15 Şubat 2010 Pazartesi

TÜRKİYE EZEL’İ NEDEN SEVDİ?

Bugün Ezel günü. Hayranları, çoktan yaşam akışlarını Ezel’e göre ayarladı. Saatler 21.00’i gösterdiğinde, zihnimizdeki her şeyi erteleyip beyaz camın büyüsüne kapılacağız bu gecede.

Peki neden? Ezel’i izlediğimiz diğer dizilerden ayırt eden özelliği ne?

Son dönemde, Türk yazınında başlayan bir akımı, televizyon dizisinde görmek belki de bizi Ezel’e tutkun kılan. Önce Ahmet Ümit Bab-ı Esrar’da daha sonra Elif Şafak Aşk’da zamanın akışkan bir yapısı olduğunu bize anımsattılar. Yaşamı tek bir boyutta solumanın tek düzeliğini fark ettik yeniden bu eserlerle. Bab-ı Esrar’la üç günde, üç yüzyılı özetledik. Aşk ile ateş, toprak, hava ve suya beşinci element olan boşluğu ekledik. Şems’in yol göstericiliğinde aslında insan olmanın erdemini hissettik.

Tüm bunların Ezel ile ilgisi nedir diye mi düşünüyorsunuz?

Ezel de bizler gibi değişen zamana karşın, sabit bir mekânda yaşıyor hayatını. Ancak onun gücü, anımsama ile hayatını bir ileri, bir geri götürebilmesinde saklı. Bizi balık hafızalı yapan da belki bu özelliğimizi kullanamamamız. Günün gerisinde kalmamız da bu yüzden. Sadece anlık yaşıyoruz. Dikkat ediniz "anı yaşıyoruz" demiyorum. Anlık yaşıyoruz. Bu nedenle, olay örgüsünü, bağlantıları kuramıyoruz. Oysa Bab-ı Esrar, Aşk ve Ezel’de yaşamın sırrının hazır bulunuş ve farkındalık olduğu sürekli vurgulanıyor. İnsan, ömür denen yolu yürüdükçe sırlar kapısı bir bir aralanıyor. Bu üç eserin ortak özelliği sadece zamanı akışkan bir yapı olarak kullanmalarında değil elbet. Buradaki bir başka değişken ise empati.

Empati bir bedenden, ötekine geçiş ise Ezel bunu Ömer olarak sürekli yapıyor. Dizideki kahramanumız kendini anlamak, kendini keşfetmek için sürekli empati halinde. Çünkü geçmişi şimdiki benliği ve algısıyla biçimlendirmeye çalışıyor. İnsanın kendisine giden yol da öteki üzerinden işlediğinden, başına gelenlerin nedenini ötekileri anlayarak bulmak istiyor. İşte bu noktada devreye Ramiz Dayı giriyor.

Ramiz Dayı bizim yabancı olmadığımız bir sima aslında. Dedem Korkut gibi birisi. Sürekli hikâyeyi tümleyen, biçimlendiren, yön veren. Hepimiz yakınımızda böyle birini istemiyor muyuz? O, aslında hep beklenen "kurtarıcı". Çünkü, zamanın bile önünde. Hatasız. Her şey onun düzenlediği çizgide bir bir giderken, kaderimizi biçimlendireni düşünmüyor muyuz bizlerde? Oscar Wilde, Shakespare, Hayyam'dan okuduğu dizelerle ruhumuzda esiyor. Bilgece söylenmiş sözlerle sarhoş olan zihnimizde, başka bir serüven başlıyor . Batı geleneğiyle kapitalist düzenin gündüzlerini yaşarken, doğu felsefesiyle mistik geceyi aralıyoruz içimizde. Düş dünyası ile gerçek dünyayı birbirinden belki de bu nedenle ayırt edemiyoruz. Kulaklarımız gerçeği görünce göz oluyor belki de. Okumak yerine güçlü bir adamdan, kaderimizi yeniden yazan kurtarıcıdan masal dinlemek istiyoruz. İşte bu nedenle konuşmalarımızda ince alay "bak kardeş!" diye çevremizdeki tilkilere, çakallara sesleniyoruz.

Şimdi uzunca bir süredir gökyüzünün en tepesinde böbürlenen güneşe sadece kısık gözlerle neden baktığınızı sorun kendinize? Bu soruyu yanıtladığımda sitemkâr bir gülümseme basıyor yüzümü. Çünkü, ben cehennemin ne olduğunu biliyorum.

Sıkışmış ve nefes alamayan toplumlar hep bir “kurtarıcı” bekliyor. Çünkü bugün yaşadığımız, artık azatlı özgürlüktür. Azat eden ve edilen arasına sıkışmış bir özgürlük. Azad eden kim? Azad edilen ne? Yani belirli şeylerin nasıl olması gerektiğine karar verme inisiyatifine sahip olmadan sözde bir özgürlüğü yaşıyoruz. Belki de bu nedenle adalet mekanizmamızı ilkel insan gibi iletip, o bildik hikâyenin gerçekleşmesini istiyoruz. Kötüler her zaman kaybeder, iyiler kazanır ve öykü dinleyenlerin başına üç elma düşer…

Bu akşam yine başka bir fasıl yankı bulacak zihnimizde. Ezel! Bizi yine düşündürecek bir koltuğun içine gömülmüş bir bedene hapsolmuş aklımız yine sınırlarını zorlayacak ve mırıldanacak: Zihin bir hapishanedir. Barbarların bile düşünemeyeceği kadar ıstırap veren bir hapishanedir üstelik diye…

devam edecek



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder