Hayatın orta yerindeyim, İstanbul’un en karanlık vaktinde… Adım adım turluyorum geceyi rüyaların öldüğü saatte. Uzakta bir yıldız gülümsüyor halime. Korkuyorum dönecek yolumdan ya; vefalı bir dost gibi geziniyor peşimde.
Ne yapsam önü sonu sana dolanıyor çıplağı ayağımın. Bir alaca havale oluyor evren üstüme. Yine karma karışık bir yaşamak görücüye çıkıyor İstiklal’de.
Ha diyorum, ha!.. Beslemeliyim ruhumu biraz şarkı, bir parça şiirle. Haşim olmalı oğlum; onun gibi aşka gelmeli her akşam gündönümünde. Sevdaya coşmuş dizeler savurmalı gecesine kavuşan düşsüzlere. Ya da Nazımca isyan etmeli de; su, yosun, balık olmalı… Hatta belki kızılla mavi olmalı gruba âşık denize.
İçimden uzağa düşüyor yine yaşamak. Bir parça Beyoğlu çikolatasıyla dilleniyor çocukluğum, uçurtmalar uçuruyor göğe; tam da balonların olduğu yere. Hani az daha küçülebilsem ah; sığınıverirdim anamın rahmine.
Bir türkü tutturuyorum inceden; duyar mısın bilmem. Duyma da zaten. Ben öyle orta yere söylüyorum. Kendime mesela; ya da şu hüzünle saz çalan köre... Namelerimiz dökülüyor taşlara ya hani, düşüyor damla damla önümüze ve karışıyor birbirine. Ama öylesi hızlı akıyor ki yaşamak… Ezip geçiyorlar her birini haince.
Bir zaman, şu kaldırımda oturmuş sevdiği saça dokunan el kadar, parmaklara dolanan tel kadar masumdu aşk. Tükettiğimiz her şey kadar günahsız… İrin akıtan nefeslere düşmeden evvel saf ve katıksız… Nasıl gizli saklı ve tenha… Ve bir zaman sen kadar masumdu aşk.
Sayıp sövüyor asi dilim sevdiğini tutamayan ellere. Biliyor musun?.. Sana şiirler yazmaktı niyetim. Şiire yazmak seni belki de. Avucumdan yere düşüyor kalem acıyarak. Bir kuytuya siniyor dizeler hasrete tutunarak. Ve susuyorum artık, karanlık geceden de çok bağırarak.
Cadde kızları geziniyor sokakta, etekleri zilden. Hani az daha işve bilse âşık olunacak türden. Kara gözlerini dikiyor üstüme bir tanesi, kırmızı bir gül çıkarıp uzatıyor sepetinden. İçimi yakıyor gülüşleri “Abi sevdiğin için alsana bi’ tane.” derken.
Bir görsen, ne çok aşk yağıyor tepemize. Gelinciklerin saçları ıslanıyor bu hengâmede… Değil mi ki; ne işi var o ipek kanatlıların caddenin orta yerinde? Ama bir görsen ah, bir bilsen; nasıl boyamışlar her bir taşı o eşsiz kızıl renge.
Taş toprağa dolanıyor, toprak çiçeğe sarılıyor ansız. Hani denizle güneş olsa; yakamoz doğuracak sevda. Çile çile bebekler ağlaşacak neşeli beşiklerde sonra. Balıklar oynaşacak çıkmamış, kıvırcık saçların arasında. Geleceği dişleyecek emek emek hep amansız. Ve ilerleyecek erken gülüşleri parmaklarımın ucunda.
Bir katran kuyusundan yeni çıkıyor bulutlar şimdi; göğün bağrını sancılı bir sağanak temizliyor. Hayatsa ılık ılık, yudum yudum içime kanıyor.
Görmüyor musun? Kalleş bir darağacında sallanıyor şafak. Bir daha gelmeyecek sabahlar ey hain bak! Karanlığa hüküm giyiyor güneş. İlmekler kusuyor gece yüzüme. Şu saniye gözlerimdeki son ışık da sönüyor acıyla kıvranarak.
Oysa umuttu senin adın be! Bembeyaz kanatlı bir sevdaydı ellerin, düşüvermişti karanlık ömrüme. Ve usulca, güzel gözlü, akça bir güvercin bırakıvermişti yüreğime. Sen gittiysen de; ben uçurmalara kıyamadım, sakladım onu göğsümün altın kafesinde.
Heyhat, var mıdır acep bu külliyen yalan neşriyatta ölümüne inanmak; hatta sevmek ölümüne?..
Ne yapsam önü sonu sana dolanıyor çıplağı ayağımın. Bir alaca havale oluyor evren üstüme. Yine karma karışık bir yaşamak görücüye çıkıyor İstiklal’de.
Ha diyorum, ha!.. Beslemeliyim ruhumu biraz şarkı, bir parça şiirle. Haşim olmalı oğlum; onun gibi aşka gelmeli her akşam gündönümünde. Sevdaya coşmuş dizeler savurmalı gecesine kavuşan düşsüzlere. Ya da Nazımca isyan etmeli de; su, yosun, balık olmalı… Hatta belki kızılla mavi olmalı gruba âşık denize.
İçimden uzağa düşüyor yine yaşamak. Bir parça Beyoğlu çikolatasıyla dilleniyor çocukluğum, uçurtmalar uçuruyor göğe; tam da balonların olduğu yere. Hani az daha küçülebilsem ah; sığınıverirdim anamın rahmine.
Bir türkü tutturuyorum inceden; duyar mısın bilmem. Duyma da zaten. Ben öyle orta yere söylüyorum. Kendime mesela; ya da şu hüzünle saz çalan köre... Namelerimiz dökülüyor taşlara ya hani, düşüyor damla damla önümüze ve karışıyor birbirine. Ama öylesi hızlı akıyor ki yaşamak… Ezip geçiyorlar her birini haince.
Bir zaman, şu kaldırımda oturmuş sevdiği saça dokunan el kadar, parmaklara dolanan tel kadar masumdu aşk. Tükettiğimiz her şey kadar günahsız… İrin akıtan nefeslere düşmeden evvel saf ve katıksız… Nasıl gizli saklı ve tenha… Ve bir zaman sen kadar masumdu aşk.
Sayıp sövüyor asi dilim sevdiğini tutamayan ellere. Biliyor musun?.. Sana şiirler yazmaktı niyetim. Şiire yazmak seni belki de. Avucumdan yere düşüyor kalem acıyarak. Bir kuytuya siniyor dizeler hasrete tutunarak. Ve susuyorum artık, karanlık geceden de çok bağırarak.
Cadde kızları geziniyor sokakta, etekleri zilden. Hani az daha işve bilse âşık olunacak türden. Kara gözlerini dikiyor üstüme bir tanesi, kırmızı bir gül çıkarıp uzatıyor sepetinden. İçimi yakıyor gülüşleri “Abi sevdiğin için alsana bi’ tane.” derken.
Bir görsen, ne çok aşk yağıyor tepemize. Gelinciklerin saçları ıslanıyor bu hengâmede… Değil mi ki; ne işi var o ipek kanatlıların caddenin orta yerinde? Ama bir görsen ah, bir bilsen; nasıl boyamışlar her bir taşı o eşsiz kızıl renge.
Taş toprağa dolanıyor, toprak çiçeğe sarılıyor ansız. Hani denizle güneş olsa; yakamoz doğuracak sevda. Çile çile bebekler ağlaşacak neşeli beşiklerde sonra. Balıklar oynaşacak çıkmamış, kıvırcık saçların arasında. Geleceği dişleyecek emek emek hep amansız. Ve ilerleyecek erken gülüşleri parmaklarımın ucunda.
Bir katran kuyusundan yeni çıkıyor bulutlar şimdi; göğün bağrını sancılı bir sağanak temizliyor. Hayatsa ılık ılık, yudum yudum içime kanıyor.
Görmüyor musun? Kalleş bir darağacında sallanıyor şafak. Bir daha gelmeyecek sabahlar ey hain bak! Karanlığa hüküm giyiyor güneş. İlmekler kusuyor gece yüzüme. Şu saniye gözlerimdeki son ışık da sönüyor acıyla kıvranarak.
Oysa umuttu senin adın be! Bembeyaz kanatlı bir sevdaydı ellerin, düşüvermişti karanlık ömrüme. Ve usulca, güzel gözlü, akça bir güvercin bırakıvermişti yüreğime. Sen gittiysen de; ben uçurmalara kıyamadım, sakladım onu göğsümün altın kafesinde.
Heyhat, var mıdır acep bu külliyen yalan neşriyatta ölümüne inanmak; hatta sevmek ölümüne?..
Biliyor musun ne? Aslında acıtan, kanatan, yüreğimi çizen keskin hançerin de değil. Öyle değilse bile… Ne bileyim ne! Söz dedi evet… Dil söyledi yine kemiğini bırakıp yere… Can yanığı azalır mı ey zalim; yalanları boyasan da pembeye?
Ah ne kadar usta kendini kandırmada gönül... Beyhude çırpınışlarının son kuruşunu da bir pamuk şekere harcamada gönül…
Senin için ağlıyor şimdi bu taş bu demir. Diyor ki; gittin de iyi mi ettin? Neydi zorların? Söyle ne için doğmamış çocukları feda ettin?
Senin yüreğin başka sevdalara açarken şimdi; kalbimin bir yanı öyle sızlıyor ki sevgili… Bir bilsen!.. Sen küçücük ellerini yaban sevişlere teslim ederken… Kavruk bir Temmuz gecesi, çorak topraklarda bizim çiçeklerimizi hasret sularken… Ve itirafsız vakitlerde, bana ait kaçamak bakışlarla apar topar saklanırken sen… Ya ben seni hala böyle deli severken…
Söyle gelinciğim, senin de içinde bir yerler acımıyor mu sahi?
Ah ne kadar usta kendini kandırmada gönül... Beyhude çırpınışlarının son kuruşunu da bir pamuk şekere harcamada gönül…
Senin için ağlıyor şimdi bu taş bu demir. Diyor ki; gittin de iyi mi ettin? Neydi zorların? Söyle ne için doğmamış çocukları feda ettin?
Senin yüreğin başka sevdalara açarken şimdi; kalbimin bir yanı öyle sızlıyor ki sevgili… Bir bilsen!.. Sen küçücük ellerini yaban sevişlere teslim ederken… Kavruk bir Temmuz gecesi, çorak topraklarda bizim çiçeklerimizi hasret sularken… Ve itirafsız vakitlerde, bana ait kaçamak bakışlarla apar topar saklanırken sen… Ya ben seni hala böyle deli severken…
Söyle gelinciğim, senin de içinde bir yerler acımıyor mu sahi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder