Vakti zamanında, daha taş devrinin son demlerine yeni adım attığımız yıllarda, bendeniz gencecik bir hatun kişi idim. Okul hayatımın sonuna gelmiş, artık mesleğimi elime almış, hayallerimin peşinden koşma kıvamına ulaşmış idim.
Daha tekerleğin icadını bile tahayyül edemediğimiz zamanlarda, takdir edersiniz ki teknolojinin bu boyutlara ulaşacağı aklımızın ucundan geçmezdi. Lakin ateşin bulunmasına çok sevinen annem, babamın avladığı bizonları, dinozorları misler gibi pişiriyor, kardeşlerim bu sırada ellerindeki koca sopalarla birbirlerinini kafasına vurmak suretiyle eğleniyorlardı. Velhasıl mutlu bir yaşantımız var idi.
Ama heyhat, meslek seçimi tantanası, ailede küçük çaplı bir kriz, bir huzursuzluk yaratmıştı. Ben, her ne kadar iktisatla ilgili bir okul bitirmişsem de, kendi çapımda sanatla uğraşmak, mağara duvarlarına yazılar yazmak, resimler çizmek, ormanda yaşayan arkadaşlarımla amatörce kurduğumuz tiyatro grubunu geliştirmek; hatta profesyonel oyuncu olmak istiyordum.
Oysa annem, yeni kurulan taş ocakları genel müdürlüğünde memur olmanın benim hayatımı kurtaracağı kanaatindeydi. “A benim şabalak kızım, bak mis gibi memuriyet… Sosyal imkânları güzel, saatleri belli… Hem kömür bile veriyorlar. Gel he de!” deyip duruyordu. Kömürün henüz icat edilmemiş olması ise annemi asla durduramıyordu.
Direniyordum tüm gücümle. Saçlarımı yoluk yoluk ediyordum. “Hayır!” diyordum. “Özgür ruhumu dört duvar arasına tıkmaya kimsenin gücü yetmeyecek. Benim bile…” Ofis mahkûmu olmaya hiç niyetim yoktu aklımca. Ofis henüz icat edilmemiş olsa da…
Aradan yıllar geçti. Teknoloji akıl almaz bir hızla ilerledi. Sıra sıra gökdelenler, mavilikleri gizledi. Cebinde dokunmatik bir telefonun, evinde en az bir laptopun yoksa öl dönemiydi. Artık ne toprak eski toprak; ne deniz eski denizdi.
Kardeşlerim sopaları bırakmış pleysteyşın coystikleriyle eğlenir olmuştu. Annem taze av eti yerine organik brokoli pişiriyor, avokadodan salatalar yapıyordu. Sevgili babam ve ben bu değişimlere bir anlam veremiyor, hâlâ bir sahil kasabasına yerleşip balık yakalamayı hayal ediyorduk.
Ben kendimi çoktan icat edilmiş bir ofiste bulduğumda bütün hayallerin aslında birer martının kanadında uçup gittiğini de görmüş oldum ya; yine de gölgesini yitirmedim bir şeylerin.
Zaman zaman devlet dairelerinde yada resmi bir işleme gittiğim herhangi bir yerde olay çıkartmam, ortalığı ayağa kaldırmam ise, işte bu tarihi memuriyet hikayesine bağlanır beni bilenlerce. “O kadar dedik sana. Olaydın bir memur, böyle kene yapışmış it eniği gibi koşturup durmazdın hayat içinde. Böyle gıcıklık, kıllık yapmazdın insancıklara.” şeklinde, kibar yorumlara maruz kalırım her daim.
İyi de benim gıcığım memurlara değil ki. Hatta çok sevdiğim memur arkadaşlarım var. Benim tepkim, bunca değişime rağmen iyiye doğru değişmemekte direnen o zihniyete. Örnek mi dediniz? Ne demek efenim, derhal! Ben de ne emsal teşkil edecek yaşanmışlık biter, ne de misal öyküleri. O halde bakınız alt paragraf.
Genç kadın, taşınma telaşlarının en yoğun yaşandığı günlerin, en fazla yoğununda, herkes için sıradan ama kendisi için asla böyle olmadığını sonraki cümlelerde anlayacağımız bir iş gününde, amele olarak çalışmakta olduğu şirketten izin alıp telekomun yolunu tutar. Malum, telefon, internet, kıl, tüy bütün faturalar onun üzerine olduğundan ve bunların nakil işlemlerinin şahsen müracaatla yapılması gerektiğindendir bu yolculuk. Lakin dal dal kiraz, hava sıcak, yaz canımdır. Ve kadın, sıcaktan hiç hoşlaşmaz.
Olsundur fakat. Ne de olsa ev işi çözülmüş, çekirdek çerez işler kalmıştır artık. Halledilebilirdir. Hem nasılsa artık iyice onlayna bağlanmıştır her şey. Bilgisayarda hoop diye alacaklardır bağlantıları, zııp diye öteki tarafa aktaracaklardır. Ne kadar sürebilirdir ki buncacık işlem. Neden çalışan insanların hiç düşünülmediğini, bu tür işlerin internet üzerinden yapılabilmesi gerektiğini, teknoloji çağında hala taş devri zihniyetiyle, sıra bekletilerek üstelik, insanların zamanlarından çalındığını kafasına bile takmamaktadır.
Bir sevgi kelebeği gibi uçuş kokuş bulur yerinin neden üçüncü kez değiştirildiğini anlayamadığı binayı. Bir kuğu edasıyla süzülür içeriye. Bütün çalışanlar kafalarını ona döndürecek, acaba hangi şanslı memur kendisine yardımcı olacak diye yarış edeceklerdir birazdan.
Heyhat, hayat… Acımasızdır bilirsiniz. Orada dinelmekte olan görevli, “Şurdan fiş alacan apla.” diye seslendiğinde, bir yandan telefonu acı acı çalmaktadır.
“İncegüüül, bulaşık makinesi servisçilerini ara, gelmesinler bugün. Halledemedik tesisatı.”
Bir elinde koca bir bavul çanta, diğerinde bir kısım evrak; bir yandan fiş almaya çalışırken, kulağıyla omzu arasına kıstırdığı telefondan servisi arar kadın. “He annem gönderme bugün çocuğu, pazartesi şettiririz.” Elindeki fiş 499 u gösterirken, sıranın henüz 426 larda olması bile, bunca iş varken hafta sonu makinesiz kalması kadar üzmemiştir onu.
Yine de olsundur yahu! Pozitif olmak, laylaylom yaşamak gerektir hayatı. Nasılsa bitmeyen sıra, geçmeyen sıkıntı yoktur. Her günün ardında kalır insanoğlu. Her kışın ardından bahar geldiğini çok iyi bilmektedir kadın.
Uzunca bir bekleyişin ardından sıra gelmiştir sonunda kahramanımıza. Ne kadar özelleşirse özelleşsin, güzelleşememiş memura yaklaşır. “Efenim nakil işlemleri için şettirmiştim ben.” der, kendisinden beklenmeyecek bir kibarlık ve en tatlı gülümsemesiyle. “Form doldurmuş muydunuz?” şeklinde hiç beklemediği bir cümle duyması bile yüzündeki birazdan erecek, hatta erdikden sonra uçuşa geçecek bilge ifadesini silememiştir.
“Yok!” der, saf saf. “Ne formu kardeşim? Teknoloji yakında hepimizi ışınlayarak yolculuk ettirecekken, internetten her türlü işlem on saniyede halledilebiliyorken, kıytırık bir nakil işlemi için form doldurmak da neyin nesi? İstersen elime bir çivi ver de tabletlere kazıyayım.” demez, dikkat buyurursanız. “Şu arkadaki masalardan birinde lütfen…” diyen memura uçan tekme atma isteğini de metanetle bastırır.
Yapar her koyun vatandaş gibi istenileni. Formları doldurup geri döndüğünde, masada son derece hoş, son derece mini etekli ve son derece Yunanlı ana kızın form doldurduğunu gördüğünde, önce derin bir nefes alıp bütün psikologların önerdiği ona kadar sayma metodunu dener. Ama başarılı olamaz. Ok yaydan fırlamak için fırsat kollamaktadır zaten. İyice gerilen yay da “Koy gitsin!” deyince, patlar hatun.
“Bana baksana sen, ulen beyefendi, ben de burada oturup kendi sıramı ona buna kaptırmadan bu gereksiz kağıt parçasını doldurabilirdim. Nedir yani, bu memlekette işini yaptırmak için dayın olmasından sonra, şimdi de Afrodit olmak mı lazım?” diye psikopata bağlar. Bu sırada çalan telefona cevap vermez. Memur, hatunun panter kesilmiş halinden fazlaca etkilenmiş olacak ki, kem küm etmeye başlar ve bunu fırsat bilen kahramanımız daha da coşar. “Höööyyyt!” diye kükrer. Sayar, döker taş devrinden beri biriktirdiklerini. Bu sırada ardında duran öğretmen emeklisi bir vatandaş da kendisine sıkı destek verir. “Gurban ne edek, daga mı çıkak?” diye bombayı orta yere koyar geçer. Ortalık iyiden iyiye karışmıştır artık. Okun yaya geri dönmeye niyeti de yoktur. Yine de memur kişisinin insanüstü çabalarıyla ve kahramanımızın uzaktan hemşosu çıkmasıyla biraz yatışır, durulur sular bir süre sonra.
Az evvel arayan koca kişisine dönüş yapar sakinleşmek için oturduğu koltukta kadın. Lakin sakinleşmek, dinginleşmek, durulmak uzaklardadır. Bilir ki kadın; hayat buna izin vermeyecektir. “Şeeyy… Hayatıımmm…” Konuşma sevgi sözcükleriyle başladığına göre, devamı hayra gitmeyecektir. Tecrübelerinden bilmektedir bunu hatun kişisi. “Çamaşır makinemiz var ya… İşte onun hortumu koptu da. Sen bi servis ayarlasan.” der karşıdaki kibar ses. Bulaşık makinesinden sonra, çamaşır makinesi de zortlamış, kahramanımız bütün bir hafta sonu pislik içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Zira günlerden Cuma’dır. Ve bütün servisler de onun yolunu gözlememektedir.
Telekomu birbirine kattıktan, nakil ve makine servisi işlerini çözümledikten sonra binayı terk eder kahramanımız. Hala okumaya takatiniz kaldıysa devam edelim dışarıda yaşanan olaylarla. Edelim edelim. Dökülesim var bu gece.
Yine telefonu çalmaktadır acı acı. “İnceee, kız bulaşık makinesinin tesisatı tamamdır, ara gelsinler. Bu arada çamaşır makinesi servisini de ara, gelmesinler. Hortumu hallettik biz.” Önce çamaşır makinesi işi çözülür. Sonra bulaşık makinecisi aranır. Telefondaki güzel sesli kız “Hanfendü elemanımız o möhütten ayrılmak üzere, dilerseniz telefonunu verem de arayın.” der. Kahramanımız çantasından bir kalem çıkarmak için hamle eder. Bu sırada koltuk altına sıkıştırdığı evrakların bir kısmı yerlere saçılır. Hain bir rüzgar uçuşturur onları. Birden aklına kalemini formu doldurmak için oturduğu masada bıraktığı gelir. Bir yandan uçuşan kağıtları ayağıyla tutarken diğer yandan etrafta kalem tedarik edebileceği birilerini aramaya başlar.
İşte aranan kahraman oradadır. Standında sakin sakin çalışmakta olan anketörden kalem alınır, kağıt aramakla ise hiiç uğraşacak hali yoktur doğrusu. Hatun koluna yazar numarayı koca koca rakamlarla. Şaşkınlıkla kendisine bakan çocuğun son sözleri “Apla kağıt da verseydim!” olur.
Bu esnada eşyaları getiren kamyonun şoförü de evi bulamamış, hatundan yardım istemektedir. Heyhat bilmez midir gafil adam, kahramanımız kaybolma ve kendisine yol soran insanları kaybetme konusunda doktora yapmıştır. Bütün işler bir bir halledildiğinde, midesinden gelen gurultuları fark eder. Şimdi hatırlamıştır, kahvaltı bile etmemiştir kadın ve saat dört sularıdır.
Hemen bir pideciye dalınır. İki tane kaşarlı pide istenir. “Apla paket mi olacak?” diyen yavrucağın şaşkın bakışları altında çoktan pidelere yumulmuştur bile kahramanımız. “Hommm, yoğğ… yüycum bevvn bunlaruu…” şeklinde garip garip sesler de çıkarmaktadır bu arada. Pideci çocuğun “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.” dileğine, kocaman bir “Amin” der içinden.
Daha tekerleğin icadını bile tahayyül edemediğimiz zamanlarda, takdir edersiniz ki teknolojinin bu boyutlara ulaşacağı aklımızın ucundan geçmezdi. Lakin ateşin bulunmasına çok sevinen annem, babamın avladığı bizonları, dinozorları misler gibi pişiriyor, kardeşlerim bu sırada ellerindeki koca sopalarla birbirlerinini kafasına vurmak suretiyle eğleniyorlardı. Velhasıl mutlu bir yaşantımız var idi.
Ama heyhat, meslek seçimi tantanası, ailede küçük çaplı bir kriz, bir huzursuzluk yaratmıştı. Ben, her ne kadar iktisatla ilgili bir okul bitirmişsem de, kendi çapımda sanatla uğraşmak, mağara duvarlarına yazılar yazmak, resimler çizmek, ormanda yaşayan arkadaşlarımla amatörce kurduğumuz tiyatro grubunu geliştirmek; hatta profesyonel oyuncu olmak istiyordum.
Oysa annem, yeni kurulan taş ocakları genel müdürlüğünde memur olmanın benim hayatımı kurtaracağı kanaatindeydi. “A benim şabalak kızım, bak mis gibi memuriyet… Sosyal imkânları güzel, saatleri belli… Hem kömür bile veriyorlar. Gel he de!” deyip duruyordu. Kömürün henüz icat edilmemiş olması ise annemi asla durduramıyordu.
Direniyordum tüm gücümle. Saçlarımı yoluk yoluk ediyordum. “Hayır!” diyordum. “Özgür ruhumu dört duvar arasına tıkmaya kimsenin gücü yetmeyecek. Benim bile…” Ofis mahkûmu olmaya hiç niyetim yoktu aklımca. Ofis henüz icat edilmemiş olsa da…
Aradan yıllar geçti. Teknoloji akıl almaz bir hızla ilerledi. Sıra sıra gökdelenler, mavilikleri gizledi. Cebinde dokunmatik bir telefonun, evinde en az bir laptopun yoksa öl dönemiydi. Artık ne toprak eski toprak; ne deniz eski denizdi.
Kardeşlerim sopaları bırakmış pleysteyşın coystikleriyle eğlenir olmuştu. Annem taze av eti yerine organik brokoli pişiriyor, avokadodan salatalar yapıyordu. Sevgili babam ve ben bu değişimlere bir anlam veremiyor, hâlâ bir sahil kasabasına yerleşip balık yakalamayı hayal ediyorduk.
Ben kendimi çoktan icat edilmiş bir ofiste bulduğumda bütün hayallerin aslında birer martının kanadında uçup gittiğini de görmüş oldum ya; yine de gölgesini yitirmedim bir şeylerin.
Zaman zaman devlet dairelerinde yada resmi bir işleme gittiğim herhangi bir yerde olay çıkartmam, ortalığı ayağa kaldırmam ise, işte bu tarihi memuriyet hikayesine bağlanır beni bilenlerce. “O kadar dedik sana. Olaydın bir memur, böyle kene yapışmış it eniği gibi koşturup durmazdın hayat içinde. Böyle gıcıklık, kıllık yapmazdın insancıklara.” şeklinde, kibar yorumlara maruz kalırım her daim.
İyi de benim gıcığım memurlara değil ki. Hatta çok sevdiğim memur arkadaşlarım var. Benim tepkim, bunca değişime rağmen iyiye doğru değişmemekte direnen o zihniyete. Örnek mi dediniz? Ne demek efenim, derhal! Ben de ne emsal teşkil edecek yaşanmışlık biter, ne de misal öyküleri. O halde bakınız alt paragraf.
Genç kadın, taşınma telaşlarının en yoğun yaşandığı günlerin, en fazla yoğununda, herkes için sıradan ama kendisi için asla böyle olmadığını sonraki cümlelerde anlayacağımız bir iş gününde, amele olarak çalışmakta olduğu şirketten izin alıp telekomun yolunu tutar. Malum, telefon, internet, kıl, tüy bütün faturalar onun üzerine olduğundan ve bunların nakil işlemlerinin şahsen müracaatla yapılması gerektiğindendir bu yolculuk. Lakin dal dal kiraz, hava sıcak, yaz canımdır. Ve kadın, sıcaktan hiç hoşlaşmaz.
Olsundur fakat. Ne de olsa ev işi çözülmüş, çekirdek çerez işler kalmıştır artık. Halledilebilirdir. Hem nasılsa artık iyice onlayna bağlanmıştır her şey. Bilgisayarda hoop diye alacaklardır bağlantıları, zııp diye öteki tarafa aktaracaklardır. Ne kadar sürebilirdir ki buncacık işlem. Neden çalışan insanların hiç düşünülmediğini, bu tür işlerin internet üzerinden yapılabilmesi gerektiğini, teknoloji çağında hala taş devri zihniyetiyle, sıra bekletilerek üstelik, insanların zamanlarından çalındığını kafasına bile takmamaktadır.
Bir sevgi kelebeği gibi uçuş kokuş bulur yerinin neden üçüncü kez değiştirildiğini anlayamadığı binayı. Bir kuğu edasıyla süzülür içeriye. Bütün çalışanlar kafalarını ona döndürecek, acaba hangi şanslı memur kendisine yardımcı olacak diye yarış edeceklerdir birazdan.
Heyhat, hayat… Acımasızdır bilirsiniz. Orada dinelmekte olan görevli, “Şurdan fiş alacan apla.” diye seslendiğinde, bir yandan telefonu acı acı çalmaktadır.
“İncegüüül, bulaşık makinesi servisçilerini ara, gelmesinler bugün. Halledemedik tesisatı.”
Bir elinde koca bir bavul çanta, diğerinde bir kısım evrak; bir yandan fiş almaya çalışırken, kulağıyla omzu arasına kıstırdığı telefondan servisi arar kadın. “He annem gönderme bugün çocuğu, pazartesi şettiririz.” Elindeki fiş 499 u gösterirken, sıranın henüz 426 larda olması bile, bunca iş varken hafta sonu makinesiz kalması kadar üzmemiştir onu.
Yine de olsundur yahu! Pozitif olmak, laylaylom yaşamak gerektir hayatı. Nasılsa bitmeyen sıra, geçmeyen sıkıntı yoktur. Her günün ardında kalır insanoğlu. Her kışın ardından bahar geldiğini çok iyi bilmektedir kadın.
Uzunca bir bekleyişin ardından sıra gelmiştir sonunda kahramanımıza. Ne kadar özelleşirse özelleşsin, güzelleşememiş memura yaklaşır. “Efenim nakil işlemleri için şettirmiştim ben.” der, kendisinden beklenmeyecek bir kibarlık ve en tatlı gülümsemesiyle. “Form doldurmuş muydunuz?” şeklinde hiç beklemediği bir cümle duyması bile yüzündeki birazdan erecek, hatta erdikden sonra uçuşa geçecek bilge ifadesini silememiştir.
“Yok!” der, saf saf. “Ne formu kardeşim? Teknoloji yakında hepimizi ışınlayarak yolculuk ettirecekken, internetten her türlü işlem on saniyede halledilebiliyorken, kıytırık bir nakil işlemi için form doldurmak da neyin nesi? İstersen elime bir çivi ver de tabletlere kazıyayım.” demez, dikkat buyurursanız. “Şu arkadaki masalardan birinde lütfen…” diyen memura uçan tekme atma isteğini de metanetle bastırır.
Yapar her koyun vatandaş gibi istenileni. Formları doldurup geri döndüğünde, masada son derece hoş, son derece mini etekli ve son derece Yunanlı ana kızın form doldurduğunu gördüğünde, önce derin bir nefes alıp bütün psikologların önerdiği ona kadar sayma metodunu dener. Ama başarılı olamaz. Ok yaydan fırlamak için fırsat kollamaktadır zaten. İyice gerilen yay da “Koy gitsin!” deyince, patlar hatun.
“Bana baksana sen, ulen beyefendi, ben de burada oturup kendi sıramı ona buna kaptırmadan bu gereksiz kağıt parçasını doldurabilirdim. Nedir yani, bu memlekette işini yaptırmak için dayın olmasından sonra, şimdi de Afrodit olmak mı lazım?” diye psikopata bağlar. Bu sırada çalan telefona cevap vermez. Memur, hatunun panter kesilmiş halinden fazlaca etkilenmiş olacak ki, kem küm etmeye başlar ve bunu fırsat bilen kahramanımız daha da coşar. “Höööyyyt!” diye kükrer. Sayar, döker taş devrinden beri biriktirdiklerini. Bu sırada ardında duran öğretmen emeklisi bir vatandaş da kendisine sıkı destek verir. “Gurban ne edek, daga mı çıkak?” diye bombayı orta yere koyar geçer. Ortalık iyiden iyiye karışmıştır artık. Okun yaya geri dönmeye niyeti de yoktur. Yine de memur kişisinin insanüstü çabalarıyla ve kahramanımızın uzaktan hemşosu çıkmasıyla biraz yatışır, durulur sular bir süre sonra.
Az evvel arayan koca kişisine dönüş yapar sakinleşmek için oturduğu koltukta kadın. Lakin sakinleşmek, dinginleşmek, durulmak uzaklardadır. Bilir ki kadın; hayat buna izin vermeyecektir. “Şeeyy… Hayatıımmm…” Konuşma sevgi sözcükleriyle başladığına göre, devamı hayra gitmeyecektir. Tecrübelerinden bilmektedir bunu hatun kişisi. “Çamaşır makinemiz var ya… İşte onun hortumu koptu da. Sen bi servis ayarlasan.” der karşıdaki kibar ses. Bulaşık makinesinden sonra, çamaşır makinesi de zortlamış, kahramanımız bütün bir hafta sonu pislik içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Zira günlerden Cuma’dır. Ve bütün servisler de onun yolunu gözlememektedir.
Telekomu birbirine kattıktan, nakil ve makine servisi işlerini çözümledikten sonra binayı terk eder kahramanımız. Hala okumaya takatiniz kaldıysa devam edelim dışarıda yaşanan olaylarla. Edelim edelim. Dökülesim var bu gece.
Yine telefonu çalmaktadır acı acı. “İnceee, kız bulaşık makinesinin tesisatı tamamdır, ara gelsinler. Bu arada çamaşır makinesi servisini de ara, gelmesinler. Hortumu hallettik biz.” Önce çamaşır makinesi işi çözülür. Sonra bulaşık makinecisi aranır. Telefondaki güzel sesli kız “Hanfendü elemanımız o möhütten ayrılmak üzere, dilerseniz telefonunu verem de arayın.” der. Kahramanımız çantasından bir kalem çıkarmak için hamle eder. Bu sırada koltuk altına sıkıştırdığı evrakların bir kısmı yerlere saçılır. Hain bir rüzgar uçuşturur onları. Birden aklına kalemini formu doldurmak için oturduğu masada bıraktığı gelir. Bir yandan uçuşan kağıtları ayağıyla tutarken diğer yandan etrafta kalem tedarik edebileceği birilerini aramaya başlar.
İşte aranan kahraman oradadır. Standında sakin sakin çalışmakta olan anketörden kalem alınır, kağıt aramakla ise hiiç uğraşacak hali yoktur doğrusu. Hatun koluna yazar numarayı koca koca rakamlarla. Şaşkınlıkla kendisine bakan çocuğun son sözleri “Apla kağıt da verseydim!” olur.
Bu esnada eşyaları getiren kamyonun şoförü de evi bulamamış, hatundan yardım istemektedir. Heyhat bilmez midir gafil adam, kahramanımız kaybolma ve kendisine yol soran insanları kaybetme konusunda doktora yapmıştır. Bütün işler bir bir halledildiğinde, midesinden gelen gurultuları fark eder. Şimdi hatırlamıştır, kahvaltı bile etmemiştir kadın ve saat dört sularıdır.
Hemen bir pideciye dalınır. İki tane kaşarlı pide istenir. “Apla paket mi olacak?” diyen yavrucağın şaşkın bakışları altında çoktan pidelere yumulmuştur bile kahramanımız. “Hommm, yoğğ… yüycum bevvn bunlaruu…” şeklinde garip garip sesler de çıkarmaktadır bu arada. Pideci çocuğun “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.” dileğine, kocaman bir “Amin” der içinden.
- Sonra mı? Sonra önünde uzanan o uzuun yolda, yeni maceralara doğru yürümeye devam eder kahramanımız.
- Haydin sağlıkla kalın dostlar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder