13 Temmuz 2009 Pazartesi

HAYDİ KIZLAR TATİLEEE


Memleketimin diğer güzide illerini bilemiyorum ama İstanbul İstanbul olalı böyle sıcak görmemiştir sayın izleyici. Hal böyle olunca İstanbullu da alıcılarının ayarlarıyla oynayıp frekansını tatil kanalına çoktan ayarladı. Bazısının ekranında palmiye ağaçları çıkarken, kimisine de necefli maşrapa görüntüsü kaldı yazık ki. Bakınız şekil a, İnce kişisi.

Bu yıl sevgili eşcağızım, evimin direği, sıpalarımın babası, hayatımın anlamı koca kişisinin iznini ev mevzuuna feda etmesi, benim de iş yoğunluğundan kış izni kullanacak olmam hasebiyle, bizim tatil işi yine dibe yattı anlayacağınız pek sayın izleyici.

Oysa ne hayaller kurmuştum. Herbişey dahil sistemli, nur topu gibi bir tatil rezervasyonumuz olacaktı en afillisinden. Cümbür aile dokuz yıldızlı bir otelin kapısından, üzerimizde en çiçekli şortlarımız, kafamızda kenarları en büyüğünden pempe şapkalarımız, gözümüzde yüzün üçte ikilik kısmını tamamen kapatan kocaman güneş gözlüklerimizle muhteşem bir giriş yapacaktık.

Karga ailesi ile birlikte uyanıp, “Saçmalama İncegüül!” “Anne burda bari yapma yaa!” “Bıraksana onları, delirdin mi?” cümleleri arasında yatakları bir bir düzeltecektim mesela. Sonra ben ve kabak çekirdeği ailem gözümüzün çapakları daha toprağa düşmeden koştura koştura kahvaltıya inecektik. Tabağıma doldurduğum kırk çeşit kahvaltılıktan sadece bir iki bisküviyi yerken, gerisinin çöpe atılacağını bilmek hiç içimi acıtmayacaktı belki de.

Sonra belimde turuncu simidim, yanı başımda camışlarım bi koşu plaja gidecektim. Şezlongumuzu kapma gafletinde bulunmuş bir iki gariban turisti, heybetli yavrularımla birlikte tartaklayıp malak kıvamında yayılacaktım güneşin altına. Saçımın fönünü bozmadan denize girmenin yollarını ararken, yan şezlongda konuşlanmış süt gibi urus hatunlara gözü ilişen koca kişisinin gözlerini oyduktan hemen sonra, kıyıdan kenardan azıcık suya değip çocuklara “Açılmayın len sıpalar, boğulursanız gebertirim valla!” şeklinde çemkirip güneşin en ultraviyole ışınlarının altında uykuya dalacaktım.

Zaten çok yemekten hoşlanmayan bünye, o sıcakta asla acıkmamış olacaktı ama, ulen onca para boşa mı gitsin mantığıyla, sabahkinden daha hallice bir kuyrukta bekleyip öğle yemeği saatini de sağ selamet atlatacaktım. “Biraz da havuzda eğlenelim!” diyen aile içi iç sesimize kulak verip mutlu mesut kaydıraklardan kayacak, bir dünya kloru mideye indirip burnu, genzi yaktıktan sonra biraz dinlenmek amacıyla şezlonglarımıza geri dönecektik.

Ben tam gözlerimi kapattığım anda olacaktı ne olacaksa. Yüzümün orta yerinde kocaman, kırmızı bir şeyle irkilecektim. “Töbe bismillah…” deyip fırlayıverecektim yattığım yerden. “Haydi bakalıııım… Hep birlikte eğleniyoruuuz… Yatmak yoook…” diyen o gerzek sesli, şapşal palyaçonun elimden tutmasıyla neye uğradığımı şaşıracak, kendimi yüz tane koca g.tlü Dingiliz turistle birlikte havuzda halay çekerken bulacaktım. Yokluğumdan istifade edip uruslarla muhabbeti iyice koyultmuş olan koca kişisinin diğer gözüne uygulanacak işlemi ise geceye bırakmak suretiyle, kendisine sadece tehdit içerikli bakışlar atacaktım.

Akşam oldu muydu “Yine mi yemek yahu!” diyerek kendimi açık büfenin önünde, tam da eni boyu bir büyümüş dört kişilik Alaman ailenin but yağlarının hemen arkasında bulacaktım. “Bunlardan birinin gerdanından, bütün İstanbul’u evlendirmeye yetecek kadar düğün çorbası çıkar he!” şeklinde tiksindirici bir şaka yaptıktan sonra, tabağıma üç beş tane ot atacak, “Ya ben geberiyorum yorgunluktan, üstelik de midem bulanıyor, odaya çıkıp dinlenelim yaaa!” diye mızıkçılık edecektim.

Heyhat, eğlence ve gece hayatının aranan şahsiyeti, tatil beldelerinin ele avuca sığmaz peleyboyu koca kişisi, beni çekiştirmek, ittirip kaktırmak ve hatta yerlerde sürüklemek suretiyle, üstelik de nedense tam da çilekli süte dönmüş urus kızlarının tam karşısına götürüp oturtturacaktı. Oyuk olmayan tek gözünü çipildete çipildete etrafı kesmesini, son derece sabırla karşıladığım bretim pitimi, güneşe dayanıksız teninde oluşan kızarıkların en acıyan yerine kallavi bir çimdik atmak suretiyle kendisine getirecektim. “A benim dünyalar güzelim, benim gözlerim senden başkasını görür mü hiç?” sözleri ise, öteki gözünün de o gece odada oyulacağı gerçeğini değiştiremeyecekti.

Birden kaynını sevdiğimin gürgeninin bir parçası çalmaya başlayacaktı. O ana kadar bütün eziyetlere katlanmış, bütün yapılanlara göğüs germeyi başarmış bünyem bunu kaldırabilecek miydi? Bunun da altından kalkmayı başarabilecek miydim? Ben böyle düşüne korken birileri kolumdan tutup ortalığa doğru çekiştirecekti. Sanırsam otelin en katnem karıları yarışması yapılıyor olacaktı ve beni de aday seçmiş bulunacaklardı. Şabalaklar gibi ortalık yerde tepinerek geceyi noktalayacaktım.

Sonraki günleri de aynı rutinde tamamlayıp “Evim güzel evim…” diyerek, kara sarı marsık gibi yanmış tenim, yemeklerden bozulmuş midem, koca kişisini soyu sopu kuruyasıca, adı batasıca ilik gibi urus hatunlardan koruyacam diye laçka olmuş sinirlerimle mutlu-mesut yuvama dönecektim.

Bu yazının cekli geçmiş zaman kipinde yazılmış olmasından da anlayacağınız üzere, bu sadece bir öngörü idi sayın seyirci. Artık pelte kıvamına gelmiş beynimin bana oynadığı bir oyun sadece. Karpuzun kabuklarını sofraya getirip içini çöpe atmamı, ketılı içine çay koyup ocağın üzerine bırakmamı; ya da mali müşavirimi arayıp bir porsiyon salata istememi sağlayan, artık kullanıma kapanmak üzere olan muhteşem beynimden bahsediyorum.

O halde programımızı son günlerin dillere pelesenk olan, listelerde bir numaraya fırlayan, en sevdiğim sloganıyla kapatıyoruz sayın seyirci.
“BABA BENİ TATİLE GÖNDEEER…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder