9 Temmuz 2008 Çarşamba

BİR KÖY MASALI / PART 2 - YİYEK GEZEK SEMİREK


Zaman hiç değmemişti buralara sanki. Dibinde saatlerce oynadığımız küçük ağaç bile yerli yerindeydi… Ve hâlâ küçüktü. Zaman insanlara da değmiyordu köy yerinde. Herkes aynıydı sanki. Hepsi bıraktığım gibiydi. Gençler aynı gençlikte, yaşlılar aynı ihtiyarlıkta. Yıllardır aynı çizgiler vardı yüzlerinde, ne bir eksik, ne bir fazla. Bir tek çocuklar büyümüşlerdi. Zaman, bir onları taşıyabilmişti kendisiyle birlikte. Bir tek onlar kapılmıştı o coşkun nehrin durmayan çağıltısına. Bir de yeni yüzler eklenmişti eskilerin olduğu o güzel tabloya. Yeni doğanlar, yeni gelenler…

Ya gidenler? Yeri hiç dolmayacak ananeciğim ve dayıcığım… Meydanda bize doğru koşar adım gelişi. “Ah oğul, gıymatlı oğul” diye sarılması, her daim mis gibi, çiçek gibi kokusu… Bu, sensiz ilk köy sabahım ananem. Yüreğimde bir koca boşluk… Dayımın maviş gözlerini arıyor bir de gözlerim; gözlerimde bir başka boşluk…

Meydanda bu sefer annem karşıladı bizi. Ne kadar da özlemişim mavişimi. Bir başka mavişim, pamuk saçlı, pamuk sakallı dedem de kapı önündeydi. Sarılmalar, koklaşmalar, ağlaşmalar, hasretli merhabalardan sonra eve geçildi. Sofra, daha biz gelmeden kurulmuş idi. “Yapmayın, etmeyin, daha yeni kahvaltı ettik” yakarmalarımıza aldırış edilmeden, yaka paça sofraya oturtulduk. Yengemin “anaa, bu kuş kadar yiyo be” diye diye tabağıma doldurduğu her çeşit yemekten –mecburen- yedikten sonra, koca bir karınla kalktım sofradan. Bu hoş geldin yemeğiydi elbet. Ve gerisi gelecekti, biliyordum.

“Abla, yol yorgunusun sen, banyo yap da azıcık uyu” teklifi, normal zamanda olsa seve seve kabul edeceğim bir öneriydi. Lakin, ben buraya yatmaya gelmemiştim. Daha görecek o kadar çok kişi ve yer vardı ki… Ve zaman o kadar azdı ki… Ben hep koşmalıydım, çünkü en azımdı zaman…

Yavrular anane ve dedesiyle hasret giderirken, ben de vurdum kendimi güzelim köyümün yollarına. Önce, iki tarafı yeşilliklerle bezeli, su şırıltılarının kuş seslerine karıştığı muhteşem bir yoldan yürüyüp, haminneme gittim. Yüz dört yaşında bir genç hatun. Sordu bana “Seni kocaya verdiler mi?” diye. Verdiler güzeller güzelim, vermezler mi? On yedi senedir koca kişisindeyim ben. Sonra, çok uzun zamandır görmediğim kocuman dayımla hasret giderdim, bir adam yetmiş yaşında filinta gibi delikanlı olur mu yahu? Maşallah yeşim gözlüme.

Sonra, bende dayı bol tabii, bir diğer dayım olan ve delişmen tarafımı muhtemelen bana hediye eden kişiliğin evinde aldım soluğu. Ben, dayım, yengem ve evdeki çoluk çombalak kaynaşırken, birden bir ciyaklama duydum ve oturduğum yerden fırladım. (Kurtlu dudu, otursana oturduğun yerde, sana ne değil mi?) Koşar adım ilerlerken, birden kapıdaki yarım metre civarındaki eşiğe takılmamla, hole yüzüstü kapaklanmam bir oldu. Bir yandan eşiğe içimden sayıp dökerken, bir yandan da eyvah diyordum, eyvah, ya kol, bacak kırıldıysa. Nasıl çıkarım ağaçların tepesine, nasıl doya doya gezerim köyümü?

Kolda bir küçük sıyrık, dizde koca bir morluk ve bilekte hafif bir ağrıyla atlattık neyse ki. Dakika bir, gol bir diye buna derler işte. Bütün ziyaretleri bitirdikten, elbette köye geleceğimi bilmediklerinden herkesi bir şaşırttıktan, hatta yeni yetmelerden beni tanımayanlara kendimi köyün ebe hemşiresi zannettirdikten sonra (tamamen istem dışı) eve geri döndüm.

Artık biraz uyuyabilirdim. Banyodan sonra, muhteşem manzaralı balkonun önüne attım kendimi. (Bkz. ilk resim) Bu esnada yavrularım, anneanne ve dedesiyle Gezerbey’e binmiş, epeyce uzakta olan teyzemlerin köyüne doğru yol almışlardı bile. Dermanım olsaydı, ben de onlarla gidecektim, ama uyku esir almıştı bünyeyi. On saatlik bir yola çıkacağı gecenin sabahı altı buçukta kalkmış, öğlene kadar çalışmış, öğleden sonra evde komple temizlik yapmış, o yolun bir dakikasında bile uyumamış, sonra gelip köyün altını üstüne getirmiş orta yaşlı bir insan evladı –eğer android falan değilse- daha ne kadar direnebilirdi ki uykunun onu çağıran yumuşak sesine? Gözlerimin önünde giderek kaybolan yeşil, ve kulağımda kirazcı kuşlarının tutturduğu o tatlı namelerle dalıvermişim bir rüya alemine.

Ne kadar uyuduğumu hatırlamıyorum. Evdeki üç güzel kızdan biri gelip, “abla hadi kalk, çay içelim” diyerek uyandırdığında, içimin üşüdüğünü ve çayın harika bir fikir olduğunu düşündüm. Beraberce alt kata indik, çayın yanında ful donatılmış bir sofra bizi beklemekteydi. Zeytinyağlı yaprak sarması, gözlemeler, börekler, ev yapımı peynir, pekmez, dağ çileğinden reçel, tereyağı, çeşit çeşit ekmek… Ama, ama… Ben sadece çay içecektim. Daha yeni yemedik miydi biz yemek?

Şikayet etmemek lazımdı. Taş olurdu insan. Büyük şeer sosyetesi bu organik yiyecekleri bulabilmek için ne sıkıntılar çekiyordu hem.

Her bir lokması ayrı bir emekti bu sofranın… Gerçek emek. Diken batığı yüreklerin, öpülesi nasırlı ellerin damla damla emeği vardı her bir sahanda. Şu bir dilim ekmek, tarlada ekindi en evvel, sonra oraktı, sıcaktı, terdi… Kavruk bir tendi. Buğday oluyordu bir çetin yoldan sonra, un oluyordu. En son köyümün kadınının elinde sıcacık bir ekmek…

Sütün, peynirin, yağın en tazesi, en nefisi sofrada seni bekliyordu da, kolay mıydı? İneğine en güzel otları bulacak, yedirecektin, her türlü kahrını çekecektin. Sen onu besleyecektin ki, o da seni beslesin. Neyse işte, markete gidip, “ver oradan yarım kilo tam yağlı beyaz peynirle, iki yüz elli gram rokfor” demeye benzemezdi bu işler!

Hep birlikte sofraya otururken, üç güzelden bir diğeri “abla akşam yemeğine ne yapalım” diye soruyordu. Anlaşılmıştı… İncegül çok yakında Kalıngül olarak çıkacaktı karşımıza…
To be contunie

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder