Bu, şu anda linkine tıkladığınız güzel hatun, "incegül gişisi, ne içün blog yazıyon, nedir derdin, ne yapmak istiyon, maksadın, niyetin nedir senin, hangi örgüte çalışıyon, bre mel'un de bi git ya, bi rahat bırak bizi ya" manasında bi' sobeyle beni sahnelere davet etmiş. Elbette ki bu nazik daveti geri çevirmek, benim gibi hanımefendi gişiliğinden ödün vermeyen bir şahsiyet için düşünülesi bile olamaz diyor, londranın yukarı köylerinden birinden bildirmeye başlıyorum efenim. De haydin okuyak hep barabar!
Daha küçücük bir kız çocuğuyken, sürekli konuşan, geveze mi geveze bir şahsiyettim. Hatta konu-komşu konuşturup kasede alırlardı sesimi. O kadar çok söyleyecek sözüm vardı ki…
Sonra okullu oldum, sınıfları doldurdum. Şaka değil; gerçekten doldurdum. Canım örtmenim, artık canına tak ettiği anlardan birinde, beni kapının önüne çıkarmıştı susayım diye, hiç unutmam. Bizim sınıfın tahta kapısının üst tarafında, böyle gemilerin kamara penceresi gibi yuvarlak bir cam var. Bende de boy bi’ lokmadan az hallice. Zıplaya zıplaya oradan içeriye seslenip yine konuşmaya devam etmiştim. Zavallı örtmenciğim –ki hala ziyaretine gider, o güzel ellerini, pamuk yanaklarını öper, koklarım, yani benden kurtuluş olmadığını gösteririm bir nevi- “kızım, n’olur bi’ sus da azıcık arkadaşların da konuşsun” derdi yahu. Artık nasıl bezdirmişsem kadınceyizi.
Yıllar böyle geldi, geçti. Konuştum da konuştum.
Sonra gün geldi; yoruldum. Diyeceklerim bitmemişti daha; sustum. Bir an geldi; bittim. Bir kalem aldım elime; yazdım. Anama, babama, kardeşlerime, çocuklarıma, ota-çiçeğe, börtü-böceğe yazdım. O gün-bu gündür hâlâ yazıyorum. Tıpkı şu anda yaptığım gibi.
Peki niye blog yazıyorum? Nedir derdim? Buralarda ne işim var? Bunca zaman kendime sakladıklarımı, tanımadığım, bilmediğim insanlarla ne diye paylaşıyorum?
Sanırım yanıt, sorunun içinde gizli. “Paylaşmak…” Çok fazla bir kelime. İçi dolu dolu… Ne güzel bir kelime. “Paylaşmak” İşte ben de paylaştıkça çoğaldım, çoğaldıkça yazdım, yazdıkça paylaştım. Sonra yürek yürek geri döndü yazdıklarım. Yürekler biriktirdim dost sandığında. Canlar biriktirdim.
Hastalandım, baş ucumda bekleyenlerim oldu. Neşelendim, birlikte gülenlerim. Düştüğümde kaldıranlar, ağladığımda göz yaşımı silenler… Yazdıkça çoğaldım, çoğaldıkça büyüdüm.
Gün geldi, bir tatlı aşı paylaştım yüzünü tanımadığım bir canla, gün oldu bir damla göz yaşını. Demiştim ya; ben burada hapşırdım, onlar orada “çok yaşa” dediler.
Kalbimdeki ağırlığı parmaklarımın ucundan akıttım; hafifledim. İçimin coşkusunu ekrana döktüm; ferahladım. Önce hep kendim için yaptım bunları. Yazmak, bencil bir şeydi. Sonra, yüreklerde yer buldukça, bencilliğimden, benliğimden de sıyrıldım. Çoğaldım ya; çoğaldıkça bir oldum, bölüştükçe, bütün oldum. Benim içindi, bencillikti yine de.
Dostların yorumlarında sevgiyi bulduğumda, satır aralarından sızan sıcaklıkla ısındım çokça. Yürek sıkıntılarım hafifledi; rahatladım. Evet bu da bencilceydi.
Bir dostun gözyaşını elinle silmek, neşesine ortak olmak, bebeğinin saçını okşamak… İşte bunlar da bencilceydi. Onu mutlu ederken, belki kendimi de mutlu ediyordum. Yani mutluluk bu değil mi zaten; bir dostun yanında olmak, ya da onun yüzünde kocaman bir gülümseme olabilmek. Ya da göz yaşı olabilmek… O halde paylaşmak demek daha fazla sevmek, daha fazla önemsemek, daha fazla mutluluk…
Ben hep yazıyorum. Bu ekranda gördüklerinizden çok daha fazlasını hem de… Defterler, sayfalar, dosya kağıtları, hatta gazete kenarları… Her yere yazıyorum. Sustuğumdan beri, daha çok konuşuyorum aslında.
Sonra okullu oldum, sınıfları doldurdum. Şaka değil; gerçekten doldurdum. Canım örtmenim, artık canına tak ettiği anlardan birinde, beni kapının önüne çıkarmıştı susayım diye, hiç unutmam. Bizim sınıfın tahta kapısının üst tarafında, böyle gemilerin kamara penceresi gibi yuvarlak bir cam var. Bende de boy bi’ lokmadan az hallice. Zıplaya zıplaya oradan içeriye seslenip yine konuşmaya devam etmiştim. Zavallı örtmenciğim –ki hala ziyaretine gider, o güzel ellerini, pamuk yanaklarını öper, koklarım, yani benden kurtuluş olmadığını gösteririm bir nevi- “kızım, n’olur bi’ sus da azıcık arkadaşların da konuşsun” derdi yahu. Artık nasıl bezdirmişsem kadınceyizi.
Yıllar böyle geldi, geçti. Konuştum da konuştum.
Sonra gün geldi; yoruldum. Diyeceklerim bitmemişti daha; sustum. Bir an geldi; bittim. Bir kalem aldım elime; yazdım. Anama, babama, kardeşlerime, çocuklarıma, ota-çiçeğe, börtü-böceğe yazdım. O gün-bu gündür hâlâ yazıyorum. Tıpkı şu anda yaptığım gibi.
Peki niye blog yazıyorum? Nedir derdim? Buralarda ne işim var? Bunca zaman kendime sakladıklarımı, tanımadığım, bilmediğim insanlarla ne diye paylaşıyorum?
Sanırım yanıt, sorunun içinde gizli. “Paylaşmak…” Çok fazla bir kelime. İçi dolu dolu… Ne güzel bir kelime. “Paylaşmak” İşte ben de paylaştıkça çoğaldım, çoğaldıkça yazdım, yazdıkça paylaştım. Sonra yürek yürek geri döndü yazdıklarım. Yürekler biriktirdim dost sandığında. Canlar biriktirdim.
Hastalandım, baş ucumda bekleyenlerim oldu. Neşelendim, birlikte gülenlerim. Düştüğümde kaldıranlar, ağladığımda göz yaşımı silenler… Yazdıkça çoğaldım, çoğaldıkça büyüdüm.
Gün geldi, bir tatlı aşı paylaştım yüzünü tanımadığım bir canla, gün oldu bir damla göz yaşını. Demiştim ya; ben burada hapşırdım, onlar orada “çok yaşa” dediler.
Kalbimdeki ağırlığı parmaklarımın ucundan akıttım; hafifledim. İçimin coşkusunu ekrana döktüm; ferahladım. Önce hep kendim için yaptım bunları. Yazmak, bencil bir şeydi. Sonra, yüreklerde yer buldukça, bencilliğimden, benliğimden de sıyrıldım. Çoğaldım ya; çoğaldıkça bir oldum, bölüştükçe, bütün oldum. Benim içindi, bencillikti yine de.
Dostların yorumlarında sevgiyi bulduğumda, satır aralarından sızan sıcaklıkla ısındım çokça. Yürek sıkıntılarım hafifledi; rahatladım. Evet bu da bencilceydi.
Bir dostun gözyaşını elinle silmek, neşesine ortak olmak, bebeğinin saçını okşamak… İşte bunlar da bencilceydi. Onu mutlu ederken, belki kendimi de mutlu ediyordum. Yani mutluluk bu değil mi zaten; bir dostun yanında olmak, ya da onun yüzünde kocaman bir gülümseme olabilmek. Ya da göz yaşı olabilmek… O halde paylaşmak demek daha fazla sevmek, daha fazla önemsemek, daha fazla mutluluk…
Ben hep yazıyorum. Bu ekranda gördüklerinizden çok daha fazlasını hem de… Defterler, sayfalar, dosya kağıtları, hatta gazete kenarları… Her yere yazıyorum. Sustuğumdan beri, daha çok konuşuyorum aslında.
Peki neden blog yazıyorum sahi? Sanırım bencilim. Evet evet kesin öyle. Çünkü sizleri çok seviyorum. Riyasız, yalansız, ta yürekten seviyorum. Ben konuştukça dinlemenizi, siz konuştukça dinlemeyi, birlikte olmayı çok seviyorum. Bu sevgi de beni mutlu ediyor.
Şimdilik bu kadar yeter… Üf duygulandım gene. Hadi şimdi herkes işine gücüne baksın. Kahvaltılarınızı edin önce. İnce belli bir bardakta, demli bir çayı da bana ithaf edin olur mu?
Kalın sağlıcakla… Gitmeden Figenciğimi de sobeleyiverdim.
Şimdilik bu kadar yeter… Üf duygulandım gene. Hadi şimdi herkes işine gücüne baksın. Kahvaltılarınızı edin önce. İnce belli bir bardakta, demli bir çayı da bana ithaf edin olur mu?
Kalın sağlıcakla… Gitmeden Figenciğimi de sobeleyiverdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder