30 Haziran 2008 Pazartesi

GELDİK BİZ




























Oğlum, dikkatli olsanıza yahu! Dalıveriyorsunuz otun, börtü böcüğün içine pattadanak. Kene varmış buralarda.

Anne, onlara kene deme! Onların isimleri var.

Tövbe tövbe… Tutup bir de tıptaki isimlerini mi öğrendiniz? Aferin size!

Yok anne, kendimiz koyduk; Ali Macit, Ali Osman, Ali Rıza, Ali Kamil, Ali Şukufu…

Höööö?
_________________________________
Toplasanız ya siz de çilek! Bak mis gibi kokuyor. Dağ çileği bunlar. İstanbul’da bulamazsınız böyle çilek. Niye orada oturuyorsunuz?







Yok anne kalsın, şimdi Ali Şukufu gelir melir…

Meraklanmayın yavrum, bizim buranın keneleri eğitimli, terbiyeli, gün görmüş böcüklerdir. Bak geçen gün, Deli Zülfiye’nin poposuna yapışmış, çıkarmışlar, hiç bişeycik olmamış.

İyi de anne, bu Ali Şukufu hamile ya şimdi. Aksiliği üzerindedir.

Ya oğlum, bırak onu bunu da, bu çilekleri ben topluyorum topluyorum, hiç kutuya birikmiyor.

Zaten küçücük çilekler anne. Nasıl biriksin? Sen toplamaya devam et. Birikir nasıl olsa.

Siz veletlerin, hiç toplamadığınız halde, niye ellerinizin ve ağzınızın pespembe olduğunu sorsam, ayıp mı ederim?

Evet anne ayıp edersin.
________________________________

Babaaaa, ya benim kulağıma bişey girdi galiba. Vozur vozur ediyooo… İğrenççç!

Kızım öyle tıkamasana, içerideyse öldüreceksin hayvanı.

Tamam baba, çıktı galiba. Ses kesildi.

Belki de dinlenmeye çekilmiştir yavrucak.

Dalga geçmesene baba ya. Biricik kızın burada vozurdayan bir yaratığın saldırısına uğramış… Babaaaaa, bu çıkmadı galiba ya. Yine başladı zırıldamayaaa, babaaaa, kurtar beni babaaaa!

Dur bi dur, kız zıplamasana, kırpaşma iki dakika çıkarırım ben şimdi onu. Heh şöyle kalemle yolunu açalım, bak nasıl da uçuyor kerata. Hayvanı sokmuşsun hapishaneye, bi de dürtükleyip duruyorsun.

Ya baba bu kelebek, bu kadar insanın içinde, gelip benim kulağıma nasıl giriyor? Bende mi bi tuhaflık var acep, yoksa kelebekte mi anlamadım.
___________________________________
Anneeee, ben de abimle beraber, sığıra gidicem.

Oğlum, sen hayvanların en güççümeninden bile tırsmaz mısın? Bu hayvan ırkının en iri temsilcileriyle dağlara gitmeye nasıl cesaret edeceksin yahu?

Anne yaklaşmam yanlarına, n’oluuur!

E iyi ya git madem.

Anne bak şu inek var ya, me.me.lerinden süt çıkıyo biliyon mu?

Biliyorum annem. Zaten süt inekten çıkar.

Olur mu anne, bizim orda marketten çıkıyo ama. İnekten çıkanı içmem ki ben.
___________________________________
Hadi duta dalalım anne.

Tamam, bak dalları dolu, alıver şuralardan.

Yok anne, ağaca çıkıcam ben.

Hayatında ağaca mı çıktın? Düşersin yavrum.

Düşmem anne ya, hadi beraber çıkalım.

İyi ya sen çık, ilk katından topla ye dutu. Ben de aşağıda seni dutayım.

Anneee, bak ne kadar yüksekteyim. Bana şu dallardan dut verir misin?

İyi de oğlum, yarım metre de olsa, ağacın yükseğinde olan sensin. Senin toplayıp bize vermen gerekmez mi?

Ama anne, ağaca çıkmak çok yorucu bişey. Şimdi bu yorgunlukla bi de dut mu toplıycam yani?
_______________________________________
Anneee, sen çocukken, hani pillere ip bağlayıp kurbakların kafasına vuruyomuşsun ya… bu göl di mi o?

Evet canım.

Anne pil bulsana bana da, ben de vurucam.

Yok annem, yazık hayvanceyizlere. Hem biz kafalarına vurmuyorduk ki, dışarı çıksınlar diye, suya salıyorduk pilleri. (Ne kıvırdın be, helal)

Tabii, şiddet kötü bişey dimi anne?Ama, anneler babalar çocukken her şeyi yapıyo, kendi çocuklarına gelince, bunlar hep kötü oluyo dimi anne?

Höööö?
_____________________________________
Çocuk sevinçlerimi tekrar yaşadığım, çocuklarımın anılarına kendi çocukluğumun kokusunu kattığım, yeşile, maviye, çiçeğe, böceğe doyduğum, sevdiklerimin sıcaklığını iliklerime kadar işlediğim rüya gibi bir haftaydı.

Bitti. Döndüm. Bedenim buralarda artık.

Kalbim mi? Yarısını buradaki sevdiklerime getirdim, diğer yarısını dağların doruğuna bıraktım…








Not:Fotoğraflar, benim sığır çobanlarıma aittir... Devamı gelecektir...








21 Haziran 2008 Cumartesi

HADİ KAÇTIM BEN!














Blog milletinin güzel insanları! Hele bi gelin yanıma, toplaşın yamacıma! İyice bi yaklaşın monitörlerinize! Elsidisi, boynu bükük gariban eski ekranlısı fark etmez… Yanaşın yanaşın da resimlere bakın hele bi önce. Sonra da bu resimler arasındaki 7 farkı bulup, bağlantıyı kurun bakalım benim dünyalar tatlısı arkadaşlarım.

Hani bu İncegül gişisi, sayıklayıp durur ya “köyüm de köyüm” diye. Hani bulut olup, yağmak ister toprağına her daim. Aha da gidiyor. Hem valla, hem billa. Yalanım varsa, nimete videofon reklamındaki kedi gibi bakayım.

Bu akşam, nasip, kısmet ise köy yolları göründü bize.

Benim küçümen sıpa, ilk defa gidecek olduğundan pek heyecanlı kaç gündür. “Anneee, uçakla mı gidiyoz?” diye sordu bana.

“He oğlum uçakla gidiyoz. Bizim köyün harmanına indirecez uçağı da.” dedim kendisine.

Bu yılki tatil planımız, koca kişisiyle ve arabayla yola çıkmak, Ankara ve Bartın’daki dostlara (Onlar kendini biliyor, link vermeme lüzum yok sanırsam) sürpriz yapmak, bir kahve içimi de olsa yan yana olabilmek, oradan da gözümde tüten köyüme, toprağıma gitmekti.

Olamadı. Koca kişisi bizimle gelemiyor maalesef. Yazıktır kocamaaa! Benim hasretimden bir deri bir kemik kalmazsa iyidir! İki tane aslan parçam, biri bir yanımda, biri öbür yanımda düşüyorum yollara ben de.

Sırası gelmişken, Kuaybem, hangi gubidik kelimeleri kullanıyorsun diye sormuştu bu sıpaları severkene. Kocaman oldular artık, bak annelerine koruyucu bile olmuşlar gerçi ama, yine de onlar benim bebeklerim be! Büyük danamı, “camışım, kara üzüm gözlüm, löppüdüm, aşkım, kuzucukum, tombilodikim, samurum, totişim” diye, küçük sıpamı da “kalbim, ozikom, kuzubıdıkım, ponçiğim, abazikom, tatlışım” diye severim ben. Bebeykene mutlaka demişimdir bi sürü şey ama, dedim ya, çok zaman oldu, hatırlayamıyor ki, oynak aklım. Ben de, bir baba olarak, Umar'ın hangi abidik kelimelerle güzel kızını sevdiğini merak ediyorum doğrusu. Dönünce okurum artık.
Gidiyorum ben bu akşam...

Ben bu akşam, iki yanımda iki delikanlım, ‘eşeğiyle uçurumdan yuvarlanıp da kahkaha atan emmi’lerin olduğu memlekete gidiyorum. Ben yürekleri henüz nasır tutmamış, sevmeyi bilen, gülmeyi seven, komik insanların memleketine gidiyorum. Kocaman gülüşlü, dağınık saçlı, çıplak ayaklı kız ve oğlan çocuklarının memleketine…

Şimdi ben memleket sınırını aşar aşmaz, tanıdık yüzler, gülen gözler karşılayacak beni. “Ahan da bizim kız gelmiş” diyecekler, herkes sarılacak, öpecek, haminnem, dedem ağlayacak yine, yengeler ne yapacağını, ne yedireceğini şaşıracak. Kuzenler hasretle kucaklayacak, kuzen çocukları, hala diye pervane olacak etrafımda. Ben gerçekten sevildiğim memlekete gidiyorum.

Sabahları, mis gibi toprak kokusuna, çimen yeşiline açıp pencerelerimi, Ilgaz’ın o doyumsuz manzarasına dalmak, gün ışımadan başlayan tatlı telaşa, o hengamenin huzuruna kaptırmak yüreğimi ve yine folluklardan yumurta aşırmak ve bir ağacın doruğundan meyve koparmak yeniden. (Düşüp bi taraflarımızı kırmayalım da bu yaştan sonra) Bir de o adını bilmediğim sarı çiçeklerin muhteşem ve bulunmaz kokusunu tekrar duymak… Hele bir de yağmur yağarsa, değmeyin keyfime!

Yani velhasılı kelam; üstteki resimde görmüş olduğunuz hatun, alttaki resimlerde görmüş olduğunuz yerde olacak bir süreliğine. Fotomontaj, çizim neyin değildir, öz be öz benim memleketimin görüntüleridir işte. Çok güzel değil mi?

He hatunun resmi için de alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayın. İstediniz, yayınladık. Ahan da öyledir o, Allah öyle yaratmış, dalga geçmeyin, çarpılırsınız valla. Siz de öyle oluverirsiniz karışmam.

Haydi yolculayın bakayım beni artık. Selametle gideyim di mi? Bol enerci ve neşeyle döneyim de güzel güzel yazılar yazayım di mi? 4 Part'lık İncegül Tatilde serisinin ikinci bölümü mesela...

Haydi Allah’a emanet olun dostlar, inşallah görüşürüz yine. Öperim o güzel yüreklerinizden.

Sevgiyle…

18 Haziran 2008 Çarşamba

DONDURMAM GAYMAH


Gün yeni yeni ışımaya başlamışken uyanırım her Pazar sabahı. Hem bütün hafta erken kalkmış olmanın verdiği alışkanlık, hem de haftanın tek tatil gününü uyuyarak ziyan etmek istememekten kaynaklı bir afyon pörtlemesi olayı yaşar sabahın kör saati bu bünye. Ah, iş günleri de böyle pörtlek olabilseydi!

O sabah da aynen böyle bir sabahtı işte. Rutin yataktan kalk, el yüz yıka, evden çık, sahile in, sessizliğin tadını çıkara çıkara denizin kokusunu, sabahın ferahını içine çek ayininden sonra, sıcak ekmek alış, eve dönüş ve haftada sadece bir gün yapıldığından mıdır nedir, kıymeti çok fazla olan kahvaltı sofrasında toplaşılma faslı…

Keyifle ve epeyce sündürülerek yapılan kahvaltı sonrası, herkes görev yerlerine dağıldı. Küçük sıpa kitaplarına, büyük dana bilgisayarına, koca kişisi kumandasına sarıldı. Bendeniz İncegül kişisi de sofrayı topladım, yatakları topladım, kuruyan çamaşırları yerleştirip, yerine yenilerini astım, evi bir kat temizledim, bulaşıkları hallettim, tam oturacaktım ki, bir başka öğün olan öğle saatlerinin de geçmekte olduğunu fark ettim. Birazdan benimkiler “acıktııık” diye bağırmaya başlarlardı. Bu nedenle hemencecik mutfağın yolunu tuttum. Neşe içinde patlıcanları alacalamış tuza basmış idim ki, içeriden sevgi dolu sesiyle, evimin direği, göynümün ereği, yavrılarımın babası, ormantik kişilik seslendi.

-Bırak uğraşma yemekle falan, dışarıya çıkalım!

Bilen bilir, biz çalışan insanlar için, hele de yaşadıkları kent İstanbul ise, hafta sonları ev bir sığınak gibidir. Keşmekeşten, gürültüden, harala güreleden kaçış yeridir. Korunaklı bir saçak altıdır; bardaktan boşanan yağmurdan saklanılan. Ev şefkatli bir ana kucağıdır huzur ve sıcaklık veren.

-Hayatım ne gerek var, gayet güzel oturuyoruz evimizde. Şimdi bir pilav yaparım, yanına da serin serin cacık… Sen de güzel bir salata döktürürsün. Bir de vurduk muydu karpuzun karnına yumruğu…

Bilen bilir, bu hatun kişilerine asla yaranılmaz. Adam seni düşünüyor işte, sonra da “ay bir yere çıkmıyoruz, eve tıkıldık kaldık” diye şikayet edersin.

-Haydi hazırlanın da gidelim yahu!

Yine bilen bilir, bu İncegül kişisi, öyle paldır küldür çıkışlardan, plansız programsız gezintilerden hiç haz etmez. Lakin emir büyük yerdendir. Kocaya saygısızlık yapılmamalıdır. Taş olunurdur, taaaşşşş…

Birbirinden habersiz farklı odalarda giyinmelerine rağmen, ailenin üç ferdinin de yeşil giymiş olması, aramızdaki uyumun belirtisi midir bilinmez, ama hoş bir detay olarak göze çarpar. Koca kişisinin bu uyumu bozuyor olması ise şiddetle kınanır. Öncelikle herkes isteklerini sıralar, ne de olsa, moderen, demokratik bir aileyizdir biz.

-Anne ben tişört alıcam kendime. Vıttırızırta gidelim.
-Babaaa ben höttürüzört dergisi istiyorum yaa… yeni sayısı çıkmış, annem almadı bana. (Nanköööör)
-Tamam ben de kitap alayım çıkmışken, cıttırıpırt kitapevine uğrayalım. O zaman İstiklal’e gitmek en mantıklısı, hepimizin istediği orada.

Koca kişisi İstiklal’den önce, bizi başka bir yerde bulunan zotturuporta yemeğe götürdü. Orada “ben pizza sevmem ki, hambırger yiyecem” diye zırlayan küçük sıpanın koca bir dilimden sonra, ikinci dilimi istemesi de hayrete şayandı doğrusu. Bir de sevseydi ne olurdu bilemiyoruz!

Neyse biz patlayana kadar doyunca, düşüyoruz yola, varıyoruz İstiklal’e. Savrula savrula yürüdükten sonra –ki en sevdiğim şey budur- yavrucağıma tişört beğenmek için Vıttırızırta giriyoruz. Ben bütün şefkatimle, kuzuma beğendiğim şeyleri gösteriyorum. O da bütün gıcıklığıyla, beğenmiyor. “Anne, ben kendim bakarım, sen seçme bana bişey” diyor. Anacığım, işte ne güzel bunlar. Aaaa kızdırma beni, ben zevkli kadınımdır, sen kim oluyon da benim beğenime burun kıvırıyon sıpa! Kestane çıkmış kirpisini beğenmemiş.

Eeee sen de yapmamış mıydın zamanında annene? Bir arife günü kadınceyizi mağaza mağaza gezdirip, bir de zevksizlikle suçlamamış mıydın? Gün olup devran dönmeyecek mi sandın?

‘Dank’ ediyor mu kafana? Basit bir alış-veriş esnasında anlıyor musun gerçeği? Görebiliyor musun her şeyi? İstanbul’un orta yerinde, koca bir taş gelip oturuyor mu yüreğinin üzerine? Bir düğüm tıkanıveriyor mu boğazının derinlerine? Ey hatun! Sen uyurken, büyümüş senin kınalı kuzun. Sen hala ‘bebeğim’ diye sevip, koklasan da, o büyümüş. Şöyle etrafında dolanırken, yanında dolaşırken görmüyor musun? Aslan gibi delikanlı olmuş tatlı bebeğin. Haydi sil bakalım göz yaşlarını, bak yeşil far da sürdüydün kırk yılın başı, akmasın durup dururken.

Gamzeli, tombilodik parmaklı elleri koca koca olmuş omzuma dolanırken, sorduğu soruyla biraz kendime geldim:
Anne… şu filme girelim mi?
Yok oğlum, ben okudum onun konusunu, çok fazla ‘cin.sel.lik’ içeriyormuş.
Anneeee ‘cin.selik’ ne demek?
‘İsilik’ gibi bişey işte, her şeyi de merak etme!
Pıhhhh… oğlum dalga geçmesene kardeşinle! Abin haklı yavrum, ‘cin.selik’ de ‘isilik’ gibi işte.
Anne yaaaa… bana niye çocuk muamelesi yapıyonuz?
Çocuk olduğun için olabilir mi acaba minik sevgi pötürcüğüm? Acele etme! Nasılsa büyüyeceksin ve ‘ah yeniden çocuk olabilseydim’ diye şarkılar söyleyeceksin; tıpkı bizim gibi.


Herkesler alacağını almış, mutlu mesut savrulmaya devam ederken, yavruların dondurma yediğini ve fekat bizim yemediğimizi hatırlayan koca kişisi, “dur biz de seninlen yiyelim hatun” diyerekten ince bir jest yapmış, lakin sıpalar “biz de isterük” diye peşimize dolanmışlardı. E biz yerken bakacak değillerdi ya. Hem bizim camışlara iki-üç dondurma ne edecekti.

Derken, bizim koca, “gel bak buranın dondurması güzele benziyo, haydi oturalım” dedi. Biz, muhalif yeşiller grubu, “külah isterik, gezeceğik” şeklinde itiraz ettik. Hem börgir kinkin miss gibi dondurmasına ne olmuştu ki? Oradan yeseydik. Böyle bilmediğimiz çanaktan yemek beni hep tedirgin etmişti ömrümce. Temkinli hatundum ben. Ve bunda da ne kadar haklı olduğum er ya da geç çıkacaktı ortaya.

Neyse kodurduk külahlara ikişer top, börtlekli, gaymaklı –canınız çekmesin- dondurma, düştük yeniden yola. İştahla da dondurmalarımızı yiyoruz bu arada. Bir ara bizim küçük sıpanın elindeki küçük fiş dikkatimi çekti. “Oğlum, ne o elindeki, niye sıkı sıkı tutuyon, ver bakiiim” dedim kendisine. Sonradan pişman olacağımı bilemezdim bu istediğimden.

Fişi aldım, şöyle bir baktım, sonra bir daha baktım, bir daha… “Anaaaa…. kocaaaa, biz dört külah k.çı kırık dondurmaya bu kadar para vermiş olabilir miyiz yahu, yanlış fiş vermişler sana” diyerek, bir elimdeki dondurmaya, bir de koca kişisinin yüzüne baktım. Yüzünde epeyce kazıklanmış bir aile babasının o gururlu ifadesi vardı. Sıpalara döndüm, “Bakın yavrum, eğer o elinizdeki dondurmaların bir damlasını ziyan ederseniz, külahları boğazınıza sokarım” şeklinde şefkat dolu bir cümle kurduktan sonra, aynı şefkatle elimdeki dondurmayı yemeye devam ettim.

Küçük sıpa, birkaç dakika sonra, “anneee, ben bunu yiyemiycem ya… sevmedim” diye gözümün içine baktı melül melül. Gitti mi dondurmanın biri çöpe? Ulen oğlum altın o altın! Atılır mı hiç?

Biz liselimle kıkırdayarak dondurmalarımızı yalarken, bir yandan da babaya laf sokuyorduk elbette. “Pek de lezzetliymiş, e o kadar parayı bana versen, ben de tadımdan yenmem” “içine altın tozu koydular zaar, bu kadar kıymetli olduğuna göre.” “anaaam, dişim kırılıyordu len içindeki pırlantalardan” “anneee, ben büyüyünce dondurmacı olucam he, saraylarda yaşarız valla”

İşte böyle bir Pazar gezisinden sonra, hava karardığında sevgi dolu, sıcacık yuvamıza döndük. Herkes tıka basa toktu, yine de çocuklar bir şeyler atıştırdı. Ben patlıcanlarımı pişirdim, ertesi güne hazır ettim. Sonra hep birlikte maç seyretmeye koyulduk. Biz miniğimle yerlerde yatarak, baba oğul birer kanepede hoplaya, zıplaya, bağırarak seyrettik millilerimizin yürek dayanmaz oyununu. Biz zati 2-0 da uyumuşuz miniciğimle sarmaş dolaş… Sonra böğürtülere uyandığımda durum 2-2 olmuştu bile.

Velhasıl güzel bir gün, güzel bir geceydi. Biz babamıza bir gömlek almış idik, o bize bir sürü şey aldı. Hediyeleştik bir ‘babalar günü’. Ama, galiba, en güzel hediyeleri vermiştik birbirimize zamanında. Başka hiç hediyeye gerek yoktu. Hatta mutluluk ve huzur için sadece bir arada olmak yeterliydi zannımca… Allah kimseyi ayırmasındı sevdiceklerinden.

16 Haziran 2008 Pazartesi

KÖYLÜ GÜZELİ





Cumartesi çalışan amele güruhunun en büyük tesellisi, Pazar günü dinlenebilmektir. Ben de bu amele takımının müstesna temsilcilerinden biri olduğumdan dolayı, bu teselliyle avunur dururum her hafta sonu başlangıcında.

Ama, heyhat! Her seferinde bu hayallerin suya düşmesi kaçınılmaz, şaşırılmaz ve de şaşmaz bir gerçek olarak, ‘dan’ diye vurur bu garip başıma.

O Cumartesi de, her seferinde olduğu gibi işten gelmiş, evin dibini bucağını, köşesini, yuvarlağını elden geçirmiş idim. Bütün kemiklerim sızılanmış, ellerim deterjandan, çamaşır suyundan Nütrüciina reklamında oynayacak kıvama gelmiş, yorgunluktan kımıldayacak halim kalmamış idi. Olsundu. Üzülmeyeyimdi. Nasılsa yarın Pazar’dı. Bütün işlerim bitmiş ve o günü dinlence etkinliğiyle geçirebileceğimdi.

İşte bu düşüncelerle koltuğa yığıldığım zaman, akşam saatlerine denk düşüyordu. Minik yavrucuğum sevgi dolu, şefkat dolu, dolu dolu seslendi:

“Anneciğiiiim”
“Söyle yavrum, oyun oynayalım diyorsan, kıpraşacak halim kalmadı. Yarın çocuum.”
“Yok annecim, hani ben tiyatora oynıycam ya… kıyafet alacaksın ya bana.”
“Hııı alıcam yavrum. Yarın çıkar şu yukarıdaki mağazadan alıveririz asker kıyafetini.”
“Yok anne, şimdi ben askerdim ama, terhis olmuşum, köyüme gitmişim ya…”
“Eeeee?” Hiç hayıra gitmiyor bu konuşma ya hadi bakalım!
“İşte hani ben okuma-yazma bilmeyen, köylüyüm ya…”
“Üzülme yavrum, bu sadece oyun. Sen okuma, yazma biliyorsun.”
“Annecim, bi dinlemiyosun ki beni. Ben köylü kıyafeti giyicekmişim.”
“Köylü kıyafeti nasıl oluyormuş?”
“Ya işte, yelek, şalvar falan…”
“Hı, iyi, tamam alırız yavrum.”
“Anne… yalnız bizim gösteri Pazartesi günü olacakmış.”
“Hööööö? Oğlum Pazar Pazar ben nereden bulacam köylü kıyafetini? Niye söylemiyon kaç gündür?” Hem ben yarın bir camış gibi yiyip, içip, yayılacaktım yahu!
“…”

Şen-şabalak yollara dökülür bir Pazar sabahın körüsü, İncegül kişisi ve onun sevimli çekirdek ailesi. Öncelikle harika bir fikir gelir akıllarına. Vıttırızırt alış-veriş merkezine gidilsindir, bir mağazaya girilsindir, hemencecik alınıp, eve dönülünsündür. Tabii… çünkü sosyete bazı bazı ne yapacağını şaşırdığından, belki de köylü kıyafetleri giymeye başlamıştır bile. Bu nedenledir ki, bu sosyetik merkez de bütün mağazalarına köylü kıyafetleri doldurup, bir de öptürücü etiket kondurmuş olabilirdir değil mi? Sonra bu fikrin saçmalığı oy birliğiyle kabul edilip, aynı hızla geri yollanır, geldiği yere doğru.

En güzeli Eminönü’dür elbette. Tahtakale, Mahmutpaşa… Her türlü ıncık cıncığı bulabileceğin yerdir İstanbul içinde. Haydi o zaman, haydi benim kahraman ailem, ilk hedefimiz Eminönü… İleriiii!

Pazar günü mağazasını açmış olan çalışkan esnaflara tek tek sorulur, tek tek yanıt alınır.

“Pardon, biz köylü kıyafeti arıyoduk da…”
“O dediğinden yok apla, bizde tişört neyin var, çok kaliteli, çok güzel… Verelim mi?”

“Apla, delikanlıya çok güzel sünnet kıyafetlerimiz var. Askerli, paşalı, padişahlı…”
“Anne yaaa… ben sünnet oldum yaaa…”
“Tamam oğlum tamam! Yok kardeşim, biz köylü kıyafeti baktıydık, var mı sende?”
“Höööö?”

“Beyefendi, biz şalvar, yelek, puşi, kasket, tezek… köyü hatırlatan her hangi bişey bakıyoz..”
“Valla hafta arası gelirseniz hemencecik diktiriveririz apla, ama bu gün Pazar…”
Biliyoruz herhalde. Bugün Pazar. Benim ‘tatil’ günüm.

Umutlar tükenmiş, ayaklara kara sular inmiş, ebleh bir ifade ile sorulur gençten bir mağazacı kişisine: “Kardeeeş, sizde köylü kıyafeti var mıydı aceba?”
“Var apla”
Bütün aile, hep bir ağızdan, haydi birlikte!
“Hoooleeeyyyyy”
“Bakın böyle, bindallılarımız vaar, kaftanlarımız vaar…”
Ya niye ilaç için bir tane normal adam çatmaz bana ya? Çocuğu gösteriyom, ahan da buna arıyoz diyom. Bu yavrucağa kına gecesi mi yapıcaz be adam? Hem kına gecesi de yapsak, Arto mu benim yavrum? Al diyo, ne kadar kaftan varsa, geçir kafama!

Yoruldum, acıktım, sinirim bozuldu, koca kişisine çattım, çocuğa çemkirdim, yolda gidenlere kafayı taktım, kuş kafama z.çtı, ben böyle talihin içine… tövbe, tövbe…

Yüzlerce kilometre yürüdükten, geçtiğimiz yerleri doksan dokuz kere tekrar geçtikten, bir sinir harbinden çıkıp, ötekine girdikten ve artık yürüyecek dermanımız da kalmadıktan sonra, muhteşem bir fikirle sarsıldı bu zeka küpü bünye. Köylüsünü yemişimdi artık. Madem köylü milletin efendisiydi, iyiice bir süslenmeliydi. Köylü, artık kendini aşmalıydı. İmajında yenilik yapmalıydı. Buna öncülük etmekten gurur duyulmalıydı. Adımız tarihe ilklerin ailesi olarak geçmeliydi.

Kendimize verdiğimiz bu gazla, daldık folklör kıyafetleri satan bir mağazaya, aldık velete şöyle sırma işlemeli komple bir folklörcü takımı…. Ben sağ, köylü selamet.

Sıra gelmişti kasket işini halletmeye. Onu da moderen beylere şapka satan bir şapkacıdan alıverdik hemencecik. Ayağındaki LCW ayakkabıların son derece ironik bir görüntü sergilediğini söylemeden de geçemiyciim tabi. Aslen çarık düşünmüştük amma, malum günlerden Pazar idi ve tek bulabildiğimiz, ucu püsküllü, altın rengi, sünnet çarığı idi. Ayrıca da köylünün imacına yenilik getirilecekseydi, ayağındaki papuçlar tam anlamıyla tüy kondurmalıydı. Kondurdu da…

Bizim sıpa, okuma-yazma bilmeyen bir köylü gencinden çok, sonradan görme bir köy ağasına benzemişti. Zaten işten son dakika izin alıp, koştura koştura okula onu seyretmeye gittiğimde, “ahan da ağanın anası geldi” “ay seninkine bayıldık, tam ağa olmuş” “züğürt ağanın anası nerde kaldın yahu” şeklinde tezahüratlarla karşılaşmam bunu daha iyi anlamamı sağlamıştı.

Çocuklar çok güzeldi, hepsi cıvıl cıvıldı. Palyaçolar, yemişler, dansçılar… Duygulandık önce bu rengarenk görüntü karşısında. Hepimiz pek bi mayıştık. Yeniden çocuk olmak istedik, her zaman olduğu gibi. Şarkılar söyledik onlarla beraber, el çırpıştırdık koca koca kadınlar, adamlar.

Sonra bizimki sahneye geldi, alkış kıyamet. Seyircilerle muhatap oldu önce, adres falan sordu. Sonra tek tek diğer oyuncular(!) girip çıktılar sahneye. Köpek havladı, ki bu havlayan köpecik bizimkinin kankası, en yakın arkadaşıydı. Yaşlı kadın bunu sopayla kovaladı, o da sınıf birinciliği için sürekli yarış halinde olduğu kız. Bizimki nefes nefese, yerlerde sürünerek, en son kendi kafasına sümsüğü indirerek tamamladı oyununu. Çok güzeldi. Gülmekten karnımıza ağrılar girdi.

Bu benim sıpa ve arkadaşları okuma-yazma bilmenin ne kadar da önemli bir şey olduğunu, hem komik, hem de son derece düzgün cümlelerle anlattı hepimize. Hepimiz mesajı aldık. Hemen okuma-yazma kurslarına müracaat ettik! O kadar etkili bir anlatımdı yani. Parmak kadar bebeler, değme oyunculara taş çıkarttılar diyebilirim. Bu nasıl bir kendine güvendir, bu nasıl bir nesildir böyle!

Hele benim annesine zümrüdü anka görünen kuzgunum, baş rolde hayran bıraktı kendisine. Muhteşem sahne karizmasıyla ve annesinin imac meykırlığıyla ortaya çıkan, muhteşem köylü görüntüsüyle yıktı ortalığı!

“Kıroyum emme, hem zeka, hem yetenek bende” dedi küçük sıpam.

Yani velhasıl, yoruldum ama değdi be!

Dipçik Notçuk:Anladım ki, insan bildiğinden şaşmamalı. CD den ancak bu kadar oluyor işte.... Müessesemiz, yine de, her halükarda sözünü yerine getirmenin haklı gururunu yaşamaktadır.

12 Haziran 2008 Perşembe

KARA SICAK


Sıcak, alabildiğine sıcak…
Sıcak kör bir bıçak…
Bir adam, elleri nasır tutmuş
Adam yaşamaktan yorulmuş
Bir adam ki insanlığını unutmuş

Toprak bereketli, ana rahmi gibi…
Bir tohuma, bin fidan verir.
Doyurur toprak, yeşertir.
Lakin emek ister, ter ister toprak
Savaş ister topraktan ekmek çıkarmak.

Kasketi sırılsıklam bir adam
Babadan yadigar bir çift öküz
Kırık dökük bir kara saban.
Adamın ekmeği, aşı toprak.
Bağrında can alıcı bir kara sıcak.

Saban dişledikçe toprağı
Can bulur, can verir şefkatli ana.
Yeşil verir, sarı verir…
Coşar da el verir, hayat verir
Onu en çok kamçılayana.

Adamın sermayesi hayat...
Ve adamın hayali sofrada bir somun ekmek
Belki bir tas soğuk ayran.
Dilinde bir acı türkü hayat...
Ve hayat; ayaklarının altında kör bir bıçak.

Ve hayat; alabildiğine kara, sıcak...



Bu kez ZOR kelimesinin farklı kalemlerde şekillenmesi idi oyunumuz. Üstelik bu kelime geçmeyecekti yazının içinde. Katılmak isterseniz, ya da sadece şöyle bir dolaşmak, Atölyemize bekleriz sizleri de.

9 Haziran 2008 Pazartesi

SİTEM


Dilimde düğümlendi sözcükler…

Artık pek konuşamıyorum da zaten. Oysa hiç susmazdık seninle, hatırlar mısın? Birbirimizin gözlerine bakar, saatlerce sohbet ederdik. Ta ki birimiz uyuyana dek. Ki bu genelde sen olurdun.

Tek kolumun üzerinde yatar, lokum burnunu boynumun altına sokardın. Konuşurdun… konuşurdum. Yavaş yavaş sesin derinleşirdi, ben anlardım. Uyurdun sonra koynumda, melekler gibi. Cennet kokunu çekerdim içime sabaha kadar.

Şimdi uyuyamıyorum da pek. Geceleri soğuk oluyor taşlar…

En çok neyi özlüyorum biliyor musun kuzum; o gamzeli, tombik ellerinle saçlarımı okşardın ya… Hiç usanmadan, ben sıkılıp “yeter artık” diyene kadar. “İpek gibi, ne güzel saçların var anneciğim, bırakamıyorum ki” derdin ya o kara gözlerini kocaman açıp…

Beyazlar düşüyor insanın saçına zamanla, ipekliği de kalmıyor yavrum. İnan bana, yıllar hiç kimseye acımıyor.

Gözlerim ufka takılıyor bazı bazı; öyle dalıp gidiyorum. Kimi de yollara bakıyorum bir merdiven dibinde oturup… Geçmiş, belki de hiç yaşanmayandı… Belki hiç yaşanmadı. Her şey bu günde başladı ve bitecek. Belki sadece yürek sızısı, geçmiş dediğin. Belki de bir peynir tenekesinin aldığı kadar...

Neyse ciğer parem, sen iyi misin? Öksürüyordun ya son zamanlarda… Şimdi nasılsın? Nasıl oldun? Geceleri soğuk yapıyor artık. Aman üzerini sıkı ört emi benim kuzum?

Dün gece, bir ara dalmışım. Rüyamda gördüm o gül yüzünü; bulutlanmıştı gözlerin, hüzün çökmüştü o güleç tavrına.

Aman ha! Sakın üzülme yavrucağım! Sakın kahretme kendini olur mu? Senin gönlüne acı düşmesin, gözlerindeki bir damla yaşa fedadır ömrüm… Kalmadı ya fazla, neyse...

Üzülme kınalı kuzum! Sen göndermesen de, ben zaten gidecektim, kapılarda gelişini hasretle beklediğim, sevdamı ve seni büyüttüğüm evimizden… Gitmeliydim.

Sana söyleyecek çok sözüm var aslında, lakin dedim ya sözcükler düğüm düğüm…

Kulağına haberci kuşları fısıldasın yalnızca “annen seni çok seviyor, annen sana hiç kırılmadı, annen sana hakkını helal etti” diye.

6 Haziran 2008 Cuma

SİYAH ÇANTADAN KARA Bİ'ŞEY ÇIKTI


Tam otuz üç yıl evvel bu gündü. Tek kişilik saltanatımın, lale devrimin sona ereceğinden bihaber, mutlu-mesut oyunlar oynuyor, çocukça hayallerimin peşinden koşturuyordum.

Sonra bana, “siyah çantalı bir hatun geçti buradan” dediler. Ben de “bana ne” dedim. “E ama sizin eve gitti” dediler. Ben bu sefer de “size ne” dedim. O sırada göle maya çalıyor, dünyanın merkezinin tam da benim durduğum yer olduğunu düşünerek keyif çatıyordum. Nereden çıkmıştı bu ‘siyah çantalı kadın’ şimdi? Kimdi? Ne işi vardı bizim evde?

Sanki bir telaş da vardı evimizde. Ben anlayamıyordum ama bir şeyler oluyordu belli ki? Tuhaf, sıra dışı bir hareketlilik… Neler oluyordu? Hayırdır inşallahtı!

Hem, neden beni içeri almıyorlardı artık? Sair zamanlarda eve girmem için yalvar yakar olan, bazı bazı da sert yapan anneciğim, bunca saat olmasına karşın neden hala çağırmamıştı sokaktan beni. Üstelik her afacan çocuğun olduğu gibi, diz kapaklarımın daimi misafirleri olan yaralarıma bir yenisini daha eklemiştim ve ilk yardım yapılmalıydı acilen!

Ne kadar zaman sonraydı hatırlamıyorum, sonunda kapı açıldı. Ben, yüzüm ellerimin arasında, dirseklerim dizlerime dayalı, oturuyordum o mermer merdivende. Üstelik yaram da kanıyordu.

‘Siyah çantalı kadın’ büyük bir gururla çıkıyordu kapıdan. “Az kenara çekiliver yavrucuğum” dedi babaannem. Ellerimi yüzümden çekip, mavi korkuluklu pencereden yüzünü yarım yamalak gördüğüm anneme doğru uzattım. Neden bu kadar solgundu?

Kadın gitti, ben içeriye girdim. Annem pencerenin önündeki divanda yatıyordu. Çarşaflar, yastıklar, annemin yüzü bembeyazdı. İyi de o yanında yatan küçük, kara, sevimsiz şey de neydi öyle?

Sinirlenmiştim. Annem, benim gibi güzel bir kız çocuğu dururken, bu minicik, çirkin bebeği neden koynuna almıştı?

Babaannem gülümseyerek, “bak bu bebek, o siyah çantadan çıktı” dedi.

Daha da sinirlendim. Kadın çantasında bebekle mi geziyordu? Hayır, çantadan cüzdan, tarak, bilemedin kalem falan çıkardı. Bebeğin ne işi vardı? Benim bildiğim; komşuya kazan verirdin, o da “doğurdu” deyip, sana tencere getirirdi. Çanta hiç doğurur muydu?

Ondan da vazgeçtim, diyelim seninki doğuran cinsten, taşı o zaman çantanda yavrusunu, niye bizim eve bırakıyorsun be kadın!
Üstelik de babaannem, artık hep birlikte olacağımızı, ömür boyu ayrılmayacağımızı, birbirimize destek olacağımızı, çünkü 'kardeş' olmanın bunu gerektirdiğini, gereklilikten de öte hissiyatın insanları böyle yönlendireceğini anlatmıştı kendi dilince.
Oysa ben istememiştim. Hazırlıksızdım. Kardeş olmanın ne demek olduğunu anlamak da istemiyordum açıkçası. O benim için sadece bir misafirdi. Bir süre kalıp, gidecekti nasılsa hayatım(ız)dan.

Zaman içinde, bu istenmeyen(!) misafire epeyce eziyet ettim. Çeşit çeşit oyunlarla, tehdit ve şantajlarla psikolojik işkencelerim, yatarken boğazına düğme, boncuk, para gibi bilumum ıvır zıvırı bırakıvermek suretiyle boğmaya çalışmalarım, hatta başarısızlıkla sonuçlanan balkondan atma girişimim bile oldu. Gece uyanıp, süt içtiğini, içmezse uyuyamayıp sabaha kadar ağladığını bildiğim halde, son kalan bir bardak sütünü lavaboya boşaltmam ise en masum sayılabilecek sabotajlarımdandı!

Var mıydı öyle ‘dağdan gelip, bağdakini kovmak’, bütün ilgiye, övgüye, saltanata, o güne kadar dişimle, tırnağımla kazıyarak edindiğim her şeye bir anda ortak olmak. Var mıydı ‘ablanın pabucunu dama atmak’.

Yaptım evet! Pişman değilim!

Ama onu hep sevdim. O bembeyaz yatakta ilk gördüğüm an, içime hiç bilmediğim, ılık bir yağmur yağdı sanki. Bir koku duydum cennetten rüzgarın peşine takılıp gelen. O gün, o minicik ellerini, fındık burnunu, kara gözlerini gördüğüm o ilk gün sevdim onu, hem de hiç kimseleri sevmediğim kadar...

Öyle küçücük, öyle masum ve öyle kara bi’şey…

Sevdim; tırnağına kıymık batsa, kalbimde bir yara kanadı sanki, dizlerimdeki yaralardan beter. Birisi fiske vurmaya kalksa, boyuma-posuma bakmadan üstüne saldırdım. Dayak da yedim bazı bazı, ama ona dokundurtmadım. Kendim dövdüm de, kimselere dövdürmedim.

Sevdim ki ne sevdim. Kardeş sevgisinin ne demek olduğunu da ilk onda bildim.

Ablasının kara kuzusu! Koca adam oldun biliyorum. Geçmişi unutalım! Yok yok... Bence unutmayalım! Geçmişimiz ki; bizim servetimiz. Bizi biz yapan, bu gün hala birbirimize sımsıkı kenetlenmemizi sağlayan… Sevgimizi katlayan...

Seni hep sevdim, çok sevdim ve bu can bu bedende oldukça sevmeye devam edeceğim.

Nice nice yıllara canımın parçası, gözümün bebeği, yakışıklı kardeşim
Doğum günün kutlu olsun.
  • Not:Ne kadar da sanatsal bir aileyiz! İşte kardeşceyizim ve onun saygı değer eşisi gmemuzin kişisi, son çektikleri filmin afişinde, nasıl da güzel çıkmışlar. Tü tü maşallah! Yeni filmlerinin çekimleri sürüyor, zannımca önümüzdeki yıl, bütüüün uluslararası festivallere katılacaklar!

4 Haziran 2008 Çarşamba

SAKLAMBAÇ



Ben seni zamansız zamanlarda sevdim, ama saklambaç oynarken en fazla...
Sen beni bul isterdim, saklanırken o ahşap, eski evin merdiven boşluğuna.
Sen sapsarı saçlarınla, güneşten daha sıcak, aydınlatırdın tüm karanlık sokaklarımı.
Ben o viranede senin beni bulmanı beklerken umutla, gözlerinin hayali yeşile boyardı tüm yıkık duvarlarımı.
Gülüşünle çiçeklenir, bahara dönerdi yüreğimin çocuk pencereleri…
Sesin dağıtırdı bulutları, açardı ruhuma göğün en mavi kapılarını.
Sen benim masal prensimdin.
Ve ben bu dünya gibi, senin varlığınla güzelleşirdim.
-------------------------------
Bir gün geldi, masal bitti...
İşte o gün söndü ışık, karanlığa kesildi tüm evren...
Tam o gündü, tüm çocuk sevinçlerim beni terk edip gitti…
Bir kamyon gürültüsünde gözlerim kör, gönlüm sağır oldu birden.
Ben çaresiz göz yaşlarımı ilmek ilmek dokuyup yollara seriyordum sen giderken.
Avuçlarıma gizlediğim tüm hüzünler dökülüp saçılıyordu ortalığa, ardından gizlice el sallarken.
Gidişinle yıkılıyordu bu sokak, bu evler, bu kapılar, bu duvarlar ve her yer yeniden.
Oyunlar öksüz, sevgiler yetim kalıyordu sen giderken.
Ve sen giderken, ne varsa seninle güzelleşen, hepsi bir bir ölüyordu.
Ve ben hala saklanıyordum o izbede, günün ardından gece de çekip giderken…
  • Not: Fotoğrafı dillendirme çalışmasının üçüncüsü için yazılmıştır. Ayrıca da Öykü Atölyesi, yeni öyküsünü yayınlamaya başlamıştır. Okumak, görüş, beğeni ve eleştirilerini söylemek isteyen bu linkten de ulaşabilir efenim.

2 Haziran 2008 Pazartesi

BİR FİNCAN KAHVE OLSAM


'Bazen daha fazladır her şey' demiş ya kraliçelerin kraliçesi; doğru demiş. Yine böyle her şeyin daha fazla olduğu, duvarların üzerime yıkılırcasına eğildiği, yüreğimin mengeneye sıkıştırıldığı günlerden birinde bir mektup aldım bu çılgın kadından. 'Niye bana yazmıyon, yoksa beni beğenmiyon mu' diyordu, özetle. Ben de ona anlatmaya çalıştım ayrı dünyaların insanları olduğumuzu; Ben sosyetenin gülü, o kenarın dilberi!

Siz hiç, bir fincan kahveyi karşılıklı höpürdetmediğiniz birinin dost sıcaklığını iki cümlede yüreğinize kadar hissettiniz mi? Ben hissettim.

Sonra dedi ki bu hatun kişisi bana; 'Kız senin şu Nuh Nebi'den hatıra kalan şablonu değiştirelim mi?' Yavrum ben teknolocinin en özürlüsü, daha maillere bile yeni yeni bakmaya başlamışım. Bilen bilir; aylarca mail okumam da bloke olur durur adresim. 'Kem, küm... e zahmet neyin olmasın bacım.' Yan cebime koy yani. Ne zamandır istiyorum da. Ne vakit, ne de kapasite müsait değil buna. Bu da bi' nevi yetenek sonuçta. Bilgi, deneyim, birikim... Bizde ne arar?

Sonunda işte bu çılgın hatun aldı eline benim sayfayı, düştü yola. Ben o gün de, işlerden kafayı kaşıyamıyorum. He bir de bana dedi ki; 'Renk neyin söyle sen bana'. Ne söyleyecem kızım, senin gibi bir yeteneğe akıl vermek, benim gibi teknoloci fukarası birine mi düştü?

Neyse efenim, ben akşam evi süpürüyorum, dedim bir bakayım, bizim hatun neler yapmış. Tadilat sürerken, bir de kapıyı kilitlemiş. Hani kimseler, yıkık, dökük ev halimizi görmesin diye. Yer miiii? Anahtarım var benim. Giriverdim içeri, bir de ne göreyim; benim sayfa çiçeklenmiş, renklenmiş, teknolocik bir sürü şeyle donatılmış. Nakış nakış işlenmiş bir sanal yuvaya, emek, sevgi, dost kokusu.

Şimdi bu çılgın hatun, bir de bana neye varsın, neye yoksun diye sormuştu zamanında. Ben,

"Dostluğa varım, sırtından bıçakla(n)maya yokum.

Sevgiye varım, kinlenmeye yokum.

Yardımlaşmaya varım, suistimale yokum.

Aşka varım, ihanete yokum."diyecektim ona.

Şimdi diyorum ki; sevgili dost, bu emeğini teşekkürle ödeyemem, sen hakkını helal et. Bir fincan kahveyi belki karşılıklı içer, fal da bakarız, belki de hiç görmeyiz ömürce birbirimizi. Lakin bazı şeyler hiç unutulmaz ve emin ol, ben unutmaya da yokum.

Herkese sevgiler...