimetşinas okur kitlen bunları görüyormuş ve sana küsüveriyorlarmış. Silsen de bi’şeye yaramıyormuş yani. Son pişmanlık kimseye fayda vermez bildiğin üzere.

Ben teknoloci fukarası, internet özürlüsü, taş devri hatunu bunları nereden mi biliyorum? Bir önceki paragrafın ‘mişli geçmiş zaman’ kipinde yazılmış olmasından da anlaşılacağı üzere; İşte bu tatlı hatun anlattı. He ben sana niye mi anlattım? Açıklayayım:

Şimdi bendeniz İncegül gişisi, günlerden bir gün “ahan da böyle bi site var, bak çok eğlenceli, n’oolur sen de yap” gazına gelip, kendim kendime çok benzeyen ünlü şahsiyetleri bulmaya karar verdim. N’oolacaktı? Bulsam neyime yarayacaktı? Başım göğe mi erecekti? Şah idim de şahbaz mı olacaktım? Hoolivud yönetmenleri peşime düşecek, bu ünlülerin dublörlüğünü mü teklif edeceklerdi? Neyime gerekti? O anda gözlerim kararmış, hiçbir şey düşünemez olmuştum. Tamamdı. Yapacaktım. Teknolociyi bi’ yerlerinden yakalayacaktım. Lakin dikkat etmeliydim ki, elimde kalmasındı.

Yapmıştım, olmuştu valla. eserimi birileriyle paylaşmalı, övgüleri kabul etmeli ve kendimle gurur duymalıydım. Hemen en yakındaki kurban olan gmemuzin kişisine meyil atmalıydım. Ama heyhat, teknolociyle hislerimiz karşılıklıydı. Daha evvel yaşadığım, çamaşır makinesinin yüzüme sabunlu su püskürtmesi, bulaşık makinesi kapağının ayağıma düşmesi, fax makinesinin camının elimde kalması gibi deneyimlerimden sonra, teknolocinin de beni, en az benim onu sevdiğim kadar sevdiğine kanaat getirmiş idim. Yine de hayat bu, belli mi olurdu.

İşte ben mail atmak yerine, bu hazırlamış olduğum harika, süper ötesi şablonu bloga atmış idim yanlışlıkla. Bi' de utanmadan direkt yayınlamış idim. Bunu nasıl mı anladım? ‘Postuna tükürdüğüm hatun, postunuz başarıyla yayılmıştır!’ ibaresinden.

Hemen mekâna koşup, kaldırdım resmi. Lakin çok geçti artık. Beni bu ‘Reader’ zımbırtısından takip eden yirmi altı kişi – sayısını nasıl anladığını sormayı unutmuşum bak- görüvermişler ve görmeye devam etmektelermiş muhteşem, inanılmaz, dayanılmaz, cazibeli güzelliğimi. Ben hala saf saf “ oh be, geç olmadan kaldırabildim” diye sevinedururken hem de.

E ne edelim? Blogların bir bir tatile girdiği, sıcaklardan, milletin değil bilgisayar başına oturup yazı okumak, yanından bile geçmeye hali olmadığı bir dönemde beni bu ‘Reader’ denen zımbırtıdan takip etme lütfunda bulunan, sadakatli, vefalı, cefalı ve de çok değerli arkadaşlarıma sevgi, saygı ve teşekkürlerimi sunar, kendilerine deşifre olmaktan mutluluk duyarım efenim. Eeee emek veren kazanır nitekim!

Şimdiiii… Tek tek dökülün bakem, benim canlarım. Kimsiniz siz?

Böyle de bağlarım işte günlük. Kahrolmayayım ben emi?

21 Temmuz 2008 Pazartesi

BİR KÖY MASALI / PART 4 - İNCEGÜL FECİ NOSTALJİ YAPIYOR






















Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi, tıpkı en güzel anılarımda olduğu gibi, babam bizi alıp, doğduğumuz köye götürüyordu. Babamın ve benim doğduğumuz o cennet köşesine. Aradaki yol o kadar güzeldi ki, yürüyerek gitmeyi çok istiyorduk. Lakin emmi oğlu, sıcakta çoluk çocuk yorulursunuz diye arabayla götürdü bizi. Yine de yolun güzelliğini seyretmeye engel değildi ki bu…

Bir bir canlanıyordu hatıralar köye yaklaştıkça. Her adım daha da yakınlaştırıyordu o güzel, o kaygısız günleri. Ah benim çocuk günlerim! Ah benim sebepsiz sevinçlerim! Ah benim hüzünsüz hüzünlerim! Yeniden benimleydi işte. Ayaklarıma değil yüreğime değiyordu toprağım.

O kadar güzeldi ki burası... Hatırladığım kadar güzel. İstanbul yanarken şehrin sıcağına inat deniz kokulu serin bir esinti karşıladı bizi. Sırtımızda hırkalarla oturup çay içtiğimiz çardakta, beni artık yiyin diye saçlarımıza değiyordu dutlar. Yaprak yaprak asmalar, erken kiraz, sarı kiraz, vişne çiçekleri, sonsuz sayıda papatya, hatta ayağıma takılan dikenler bile bir başka güzellikti. Her bir karışında bin tane anım vardı bu toprakların.

Ahşap balkondan harmana bakarken, sanki emmim öküzleri dehliyordu yine. “Ha” diyordu, “ha oğlum, gayret” Güneş tepesinde, kasketi başındaydı yine sanki. Oysa ne emmim vardı artık, ne o öküzler, ne de düven kalmıştı. Beyaz at bile gitmişti. Teknoloji gelmişti buralara da. Hop diye alıyordu harmanı. Ekini bir yana, buğdayı bir yana savuruveriyordu patoz denen illet. Emmim yaşasaydı, sevinirdi evlatlarının aynı sıkıntıları çekmemesine. Bizim gibi hayıflanmazdı “çocuklarım o günleri göremedi, yazık” diye. Bizim için eğlenceydi zira o harman. Bir çeşit oyun alanıydı… Zaten çocuklukta dünya da bir oyun alanıydı.

İşte benim çocuklarım köy çocuklarıyla bir olmuş top koşturuyordu şimdi, benim düvene bindiğim yerde. Ah bir de armutlar göğerseydi. Harmanın kendine has saman kokusuna karışsaydı mis gibi armut kokusu. Lakin erkendi daha. Olsundu. Oyun alanıydı çocuklukta dünya ve mis kokardı her yer çocuklukta.

Taş fırından ekmek kokuları yükselmeye başladığında vakit öğleyi bulmuştu. Güneş en tepeye çıkmış ama yakmıyordu. Güzelim memleketimin, güzelim güneşi bile başkaydı sanki. Sıcak, insaflı, vicdanlı, cana yakın. Taş fırının önüne dizilmiş boy boy çocukların içinde elbette benim miniciğim de vardı. Oturmuş, çıkacak ekmekten pay almak için beklemekteydi. Ellerinin yanmasına aldırmadan, iştahla yediler birer parça köy ekmeğini. Ben ahşap balkonda, gözlerimde yaş, gönlümde bir garip sızı, onlara bakıyordum. Ben çocuktum bir zamanlar, o benim çocuğumdu şimdi, ben onun çocukluğunda kendimi buluyor, o kara gözlerde yeniden çocuk oluyordum.

Sonra kurbaklı göle geldi sıra. Yüzyıllar geçmişti üzerinden sanki, ya da dündü. Zaman, mekan, her şey birbirine karışmıştı beynimde. Televizyon olmadığından radyo çalardı her evde sabah akşam. Pil de bol olurdu. Biz de o pillerin ortasından ipi bağlar, salardık göle. Kimi zaman kurbaklara da denk gelirdi. Bize de “yapmayın” derlerdi o zaman. "Düşersiniz, kirlenirsiniz, kurbağalara değmeyin siğil olursunuz..." Dinler miydik?

"Anne, ben de pil vurucam kurbakların kafalarına" dedi benimki. Ve zaman bu gün oldu birden. Çocuk olmaktan vazgeçip anne olmam gerekiyordu. "Hayır" demeli miydim? "Düşersin, kirlenirsin, siğil olursun..." Sanırım süper anne olmaya çalışmaktan ziyade, kendini onların yerine koyabilmek, onların ruhunda çocukluğu tadabilmekti anne olmayı güzel yapan. Biz de kurbakların canını yakmadan, gölün tadını çıkardık birlikte.

Sonrasında, oğlumu alıp, doğduğum eve götürdüm. Yıllardır oturan kimse olmayınca etrafını dikenler, otlar sarmıştı. Boğuşarak, zar zor ulaşabildik kapısının yakınlarına. Evcilik oynadığım, düzlük de kaybolmuş, kendini ulaşılması zor bir yeşile teslim etmişti. Kiraz ağacı duruyordu ama. Bir kiraz bu kadar minik, bu kadar kırmızı ve bu kadar tatlı olabilir miydi? Dallardan toplayabildiğimle, kendi çocukluğumun lezzetini, kendi çocuğumun damağına yerleştirdim. Artık o evi ve o kiraz ağacını asla unutmayacaktı, biliyordum. Anılar, koku, lezzet ve renklerden oluşurdu, bunu çok iyi anlamıştım bunca yılda. Ve birisi bana "her ne kadarsa, kalan ömrünü buralarda geçir" deyiverseydi...

Sonraki birkaç gün, bolca sohbet, bolca gezinti, bolca yemek ve bolca kahkahayla geçti. Çocuklarım odun kesmekten sığır gütmeye, yerdeki papatyaları yolup saksıya dikmekten, tohum ayıklayıp tarlaya ekmeye, oyun evine tırmanmaktan ahır önlerine asıncak kurmaya kadar bir çok etkinliğe katıldılar ve zannımca çok mutlu oldular. Hatta küçük sıpam, bir ara dayımla pazarlık yapıyordu. Okullar açılana kadar kalacak, her gün inekleri güdecek, tohum ayıklayacak, karşılığında yemek ve temiz çamaşır alacaktı. He bir de maaş elbette. Çok değil canım, haftalık yüz yetale… Ayrıca eşeğe odun sararsa pirim olarak günlük on yetale.

Ayrılmak çok güç oldu. Sevdiklerimden, harmandan, taş fırından, papatyalardan, yeşilden, maviden, rüzgardan, buluttan, arap öküzden, benekli danadan, giderbeyden ve en fazla da çocukluğumdan.

Son gün bir garip hüzün çöktü üzerime. Deli gibi dolaşıp durdum. Son kez görmek, koklamak istiyordum köyümü. Her detayı ayrı ayrı kazıdım gönlüme. Hiç unutmak istemiyordum. Bir daha geldiğimde, bıraktığım gibi bulmak istiyordum her şeyi.

Annemle yoğun mücadelelerimiz sonunda, o kazanmış ve kazadan kalkan otobüslerden birine, üstelik de gündüz binmiştik. Tamam yolu seyretmek güzel olabilirdi, lakin bu yaz sıcağında, havalandırması taş devrinden kalma, eski bir otobüsle seyahat etmek, üstelik çoluk çocukla, hepimizi perişan edecekti biliyordum. Ama annem bunu yaşayarak test etmek istedi.

Daha yolculuğun üçüncü dakikasında, yer götürü konuksal herifimiz ‘kusuk poşeti’ dağıtmaya başlayınca “heh” dedim “dakika bir, gol iki, var bir pislik bu işte." Adam biliyor güttüğü koyunu. Kim bilir ne tiksinç bir yolculuk bizi bekliyor ki, şimdiden poşete soktular hayallerimizi. "Yok biz almayalım, benim onu görünce bile midem kalkar. Üstelik ne çocuklarım, ne de ben kusmayız öyle ortalık yerde" diye kibarca reddettim kendisini.

Yolculuğun beşinci dakikasında ön çarpraz koltuktan öğürtüler, böğürtüler, sonrasında da kükremeler gelmeye başladı. Gayri ihtiyari kafamı çevirip bakmamla, gözlerimi sıkı sıkı kapatmam bir oldu. Yahu bi yola çıksaydık önce, sonra kusardınız. Daha çok saatler var önümüzde, bu ne acele? “Poşet dağıttılar o kadar, ayıp olmasın, hemi de ziyan olmasın” diye düşündü zahir. Zira bir insan evladının kusma potansiyeli nedir diye düşündürten bir performans sergiledi hatun ve yol boyu sürekli bu eylemi sürdürdü. Durmadan şikayet ediyordum. En çok da anneme…

“Anne, bu kadın habire kusuyo yaaa.”
“Kusar kızım, tövbe tövbe. Kadının ağzına bant mı takalım? Sen de taktın he”
“Bak anne, çöp kutusu da tam benim yanımda, bana konteynır yanı koltuk vermişler, üstelik geriye yatmıyor, zımbırtısı kırık. Eğer o poşeti buraya atmaya kalkarsa, kafasına fırlatıveririm, sonra deli kız yine dellendi demeyin.”
“Tamam tamam, zaten ne var ne yok çıkardı baksana, daha kusmaz. Hadi biraz uyu.”

Öğlen vakti olduğunda, havalandırmalardan kaynar hava üflemeye başladı. Üstelik, bir de Hak.kı Bu.lut çalmaktaydı fonda. Tek tesellim, muhteşem güzellikteki manzaralardı. Yer götürü konuksal herif habire elinde kusuk poşetleriyle geliyordu. Almayacam kardeşim yahu. Al kendin kullan çok meraklıysan. “Poşet getireceğine, kolonya neyin ikram etsene kardeş” dedim kendisine, son derece keskin bir bakışla. Yol boyu da söylenip durdum. Annem, “kızım yeter artık, biraz uyusan ya” diye dellenmemi engellemeye çalışıyor, bir yandan da çenemi kapatmamı sağlamak istiyordu.

Zavallı yavrucaklarım, terden sırılsıklam olmuşlardı. Miniğim, uyuyamıyordu sıcaktan. Neyse ki mola imdadımıza yetişti. Hemen el yüz yıkandı, dondurmalar yenildi. Kocayla konuşulup, geliyoruz biz denildi. Moraller biraz tazelendi. Tekrar o eziyetli yolculuğa çıkılmak istenmedi. Hep molada kalma işi ciddi ciddi düşünüldü. Yüzyıllar önce bindiğim uzun yol otobüslerini bile arattı bu meret bana yahu! Hey gidi çocukluğumun haşlak yumurta kokulu yolculukları!

Sapanca gölünde verdiğimiz ikinci molanın bittiğini ne dediğini asla anlayamadığım bir anonsla bildirdiklerinde artık daha fazla yolculuk etmek istemediğime ve burada ikamet etmek istediğime karar verdim. “Siz gidin, hayırlı yolculuklarınız ossun” diye el salladım kalkmak üzere olan otobüse. Püfür püfür havayı, muhteşem göl manzarasını bırakıp, o saunadan bozma, solaryumdan restore çok oturgaçlı götürmeyegeçe binmek istemiyordum. Muhtemelen "deli herhal, ilişmeyelim" diye düşünüp, beklediler yine de. Ya da annem bekletti bilemiyorum.

Akşam altı otuz civarı İstanbul’da olduğumuz halde, ancak on gibi eve varabildik. Gözünü sevdiğim İstanbul trafiği. Kardeşcikler, gelincikler herkes bir araya geldi. En son koca kişisi teşrif etti. Özlenenlerle, özleyenlerle hasret giderildi. Kalbinin bir yarısı memlekette kalsa da diğer yarısının burada olduğu anlaşıldı. İnsanın sevdicekleri neredeyse, yuvası, memleketi orasıydı.

Bir tokat yedim, kendime geldim. Bir hafta süren tatlı bir düş gördüm ya da. Sanırım beni epeyce bir süre mutlu edecek güzel bir memleket gezisiydi. Dönüş yolculuğunu bile gülümseyerek anıyorum şimdi. O kadar yani…

The End
Son Not: Fotoğraflar İstanbul'a dönüş yolu görüntüleridir. Sadece son resim, liselimin doğduğum köydeki ahşap balkonda duta dalarken yakalayıp çektiğim resmidir. Kurbaklı gölün, fırında pişirilen ekmeklerin, doğduğum evin, takanın resimleri bir ara mutlaka yayınlanacaktır. Benim bilgisıyır, yine sıyırdığından sonraya kalmıştır. Kendisini yepyeni bir laptopla değiştirmekle tehdit ediyorum şu sıra. Çaktırmayın, sadece tehdit. Yok böyle bi'şey!

16 Temmuz 2008 Çarşamba

BİR KÖY MASALI / PART 3 - İNCEGÜL VE YAVRULARI MEYVE TOPLUYOR




















Yıllar evvel, ben küçük, benim bigbrother benden de küçük… Bir horoz sevmiştik. Kafasının şekli Amerikan tıraşına benzer, bir beyaz horozdu. Gereksiz, vakitsiz, her daim öter dururdu. Köy yerinde sabahları ötmeliydi oysa ki horoz dediğin. Ananeme “bizim olsun” dedik. Bigbrother, “ben onu İstanbul’a götüreyim” dedi. Ananem “alın sizin olsun” dedi, “yanınıza katıvereyim” dedi.

Gitme vakti geldiğinde, biz horozumuzu istedik. Heyecanlıydık… Horozumuzu alıp evimize götürecektik. O uyandıracaktı bizi her sabah. Okula uğurlayacaktı belki de. “Anane getirsen ya artık” diye direttik. Ananem onu bizim için bir poşetin içine koyup getirdi. Kesilmiş, temizlenmiş, pişirilmiş… Amerikan tıraşlı, beyaz horoz, bizimle İstanbul’a gelecekti. Kızarmış olarak… Kardeşim ağladı, çok ağladı. Ben gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İronikti… O gün ikimiz de şok olmuştuk. Çocuk kalbimiz için acıydı… Şimdi düşününce komikti de aslında. Mizah da böyle bir şeydi işte. Acıdan kotarılmış, hüzünden devşirilmiş, hayata göz kırpan bir şey…

Horoz sesiyle uyandığım ilk köy sabahımda, yatağın ortasına oturmuş bu anıyı hatırlıyordum, gülümseyerek. Günlerce uyumuştum sanki, öylesine dinlenmiştim. Sabahın altısıydı henüz ve benim midemde kıyılmalar bile başlamıştı ufaktan. Öğlene kadar dört tane burçak bisküviden başka bir şey kabul etmeyen bünye, kargalarla birlikte kahvaltı etme derdindeydi.

Ormanın, yeşilin bol olduğu yerde, sabahları serin ve temiz havayla dolar ciğerleriniz. İki kanat pencereyi açıp, çekebildiğim kadar çok çektim içime, toprak, çimen, çiçek, ağaç ve en çok da ıhlamur kokusunu. Yine uzunca bir süre hasret kalacağımı bilerek, yerleştirdim bütün o güzel kokuları belleğime. Sakacık sabah türküsüne başlamış, içli içli söylemekteydi. Sonra ona kirazcılar da eşlik ettiler. Sabah rüzgarı usul usul esip, sarıyı yeşile, yeşili maviye katıyordu bir yandan, bir yandan da tatlı hışırtılar armağan ediyordu kuşların eşsiz bestesine. Doğanın bu rengarenk senfonisi, yeryüzündeki en güzel müzikti kuşkusuz. Yeniden şehir gürültüsüne, beton grisine teslim etmeden önce, doldurmalıydım ruhumu bu doyumsuz eserle.

Taze demlenmiş çay kokusu, sabahın müjdecisidir ya, kokuyu takip ederek, ocak başında hazırlanmış sofrayı buldum. Minişim “anne köyde herkes çok zengin he” dedi. “Baksana, her evde şömine var.” İlahi oğlum, sen çok yaşa emi? O ocağın başında, dünyanın en lezzetli çayını sevdiklerinle paylaşmaktan daha büyük bir zenginlik var mıydı ki? Çocuk haklıydı.

Köy yerinde iş çoktur. Lakin bizim gibi avare takımının yapacağı iş, anca gezip, tozmak, peteğin, tezeğin resmini çekmektir. Bugün Geriş’e kiraza mı gitsek, Ağulu Boğaz’da ekin mi biçsek(!) diye hayati bir karar vermeye çalışırken, dayım imdadımıza yetişti. “Haydi biz Çukur’a gidiyoruz, siz de alın bir kap elinize, çilek toplarsınız” şeklinde harika bir öneri sundu bize.

Hep beraber Çukur’un yollarına düştük. Dayımlar ekinleriyle uğraşırken, biz gayet de zorluklar çekerek o minicik, eşsiz koku ve renkteki çilekleri devşirmeye başladık. Biz dediğime bakmayın; babamla ben çilek toplarken, benim sıpalardan büyük olanı başımızda dinelmiş “bak şurası dolu ordan toplayın, anne ezmeden toplasana” diye talimat veriyor, küçük ve ormantik olanı da çiçek topluyordu. “Oğlum, koparmasana çiçekleri, kime vereceksin onca alâmeti” desem de, adam Ali Şukufu’yu bile hiçe sayarak romantik eylemine devam etmekteydi. Bu arada, babacığımla biz, kan ter içinde bayırlardan çilek toplamaya devam ediyorduk. Epeyce bir süre böyle debelendiğimiz halde, bir türlü Liselimin elindeki kabı doldurmayı başaramamıştık. Vardı elbet bu işte bir bit yeniği, çıkardı nasılsa kokusu yakında.

Kokusundan önce, rengi çıktı. Bir tane bile çilek koparmadıkları halde, benim sıpaların elleri ağızları pespembe idi. Nedendi acep? “Oğlum, kaynağı burda, yesenize koparıp da. Şeer yerinde nerden bulup da toplayacaksınız a benim akıl küplerim? Bizim topladıklarımızı niye çalıyonuz?”
“Anne yaa, ben çiçek topluyom, şimdi uğraşamam”
“Anne, şimdi Ali Macit’le Ali Şukufu pikniğe neyin gelir, kırdım kango falan oluruz, neme lazım. Sen topla işte.”
“Ya bana musallat olursa bu Ali Şukufunuz? Benim canım yok mu?”
“Bişey olursa, biz sana bakarız annecim, üzülme sen”

Adına inat güzellikteki Çukur, uçsuz bucaksız gibi görünen bir kocaman yokuştu ve her bir parçası ayrı bir renk cümbüşüydü. Başak sarısı, fındık yeşili, çilek pembesi… Hele o çiçekler… Evde birkaç saksı çiçeği yaşatabilmek için yapmadığımız şebeklik kalmaz ya, kendini sunmuştu burada her türlü çiçek, selamsız, sabahsız, kaprissiz, nazsız. Her zerresinden ayrı bir mucize fışkırmıştı toprağın. Baktıkça büyüleniyor, büyülendikçe bakıyordu insan.

Öyle ağzı açık seyreylerken bu güzellikleri, kulağımda korkunç bir vozurtuyla olduğum yerde zıplamaya başladım. Ben, “heh işte, sonunda, kendisinden bu kadar bahsetmemize sinir yapan Ali Şukufu ve çekirdek ailesi, benim vücudumda yaşamaya karar verdiler” diye düşünürken, sevgili babacığım “ahan da sonunda beklenilen oldu, bizim kız toptan üşüttü” ifadesiyle yüzüme bakıyordu. “Babaaaa, kulağıma bişey kaçtı ya… Kurtar beni babaaaa” diye çırpınıyordum. Bir yandan da kulağıma parmağımı sokup duruyordum. Yaa işte, çocukların kulağına parmak sokmak neymiş anla şimdi, gaddar anne seni. Lakin o kadar tepinmeye, elimdeki çilekleri bırakmamış olmam da takdire şayandır, dikkatinizi celbederim efenim.

Neyse ki, yılların tecrübesi, yetenekli kişilik, sevgili babacığım, gömleğinin cebinde her daim hazır bulunan ve her türlü işe yarayan, çok fonksiyonlu kalemini çıkarıp, zavallı kelebekciğin yolunu açtı da, ben de ikinci hastanelik olma tehlikesini böylece atlatmış oldum. Ve babamın kalemi, fonksiyonlarına ‘kulağa kaçan kelebeği çıkarma’ özelliğini de eklemiş oldu.

Sonunda benim tatlı hırsızlarıma rağmen bir kutu çilek toplayabilmiş olmanın haklı gururuyla, dağ, bayır demeden vurduk kendimizi yollara. Artık köye dönme vakti gelmişti. Lakin gelirken dümdüz bir yoldan yürümüş olduğumuz halde, dönüşte tam bir dağ tırmanışı yapmamızı anlayamamıştı benim şehir bebeleri. Küçüğüm, dedesinden öğrendiği üzere elinde hep bir sopa taşıyordu. Lakin nedense hep dedesinin sopasındaydı gözü. Komşunun tavuğu komşuya kaz durumu yani. Büyüğümse sürekli, “dikkat edin, Ali Kamil’in sesini duydum sanki, ahan da Ali Şukufu şu fındığın dibinde” şekli yapıyor ve ‘kene’ sorunsalına farklı bir boyut kazandırıyordu.


Eve döndüğümüzde, bu çilek eyleminin bizi kesmediğini fark ettik. O halde hep birlikte bostandaki bodur kara duta dalma vakti gelmişti. Haydi civcivlerim, gidelim ve üzerimizi başımızı, elimizi ağzımızı dut lekesi yapalım!

Benim miniğim, yaklaşık bir metre uzunluğundaki ağacın doruğuna(!) tırmanmış, ben de her yanından salkım saçak olmuş dutları dallardan toplayıp kendisine veriyordum. Bir yandan da kendim tıkınıyordum. O kadar çok meyve vermişti ki bu minik ağaç, yemekle de, toplamakla da bitmiyordu. Bitirdiğimiz dallarda, arkamızı döndüğümüz anda yeniden dut çıkıyordu sanki. Dalından koparılıp yenen meyvenin ne kadar lezzetli ve doyumsuz bir şey olduğunu unutmuştum… Hatırladım. Yedikçe yiyorduk. Miniğim de koparıp koparıp bana vermeye başladı. Evlat elinden de bir başka tatlı oluyormuş bu meret. Artık karnımız ağrımaya başlayınca yemeyi kesip, evdekilere de götürmeye karar verdik. E bencil olmamak lazımdı değil mi? Bir de pınardan buz gibi su doldurmuştuk ki ibriğimize, içmelere doyulmaz.

Ertesi sabah, daha da heyecanlı uyandım. Doğduğum köye gidecektim. Doğduğum, hayal meyal hatırladığım evi görecektim yine. Belki kurbaklı göle pil salacaktım yeniden… Kim bilir?
To be continue

9 Temmuz 2008 Çarşamba

BİR KÖY MASALI / PART 2 - YİYEK GEZEK SEMİREK


Zaman hiç değmemişti buralara sanki. Dibinde saatlerce oynadığımız küçük ağaç bile yerli yerindeydi… Ve hâlâ küçüktü. Zaman insanlara da değmiyordu köy yerinde. Herkes aynıydı sanki. Hepsi bıraktığım gibiydi. Gençler aynı gençlikte, yaşlılar aynı ihtiyarlıkta. Yıllardır aynı çizgiler vardı yüzlerinde, ne bir eksik, ne bir fazla. Bir tek çocuklar büyümüşlerdi. Zaman, bir onları taşıyabilmişti kendisiyle birlikte. Bir tek onlar kapılmıştı o coşkun nehrin durmayan çağıltısına. Bir de yeni yüzler eklenmişti eskilerin olduğu o güzel tabloya. Yeni doğanlar, yeni gelenler…

Ya gidenler? Yeri hiç dolmayacak ananeciğim ve dayıcığım… Meydanda bize doğru koşar adım gelişi. “Ah oğul, gıymatlı oğul” diye sarılması, her daim mis gibi, çiçek gibi kokusu… Bu, sensiz ilk köy sabahım ananem. Yüreğimde bir koca boşluk… Dayımın maviş gözlerini arıyor bir de gözlerim; gözlerimde bir başka boşluk…

Meydanda bu sefer annem karşıladı bizi. Ne kadar da özlemişim mavişimi. Bir başka mavişim, pamuk saçlı, pamuk sakallı dedem de kapı önündeydi. Sarılmalar, koklaşmalar, ağlaşmalar, hasretli merhabalardan sonra eve geçildi. Sofra, daha biz gelmeden kurulmuş idi. “Yapmayın, etmeyin, daha yeni kahvaltı ettik” yakarmalarımıza aldırış edilmeden, yaka paça sofraya oturtulduk. Yengemin “anaa, bu kuş kadar yiyo be” diye diye tabağıma doldurduğu her çeşit yemekten –mecburen- yedikten sonra, koca bir karınla kalktım sofradan. Bu hoş geldin yemeğiydi elbet. Ve gerisi gelecekti, biliyordum.

“Abla, yol yorgunusun sen, banyo yap da azıcık uyu” teklifi, normal zamanda olsa seve seve kabul edeceğim bir öneriydi. Lakin, ben buraya yatmaya gelmemiştim. Daha görecek o kadar çok kişi ve yer vardı ki… Ve zaman o kadar azdı ki… Ben hep koşmalıydım, çünkü en azımdı zaman…

Yavrular anane ve dedesiyle hasret giderirken, ben de vurdum kendimi güzelim köyümün yollarına. Önce, iki tarafı yeşilliklerle bezeli, su şırıltılarının kuş seslerine karıştığı muhteşem bir yoldan yürüyüp, haminneme gittim. Yüz dört yaşında bir genç hatun. Sordu bana “Seni kocaya verdiler mi?” diye. Verdiler güzeller güzelim, vermezler mi? On yedi senedir koca kişisindeyim ben. Sonra, çok uzun zamandır görmediğim kocuman dayımla hasret giderdim, bir adam yetmiş yaşında filinta gibi delikanlı olur mu yahu? Maşallah yeşim gözlüme.

Sonra, bende dayı bol tabii, bir diğer dayım olan ve delişmen tarafımı muhtemelen bana hediye eden kişiliğin evinde aldım soluğu. Ben, dayım, yengem ve evdeki çoluk çombalak kaynaşırken, birden bir ciyaklama duydum ve oturduğum yerden fırladım. (Kurtlu dudu, otursana oturduğun yerde, sana ne değil mi?) Koşar adım ilerlerken, birden kapıdaki yarım metre civarındaki eşiğe takılmamla, hole yüzüstü kapaklanmam bir oldu. Bir yandan eşiğe içimden sayıp dökerken, bir yandan da eyvah diyordum, eyvah, ya kol, bacak kırıldıysa. Nasıl çıkarım ağaçların tepesine, nasıl doya doya gezerim köyümü?

Kolda bir küçük sıyrık, dizde koca bir morluk ve bilekte hafif bir ağrıyla atlattık neyse ki. Dakika bir, gol bir diye buna derler işte. Bütün ziyaretleri bitirdikten, elbette köye geleceğimi bilmediklerinden herkesi bir şaşırttıktan, hatta yeni yetmelerden beni tanımayanlara kendimi köyün ebe hemşiresi zannettirdikten sonra (tamamen istem dışı) eve geri döndüm.

Artık biraz uyuyabilirdim. Banyodan sonra, muhteşem manzaralı balkonun önüne attım kendimi. (Bkz. ilk resim) Bu esnada yavrularım, anneanne ve dedesiyle Gezerbey’e binmiş, epeyce uzakta olan teyzemlerin köyüne doğru yol almışlardı bile. Dermanım olsaydı, ben de onlarla gidecektim, ama uyku esir almıştı bünyeyi. On saatlik bir yola çıkacağı gecenin sabahı altı buçukta kalkmış, öğlene kadar çalışmış, öğleden sonra evde komple temizlik yapmış, o yolun bir dakikasında bile uyumamış, sonra gelip köyün altını üstüne getirmiş orta yaşlı bir insan evladı –eğer android falan değilse- daha ne kadar direnebilirdi ki uykunun onu çağıran yumuşak sesine? Gözlerimin önünde giderek kaybolan yeşil, ve kulağımda kirazcı kuşlarının tutturduğu o tatlı namelerle dalıvermişim bir rüya alemine.

Ne kadar uyuduğumu hatırlamıyorum. Evdeki üç güzel kızdan biri gelip, “abla hadi kalk, çay içelim” diyerek uyandırdığında, içimin üşüdüğünü ve çayın harika bir fikir olduğunu düşündüm. Beraberce alt kata indik, çayın yanında ful donatılmış bir sofra bizi beklemekteydi. Zeytinyağlı yaprak sarması, gözlemeler, börekler, ev yapımı peynir, pekmez, dağ çileğinden reçel, tereyağı, çeşit çeşit ekmek… Ama, ama… Ben sadece çay içecektim. Daha yeni yemedik miydi biz yemek?

Şikayet etmemek lazımdı. Taş olurdu insan. Büyük şeer sosyetesi bu organik yiyecekleri bulabilmek için ne sıkıntılar çekiyordu hem.

Her bir lokması ayrı bir emekti bu sofranın… Gerçek emek. Diken batığı yüreklerin, öpülesi nasırlı ellerin damla damla emeği vardı her bir sahanda. Şu bir dilim ekmek, tarlada ekindi en evvel, sonra oraktı, sıcaktı, terdi… Kavruk bir tendi. Buğday oluyordu bir çetin yoldan sonra, un oluyordu. En son köyümün kadınının elinde sıcacık bir ekmek…

Sütün, peynirin, yağın en tazesi, en nefisi sofrada seni bekliyordu da, kolay mıydı? İneğine en güzel otları bulacak, yedirecektin, her türlü kahrını çekecektin. Sen onu besleyecektin ki, o da seni beslesin. Neyse işte, markete gidip, “ver oradan yarım kilo tam yağlı beyaz peynirle, iki yüz elli gram rokfor” demeye benzemezdi bu işler!

Hep birlikte sofraya otururken, üç güzelden bir diğeri “abla akşam yemeğine ne yapalım” diye soruyordu. Anlaşılmıştı… İncegül çok yakında Kalıngül olarak çıkacaktı karşımıza…
To be contunie

3 Temmuz 2008 Perşembe

BİR KÖY MASALI / PART 1 - İNCEGÜL YOLLARDA




Ortalık yanıyor biliyorum. Çok sıcak, çok. Her bir yerde, herkeslerde bir yaz rehaveti, bir uyuşukluk, bir tembellik… Bu gidişe bir dur demek, sıcaktan bunalanları serinletmek maksadıyla müessesemiz sizi serin bir yerlere götürmeye karar vermiştir. Daha önce de söylemiştik, hizmette sınır tanımayız. Mis gibi dağ havasına, deniz kokusuna ne dersiniz? Haydi o zaman yolculuğa çıkıyoruz.

Kaptan şoförünüz İncegül gişisi ve yakışıklı hostlarınız (yer götürü konuksal herif) Mini ve Maksi, müessesemizi tercih eden siz sevgili yolcularımıza teşekkür eder, hayırlı yolculuklar diler.
_______________________________________________

Bir gece vakti düştük yollara ben ve sıpalarım. Geride bıraktık boynu bükük, benim koca ve de yavrularımın baba kişisini. Biraz hüzünlü de olsa güzel başladı yolculuğumuz. Geride kalanlara el sallamak, uzaklaşan şehrin kaybolan ışıklarını izlemek biraz burkar ya insanın içini, cız ettirir ya yüreğini… İşte öylesi bir hüzün bahsettiğim. Neyse ki, miniğim kendi sınırsız heyecanına, bitmez sorularıyla ortak etti de beni, bu tablo hemencecik keyifli bir yolculuğa bıraktı yerini. Sonu çoktandır özlenenlere varan, yeşil-siyah, uzunca bir yol vardı önümüzde…

Ezelinden sever(d)im uzun yolculukları. En fazla da molaları. Hey gidi, çocukluğumun haşlak yumurta kokulu tangır tungur otobüsleri… Uzun yolla ilgili tek sorunum, asla ve kat’a uyku tutmamasıdır ki, bu da bünyenin uyumak için mutlaka yere paralel bir platform üzerine konuşlanmak istemesinden kaynaklanır. Bu on saatlik yol uyumadan biter mi? Biter biter… Kitap neyin okuruz.

Oturgaçlı götürgeçimiz güzeldi. Koltuklar rahat, içerisi serindi. Güzel de kokuyordu, ki bu çok önemli. Çay, kahve ve top kek servisleri de yol boyu hiç eksik olmadı. Koydukları, içi geçmiş Rambo filmini saymazsak, güzel ve rahat bir yolculuktu. Hele dönüş yolculuğunun yanında först klas sayılırdı. Fekat biz bunu henüz bilmiyorduk. Son bölümde öğrenebilecektik ancak.

Liselim biraz rahatsız oldu aslında. Yanında oturan epeyce şişman amca, biri kucağında, biri ayağının dibinde yatan iki kızıyla kendisini azıcık sıkıştırdı. Hemen bizim önümüzde de bu yedi kişilik dev ailenin geri kalan dört ferdi iki kişilik koltuğa sığışmıştı. Gerçi bize bir zararları yok idi, lakin bir ara ayağımın altında yastık falan zannettiğim yumuşaklığın, ailenin en küçük kızı olduğunu fark ettiğimde, biraz ürktüm ne yalan söyleyeyim. İçim acıdı da yavrucağa… Atağa geçtim:

-Hanfendü pardon!
Saatlerdir, hem de o sıkışıklıkta horul horul uyumaktan şişmişti gözleri. İmrenerek, hayret ederek anıyorum kendisini. Dönüp baktı hanfendü ve kibarca “hı” dedi.
-Şey… kızınız ayağımızın altında da… (Yahu yazık yavrucağa, üzerinde de bembeyaz bir elbise ve beyaz çorap var, öyle de güzel uyuyor ki kerata, sanırsın beş yıldızlı otelin süitinde konaklamış)
-Afedersin canım. Hemen alıyorum. (Derhal eğilip koltuğun altına başını soktu ve inanılmaz bir hızla kızceyizi kollarından tuttuğu gibi kendi ayaklarının dibine çekti.)
-Ya ben onun için söylememiştim. Altına bişey falan serseydik hiç değilse… Rahat uyurdu…
(Ben böyle debelenirken hatun bilmem kaçınca uykusuna dalmıştı bile…)

Miniğim, ilk molanın hemen ardından kendini uykunun tatlı kollarına, tombik, tatlı başını da ana kucağının yumuşak huzuruna bırakıverdi. Bense kitabımı okumaya hazırlanırken ışıkların söndürülerek, oturgaçlı götürgeçimizin gece klübü kıvamına getirilmesine gıcık oldum. Yahu ben uyuyamam ki, sen ortamı loş etmişsin ne fayda? İsterse Adile Teyze gelsin, masal okusun, bana mısın demez ki. Zaten klima da fena üşüttü, burnum akmaya başladı. Uzun bir gece olacaktı, belliydi.

Ve sonunda gün ağardığında, dizlerimdeki tombik kafanın da ağırlığıyla bacaklarım tamamen uyuşmuş, uyuyamadan sabah etmiş olmanın sersemliğiyle kalakaldım. Küçümen yavrum, uykunun canına iyice okumuş olarak, geceleyin siyaha kapattığı gözlerini inanılmaz bir renk cümbüşüne açtı. Hayret nidaları ve soruları hiç ama hiç bitmedi. “Anne, ne kadar güzel buralar, anne ne kadar çok ağaç var, anne bu derelerin suyu nerede başlıyor, anne bu kadar çok inek ne işe yarayacak, anne bulutlara bak, nasıl değişik şekilleri var, anne bu evler neden böyle…” Bir de her kulağı pofladığında “anneee, benim rakumum yükseldi” deyip, yeni bir yorum getiriyordu olaya.

Sonunda ilçe merkezine gelmiş, böylece otobüs yolculuğumuzu sonlandırmıştık. Ancak yolculuğumuz bir süre daha devam etmek zorundaydı. Köye ulaşmak o kadar da kolay değildi.

Ben ve yavrularım, sabahın yedi buçuğunda, Karadeniz’in hırçın, tatlı sert, aşık olunası güzelliğini doyasıya yaşamak babında, denize sıfır bir pastanede aldık soluğu. Güzel ve tıka basa bir kahvaltıdan sonra, bizi götürecek minibüsün kalkış saatine kadar gezmeye karar verdik ve bu kararı uyguladık sonuna kadar. Böyle sükunlu sokaklara alışık olmayan yavrularım ilk şoku atlattıktan sonra, ağızlarıyla araba, seyyar satıcı ve bilumum sokak gürültüsünü çıkarmaya ve kendi doğal ortamlarını burada da oluşturmaya çalıştılarsa da, sonrasında annelerinin yardımıyla kendilerine geldiler. Ancak bir ara küçük sıpa büyük dananın sırtına atlıyor, büyük dana da küçüğü yere yatırmış ellerini tersten bağlamaya uğraşıyordu. Ambulansa bindirmeye çalışırken kendisine müdahale edebildim ancak. Sürekli tetikteydim, yavrularımın psikolojisi alt-üst olmuştu. Birinin diğerini tenhada sıkıştırma ihtimali yüksekti. Zaten her yer tenhaydı…

Biz Capon turist kıvamında otun potun resmini çekip, sersem sepelek dolaşırken, sonunda vakit geldi, minibüs ve biz düştük yeniden yollara. Yolların dokusu taşlarla, kimi yerde mıcırlarla bozuldukça, gözümüze dolan manzara daha da güzelleşiyordu. Yeşille mavi iç içe geçmiş, güneş yakmadan, insaflıca hem çiçekleri, hem içimizi aydınlatıyordu. Deniz yol boyu turkuvaz bir hayal gibiydi. Öylesine de sakin karşılıyordu sevdalısını. Biliyordu sanki benim ona olan sonsuz tutkumu. O kadar çok güzellik sunuyordu ki burada doğa, hangisini daha fazla sevse bilemiyordu yüreğim.

Güzel olduğu kadar zorludur köy yolları. Dönemeçli, virajlı… Adamın iflahını keser. Benim yavruların da rengi falan bir değişti elbette. Miniğimin rakumu yükseldi durdu. Ne de olsa şehir bebesiydi bunlar. Oysa biz çocukken, bu yollar daha da kötüydü ve de pat küt gidişinden dolayı adını “Pat Turist” koyduğumuz, külüstür bir minibüsle çıkılırdı köye. Önce bir eyvah, ardından bismillah çekilir, binmeye çalışılırdı yabani bir at misali... Daha açarken kapısının kolu elinde kalır, yürüdükçe tangır tungur sesler çıkarırdı bizim “Pat Turist” Koltuklar taş gibi sert, bir de her çukurda zıp zıp zıplamaktan mütevellit, po.ponda en az bir iki çürük olmazsa olmazdı. Üstelik sıcaktan bunalıp pencere açmaya kalksan, kapanıverirdi. Israr etmenin anlamı yoktu, sen açardın, Pat Turist kapatırdı penceresini.

Heyt gidinin İstanbul bebeleri! Gerçek dünyaya hoş geldiniz bakalım. Öyle mayışır kalırsınız işte. Neyse ki bir saat sürdü, sürmedi vardık. Vardık dediysem, köye değil. Dayım ve babamın bizi beklediği kazaya. Ki burası da köyümüze bir yarım saatten fazladır. Canım annem, zavallı babacığımla, küçümen dayımı sabahın altısında yollamıştı elbette. Oysa bizim gelmemiz on biri buldu. Ah annem, ne diyeyim ben sana? Burada biraz dinlendikten sonra yola çıkacaktık yine.

Tuttu mu yoksa sizi bu yolculuk. Liselim, kolonya ikram et yolcularımıza. Minişim, sen de su dağıt bakayım. Meraklanmayınız, bundan sonrasını açık havada gideceğiz. Nasıl mı? Takayla!

Küçüğüm, takayı görünce “anneee, yaşasın, buna mı binicez” diyerek çınlattı ortalığı. O kadar değişik ve güzel gelmişti ki, hepimiz bayıldık takaya. Adını da ‘Giderbey’ koyduk. Sonrasında atladık bu çok sevimli araca ve düştük köyümün yoluna. Artık iyice yaklaşmıştık. Heyecan, sevinç, huzur… Ne kadar duygu varsa karmakarışık olmuştu. Sanki bir rüya görüyordum. Evet, yıllardır nicesini gördüğüm köy düşlerimden biriydi belki de bu. Uzanıp, yolun kenarında büyümüş otlardan birini koparıverdim taka yoluna devam ederken. Burnuma götürüp kokusunu içime çektim. Yok yok rüya değildi belli ki. Lakin benim buna inanmam biraz zaman alacaktı.

İşte köy odası, bakkal, camii… İşte çocukluğumun oyun evleri… İşte harman… Hepsi yerli yerindeydi. Taka giderek yavaşlıyordu. İşte aşağıda çeşme… Bostan… Papatyalar… Hırıltısı da kesildi kesilecekti aracımızın. Evet, gelmiştim işte. Varmıştım sonunda. Önceki her şey silindi gözümden. Hayalimdeki manzaraların bir bir gerçeğe dönüşmesini izliyordum artık.

Giderbey durdu. Yolculuk bitti. Biletler yandı. Haydi geçmiş olsun…


To be continue…