3 Temmuz 2008 Perşembe

BİR KÖY MASALI / PART 1 - İNCEGÜL YOLLARDA




Ortalık yanıyor biliyorum. Çok sıcak, çok. Her bir yerde, herkeslerde bir yaz rehaveti, bir uyuşukluk, bir tembellik… Bu gidişe bir dur demek, sıcaktan bunalanları serinletmek maksadıyla müessesemiz sizi serin bir yerlere götürmeye karar vermiştir. Daha önce de söylemiştik, hizmette sınır tanımayız. Mis gibi dağ havasına, deniz kokusuna ne dersiniz? Haydi o zaman yolculuğa çıkıyoruz.

Kaptan şoförünüz İncegül gişisi ve yakışıklı hostlarınız (yer götürü konuksal herif) Mini ve Maksi, müessesemizi tercih eden siz sevgili yolcularımıza teşekkür eder, hayırlı yolculuklar diler.
_______________________________________________

Bir gece vakti düştük yollara ben ve sıpalarım. Geride bıraktık boynu bükük, benim koca ve de yavrularımın baba kişisini. Biraz hüzünlü de olsa güzel başladı yolculuğumuz. Geride kalanlara el sallamak, uzaklaşan şehrin kaybolan ışıklarını izlemek biraz burkar ya insanın içini, cız ettirir ya yüreğini… İşte öylesi bir hüzün bahsettiğim. Neyse ki, miniğim kendi sınırsız heyecanına, bitmez sorularıyla ortak etti de beni, bu tablo hemencecik keyifli bir yolculuğa bıraktı yerini. Sonu çoktandır özlenenlere varan, yeşil-siyah, uzunca bir yol vardı önümüzde…

Ezelinden sever(d)im uzun yolculukları. En fazla da molaları. Hey gidi, çocukluğumun haşlak yumurta kokulu tangır tungur otobüsleri… Uzun yolla ilgili tek sorunum, asla ve kat’a uyku tutmamasıdır ki, bu da bünyenin uyumak için mutlaka yere paralel bir platform üzerine konuşlanmak istemesinden kaynaklanır. Bu on saatlik yol uyumadan biter mi? Biter biter… Kitap neyin okuruz.

Oturgaçlı götürgeçimiz güzeldi. Koltuklar rahat, içerisi serindi. Güzel de kokuyordu, ki bu çok önemli. Çay, kahve ve top kek servisleri de yol boyu hiç eksik olmadı. Koydukları, içi geçmiş Rambo filmini saymazsak, güzel ve rahat bir yolculuktu. Hele dönüş yolculuğunun yanında först klas sayılırdı. Fekat biz bunu henüz bilmiyorduk. Son bölümde öğrenebilecektik ancak.

Liselim biraz rahatsız oldu aslında. Yanında oturan epeyce şişman amca, biri kucağında, biri ayağının dibinde yatan iki kızıyla kendisini azıcık sıkıştırdı. Hemen bizim önümüzde de bu yedi kişilik dev ailenin geri kalan dört ferdi iki kişilik koltuğa sığışmıştı. Gerçi bize bir zararları yok idi, lakin bir ara ayağımın altında yastık falan zannettiğim yumuşaklığın, ailenin en küçük kızı olduğunu fark ettiğimde, biraz ürktüm ne yalan söyleyeyim. İçim acıdı da yavrucağa… Atağa geçtim:

-Hanfendü pardon!
Saatlerdir, hem de o sıkışıklıkta horul horul uyumaktan şişmişti gözleri. İmrenerek, hayret ederek anıyorum kendisini. Dönüp baktı hanfendü ve kibarca “hı” dedi.
-Şey… kızınız ayağımızın altında da… (Yahu yazık yavrucağa, üzerinde de bembeyaz bir elbise ve beyaz çorap var, öyle de güzel uyuyor ki kerata, sanırsın beş yıldızlı otelin süitinde konaklamış)
-Afedersin canım. Hemen alıyorum. (Derhal eğilip koltuğun altına başını soktu ve inanılmaz bir hızla kızceyizi kollarından tuttuğu gibi kendi ayaklarının dibine çekti.)
-Ya ben onun için söylememiştim. Altına bişey falan serseydik hiç değilse… Rahat uyurdu…
(Ben böyle debelenirken hatun bilmem kaçınca uykusuna dalmıştı bile…)

Miniğim, ilk molanın hemen ardından kendini uykunun tatlı kollarına, tombik, tatlı başını da ana kucağının yumuşak huzuruna bırakıverdi. Bense kitabımı okumaya hazırlanırken ışıkların söndürülerek, oturgaçlı götürgeçimizin gece klübü kıvamına getirilmesine gıcık oldum. Yahu ben uyuyamam ki, sen ortamı loş etmişsin ne fayda? İsterse Adile Teyze gelsin, masal okusun, bana mısın demez ki. Zaten klima da fena üşüttü, burnum akmaya başladı. Uzun bir gece olacaktı, belliydi.

Ve sonunda gün ağardığında, dizlerimdeki tombik kafanın da ağırlığıyla bacaklarım tamamen uyuşmuş, uyuyamadan sabah etmiş olmanın sersemliğiyle kalakaldım. Küçümen yavrum, uykunun canına iyice okumuş olarak, geceleyin siyaha kapattığı gözlerini inanılmaz bir renk cümbüşüne açtı. Hayret nidaları ve soruları hiç ama hiç bitmedi. “Anne, ne kadar güzel buralar, anne ne kadar çok ağaç var, anne bu derelerin suyu nerede başlıyor, anne bu kadar çok inek ne işe yarayacak, anne bulutlara bak, nasıl değişik şekilleri var, anne bu evler neden böyle…” Bir de her kulağı pofladığında “anneee, benim rakumum yükseldi” deyip, yeni bir yorum getiriyordu olaya.

Sonunda ilçe merkezine gelmiş, böylece otobüs yolculuğumuzu sonlandırmıştık. Ancak yolculuğumuz bir süre daha devam etmek zorundaydı. Köye ulaşmak o kadar da kolay değildi.

Ben ve yavrularım, sabahın yedi buçuğunda, Karadeniz’in hırçın, tatlı sert, aşık olunası güzelliğini doyasıya yaşamak babında, denize sıfır bir pastanede aldık soluğu. Güzel ve tıka basa bir kahvaltıdan sonra, bizi götürecek minibüsün kalkış saatine kadar gezmeye karar verdik ve bu kararı uyguladık sonuna kadar. Böyle sükunlu sokaklara alışık olmayan yavrularım ilk şoku atlattıktan sonra, ağızlarıyla araba, seyyar satıcı ve bilumum sokak gürültüsünü çıkarmaya ve kendi doğal ortamlarını burada da oluşturmaya çalıştılarsa da, sonrasında annelerinin yardımıyla kendilerine geldiler. Ancak bir ara küçük sıpa büyük dananın sırtına atlıyor, büyük dana da küçüğü yere yatırmış ellerini tersten bağlamaya uğraşıyordu. Ambulansa bindirmeye çalışırken kendisine müdahale edebildim ancak. Sürekli tetikteydim, yavrularımın psikolojisi alt-üst olmuştu. Birinin diğerini tenhada sıkıştırma ihtimali yüksekti. Zaten her yer tenhaydı…

Biz Capon turist kıvamında otun potun resmini çekip, sersem sepelek dolaşırken, sonunda vakit geldi, minibüs ve biz düştük yeniden yollara. Yolların dokusu taşlarla, kimi yerde mıcırlarla bozuldukça, gözümüze dolan manzara daha da güzelleşiyordu. Yeşille mavi iç içe geçmiş, güneş yakmadan, insaflıca hem çiçekleri, hem içimizi aydınlatıyordu. Deniz yol boyu turkuvaz bir hayal gibiydi. Öylesine de sakin karşılıyordu sevdalısını. Biliyordu sanki benim ona olan sonsuz tutkumu. O kadar çok güzellik sunuyordu ki burada doğa, hangisini daha fazla sevse bilemiyordu yüreğim.

Güzel olduğu kadar zorludur köy yolları. Dönemeçli, virajlı… Adamın iflahını keser. Benim yavruların da rengi falan bir değişti elbette. Miniğimin rakumu yükseldi durdu. Ne de olsa şehir bebesiydi bunlar. Oysa biz çocukken, bu yollar daha da kötüydü ve de pat küt gidişinden dolayı adını “Pat Turist” koyduğumuz, külüstür bir minibüsle çıkılırdı köye. Önce bir eyvah, ardından bismillah çekilir, binmeye çalışılırdı yabani bir at misali... Daha açarken kapısının kolu elinde kalır, yürüdükçe tangır tungur sesler çıkarırdı bizim “Pat Turist” Koltuklar taş gibi sert, bir de her çukurda zıp zıp zıplamaktan mütevellit, po.ponda en az bir iki çürük olmazsa olmazdı. Üstelik sıcaktan bunalıp pencere açmaya kalksan, kapanıverirdi. Israr etmenin anlamı yoktu, sen açardın, Pat Turist kapatırdı penceresini.

Heyt gidinin İstanbul bebeleri! Gerçek dünyaya hoş geldiniz bakalım. Öyle mayışır kalırsınız işte. Neyse ki bir saat sürdü, sürmedi vardık. Vardık dediysem, köye değil. Dayım ve babamın bizi beklediği kazaya. Ki burası da köyümüze bir yarım saatten fazladır. Canım annem, zavallı babacığımla, küçümen dayımı sabahın altısında yollamıştı elbette. Oysa bizim gelmemiz on biri buldu. Ah annem, ne diyeyim ben sana? Burada biraz dinlendikten sonra yola çıkacaktık yine.

Tuttu mu yoksa sizi bu yolculuk. Liselim, kolonya ikram et yolcularımıza. Minişim, sen de su dağıt bakayım. Meraklanmayınız, bundan sonrasını açık havada gideceğiz. Nasıl mı? Takayla!

Küçüğüm, takayı görünce “anneee, yaşasın, buna mı binicez” diyerek çınlattı ortalığı. O kadar değişik ve güzel gelmişti ki, hepimiz bayıldık takaya. Adını da ‘Giderbey’ koyduk. Sonrasında atladık bu çok sevimli araca ve düştük köyümün yoluna. Artık iyice yaklaşmıştık. Heyecan, sevinç, huzur… Ne kadar duygu varsa karmakarışık olmuştu. Sanki bir rüya görüyordum. Evet, yıllardır nicesini gördüğüm köy düşlerimden biriydi belki de bu. Uzanıp, yolun kenarında büyümüş otlardan birini koparıverdim taka yoluna devam ederken. Burnuma götürüp kokusunu içime çektim. Yok yok rüya değildi belli ki. Lakin benim buna inanmam biraz zaman alacaktı.

İşte köy odası, bakkal, camii… İşte çocukluğumun oyun evleri… İşte harman… Hepsi yerli yerindeydi. Taka giderek yavaşlıyordu. İşte aşağıda çeşme… Bostan… Papatyalar… Hırıltısı da kesildi kesilecekti aracımızın. Evet, gelmiştim işte. Varmıştım sonunda. Önceki her şey silindi gözümden. Hayalimdeki manzaraların bir bir gerçeğe dönüşmesini izliyordum artık.

Giderbey durdu. Yolculuk bitti. Biletler yandı. Haydi geçmiş olsun…


To be continue…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder