31 Aralık 2011 Cumartesi

BİZ Mİ YENİ YILA... YENİ YIL MI BİZE... ???


Bildiğiniz gibi her sezon, felaket senaryolarının biri kalkmadan, biri girer vizyona sayın okuyan. 2012, Kehanet, Dünyanın Durduğu Gün, Biz Size Dememiş miydik, Ahan da Kaydı, He he Şimdi Ne B.k Yiyeceksiniz Bakalım… Ve benzerleri gibi filmlerle içimizi kuruttu bu Halivud senaristleri.

Tamam kıyamet diye bi şey var. Tamam sonunda yok olacak dünya. Lakin, bunu gözümüze gözümüze sokmanın alemi ne? İki felaket filmi seyrettik diye bilinçlenecek miyiz? Buzullar eridiğinde sular altında kalacaz diye vaz mı geçeceğiz doğa katliamından? Nükleer tüm dünyayı sarmasın diye tepki mi vereceğiz? Kuraklık olacak diye ormanları yok etmeyi bırakacak mıyız? Elbette ki hayır.

Zaten benim derdim, bu konuda film yapılması da değil ki. Gavur yapıyor kardeşim. Yapsın…

“Peki senin derdin ne kadın?” diye sorduğunuzu, “İki saattir ne diye yine bıdı bıdı edip kafamızı şişiriyon? Sadede gel artııık!” şeklinde çemkirdiğinizi duyar gibiyim. Çemkirmeyin sayın okuyan! Anlatıciim.

Yıl 2012… Günlerden Pazar. Boşanmış bir ana-baba onların mutsuz bebeleri…( ki halivud bize bu alt metinde, aile yapısının öneminden, boşanmanın çocuklar üzerindeki olumsuz etkisinden bahsederek, önemli bir mesaj vermeyi ihmal etmiyor.) ve ananın yeni sevdiceği aynı arabanın içinde seyahatte. (Burada da halivud amca, modern ve geniş bir ailenin nasıl yapılanması gerektiğini anlatarak, yine bir alt mesajla beyinlerimizi dumura uğratıyor.)

Pekiyi bunlar ne mi yapıyorlar? Kıyametten kaçıyorlar. Vallaha bak. Yeminlen söylüyorum. Gülme sayın okuyan! Kaçan kaçıyor, sen kendi derdine yan!

Dağlar kalkmış kopmuş, okyanuslar taşmış, yollar ikiye yarılmış ne var ne yoksa yutmada. Koskoca Hürriyet Hatunu bile suların altına gömülmüş. Dünyanın ekseni kaymış, ağzı burnu yamulmuş, şanzımanı freni dağıtmış gezegenimiz… Bu bizimkiler ne yapıyor? Külüstür bir minibüsle, yok olmakta olan dünyanın yarık yarık olmuş yollarında seyr-ü sefer ediyor efenim. He bu esnada da eski koca ve yeni kırık birbirleri ile fikir istişaresinde bulunuyor. “Bu iş minibüsle olmayacak kardeş, bence biz uçakla kaçalım.”

Şimdi buradan ne anlıyoruz? Filmin bize vermek istediği en önemli mesaj ne sizce? Yorulmayın pek kıymetli teve izleyicisi, ben söyleyeyim: Dünyanın o son günü geldiğinde, kıyametten kaçmak için kullanmak üzere, her birimizin birer uçak edinmesi şart! Banka kredisiyle, kredi kartına seksen altı taksitle, artık bilezik, altın ne varsa bozdurmak suretiyle… Lem nasılsa taksitler bitmeden kıyamet kopmuş olacak. O saatten sonra bankalar, faiz diye, temerrüt diye peşimize düşecek değil ya! Olmadı kurbanda yedi kişi bi uçağa girecez. Hadi yine iyiyiz dostlar. Yırttık.

“Bak bi de laf ediyordun İncegül. Al sana cillop gibi kurtuluş” diyordum ki… Yanılmışım sayın okuyan. Daha bitmemiş. Bunların asıl derdi, kendilerini yok olmaktan kurtaracak, gemilere ulaşmakmış.

Al işte… Uçakla kurtaracaktık durumu ama, şimdi bir de gemi çıktı. Eee, şimdi bizim emekli ikramiyelerini koysak, banka kredisi, karttan nakit… Eşten dosttan dolar avro alsak… Yok yok… Hem uçak hem gemi biraz zor… Bu bahtla piyango miyango da vurmaz. Yapacak bir şey yok. Biz de bedelini ödeyemeyen her fakir Türk evladı gibi paşa paşa bekleyip kaderimize razı olacağız.

Neyse efendim, biz yine filmimize dönelim. Bunlar, tabii ki hangi taşı kaldırsan altından çıkan Çinlilerin yapmış olduğu gemilere ulaşmak için türlü badireler atlatıyor, türlü tehlikeleri aşıyorlar. Elbette her başrol oyuncusu gibi dokuz canlı oldukları için bir türlü ölmüyorlar.

Lakin, halef-selef olan iki adam, her ne kadar birlikte hareket ediyormuş gibi görünse de ortalık durulduğunda hatunu hangisi götürecek diye bir si.dik yarışı içine girmekten de geri durmuyor. La oğlum, bak kıyamet gelmiş, dünya gitti gidiyor… Kıl iki rekat namazını, duanı et, bi şehadet getir, hiçbir şey yapamıyorsan istavroz çıkart… Yok baba, hala karı-kız derdindeler. Erkek milleti işte…

Evet sayın okuyan, hemen hemen hepinizin seyretmiş olduğu gibi bu nadide filmimizin sonunda dünya yerle bir oluyor, resetleniyor, sıfırlanıyor, sil baştan başlıyor. Ve bunlar elbette kurtuluyor, mutlu mesut, yeni bir yaşam kurmak için planlar yapıyorlar. Allahtan öteki adam tam olarak başrol oyuncusu olmadığı için, filmin bi yerlerinde hakkın rahmetine kavuşuyor da hatun için kavga etmesi gerekmiyor cönümüzün.

Kıyamet kopmuş ne gam? Onlar eriyor muradına, biz çıkıyoruz kerevetine.

Hey gidi hey! Biz ki; elleri, ayakları bağlı vaziyette koca düşman ordusunu yerle bir etmiş Nattal Gazi’nin torunu, biz ki; kolunda dijitıl saatiyle tek başına kaleler fethetmiş Mamçakoğlu’nun ahvadı, biz ki; mancınığa mevsimine göre meyveler gerip küffarın üzerine yürümüş, bir domatesle iki gavur birden devirmiş Karamurat’ın ceddiyiz. La oğlum, biz bile bu kadar saçmalayamamıştık yahu.

İlahi Halivud!.. Sen çok yaşa e mi?

Çoktan seyredilmiş, eskitilmiş bu filmi neden mi tozlu raflardan, günışığına çıkarttım? Hele bir bakın isterseniz takvimlerinize…

Haydin kendinize mukayyet sayın ve pek sinemasever okuyan kitlesi.

23 Aralık 2011 Cuma

TOYNAĞINA GURBAN


Kavruk bir yaz öğleden sonrasıydı. Çaylarımızı elimize almış, stresli bir işgününün ortasında, güzel bahçemizde dinlenme seansı yapıyorduk. Gölgesinde oturduğumuz asmalar, güneşin hüzünlü ışıklarıyla altın rengine bürünmüş üzümlerini bir hediye gibi avuçlarımıza bırakıyor, binanın tepesine tünemiş olan kargalar ise, acep hangisinin kafasına z.çsak da onu günün talihlisi ilan etsek diye kara kara düşünüyordu.

Birden demir bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Minicik haliyle o koca kapıyı nasıl kaydırdığına şaştığımız Guzu kişisi içeriye girdi.

“İncegül Hanım’la görüşmek istiyorum.” Dedi.
Başına geleceklerden bihaber, masum bir bebek, narin bir kelebek gibiydim. Ben bu dünyanın kirinden pasından arınmış bir melek gibiydim.
“Buyrun hanfendi benim…”
Dedim sayın okuyan. Demiş bulundum sayın okuyan.

Bıttırızırt firmasının satış temsilcisiymiş. Son derece bakımlı, hoş… Son derece hanımefendi. Son derece falan filan bir şahsiyet... Firmamı değiştirmem, dedim. Olgunlukla karşıladı. Ümüğüme çökmedi. Ötekiler gibi bak bizim şirket şöyleyken böyledir, çok kalitelidir, çok fenadır diye baskı yapmadı. Bakarız bir aralık, bi deneriz belkilerle konuyu kapatıp hayattan muhabbete başladık.

Önce Guzu Hanımlar, İncegül Hanımlar havalarda uçuştu, sonra kahkahalar… Önce yaz sıcağı gibi yakıyordu yabancılık , sonra tanışlık duygusu getiren rüzgarlar esti ılık ılık.

İkinci görüşmemizde yeni bir deli deliyi dakkada vak’ası ile karşı karşıya olduğumu hissetmiştim sayın okuyan. Hatta bundan emindim. Keza üçüncü görüşmemiz yanılmadığımı anlamama yetti de arttı bile. Şöyle sandalyelerinize, koltuklarınıza kurulun, soğuk-sıcak drinkinizi alın elinize de anlatayım.

Ofisimde oturmuş sakin sakin nesgayfelerimizi yudumluyor, bir yandan da aynı kitabı okuyor olmamızın ne mene bir tesadüfün eseri olduğu konusunu tartışıyorduk. Olabildiğimizce entelektüel, olabildiğimizce ciddiydik.

Neden sonra Guzu gişisinin gözlerinde korkutucu, ürkünç bir ifade belirdi. Birden ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Benim şaşkın bakışlarıma aldırmadan kapıyı kilitleyiverdi. Ne yaptığına anlam vermeye çalışıyordum ve fekat öyle hızlı hareket ediyordu ki… Kendisine soru sormama bile fırsat vermeden çantasının fermuarına asıldı.

Been… İncegül gişisi… Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Tırsmıştım. Ahan da öyle mal gibi kalakalmıştım. Şimdi çantasından silahını çıkarıp beni önce topuklarımdan vuracak. Arkasından satırıyla parçalara bölecek, parçalarımı poşetlere koyup fakir fukaraya dağıtacaktı. Ve bunları yaparken kimsenin ruhu bile duymayacaktı. Zira üçbin metrekarelik şirkette şimdilik sadece üç beş kişiydik ve birbirimizi arayıp bulmamız bile üç saat alıyordu.

Ama nedendi? Bu küçük, tatlı kadını gözü dönmüş bir canavara döndürecek ne yapmış olabilirdim? Düşünüyordum. Böyle uzun uzun yazıp millete eziyet ediyorum diye sinir yapmış bir okuyan kişisi olabilir miydi? Pekala da olabilirdi. Belki sorup soruşturmuş, ipuçlarını değerlendirmiş, izimi bulmuştu ve beni öldürmeye azmetmişti. Belki de okuyanlar, aralarında para toplayıp bunu tetikçi olarak tutmuşlardı kim bilir?

Belki de çantasından silah değil de bir sidi çıkartacak, ve yüksek dozda YK şarkısı dinletmek suretiyle bana işkence edecekti. Aman allaamdı. Lütfen, lütfen, lütfen silah çıkartsındı. Bu narin bedenim bas gaza aşkıımmm bas gazaaaa’larla örseleneceğine öleyim daha iyiydi. Hassas ruhum bunu kaldırabilemezdi.

Ama, fekat, velakin o da neyin nesiydi? Guzu gişisi, gözü dönmüş bir halde, çantasından bir cımbız ve bir tutam ip çıkarıverdi. “Kızım kaşın gelmiş. Valla hiç dayanamam, alacam.” diyerek üzerime yürüyordu. Ben biçare, nazlı gelincik, “Ya Guzu manyak mısın? Şimdi biri gelecek rezil olacaz. Ya bi dur amaaa…” diye çırpınırken, o çoktan yüzümü gözümü yolmaya başlamıştı bile.

Bir yandan da “Kızım, manikürünü, pedikürünü de yaparız haftasonu. Bak saçlarını da boyayacam taam mı?” diyerek tehditlerine devam ediyordu. “Toynaklarıma dokundurtmaaammm…” haykırışlarımı duymuyordu bile. Oysa o el tırnakları en dibinden kesilmeye alışmıştı bir kere. Ve toynaklarım… Onlara insan eli değmeyeli bin yıl olmuştu. “Hadi leyyyn! Debelenmeeee!” diyerek susturdu bu duygusal insanı.

Örselenmiş, hırpalanmış, pempe bir gonca gibi açamadan solmuştum.

İşte bir çatlak insan daha hayatımın içine dalmış, İncegül gişisinin normalleşme çabalarına bir sekte daha vurulmuştu bile. Eski kuaför, yeni satışçı Guzu şahsiyeti bir dahaki sefere şirkete elinde siriyle, beziyle gelirse hiç şaşırılmayacaktı. Her şey beklenirdi bu dünya tatlısı, balböcüü, dili şekerli, sözü şerbetli deliden.

Haydin akla mukayyet sayın okuyan. Benliğinize iyi davranın.

17 Aralık 2011 Cumartesi

ÖKÜZ YUVA YAPMIŞ GÖNÜL DALIMA


İngiltere’de bir araştırma firması, uzun soruşturmalar sonucu, kusursuz erkeğin var olmadığını ortaya çıkarmış. Valla tebrik ediyorum. İleri zekalı İngilazlar ancak uyanmışlar mevzuya. Bunca para ve vakit kaybına ne gerek vardı ki? Sorsalardı, söylerdik!

Erkek milletinin kütlüğü, genlerinden geliyor sayın okuyan. Hammaddesi odun olan bir mamulden ipek olmasını beklemek abes olurdu değil mi? Demiyoruz ki; kadın milleti kusursuzdur, mükemmeldir, sütten çıkmış akça pakçadır. Lakin terazinin ibresi bir yana doğru ağır basmadadır çok zaman.

Hatasız kul olmaz elbette. Her kişi eksiğiyle, yarımıyla insan olur. Lakin bu herif milletinin en müstesnası, en emsal teşkil edeni, en hayallerimizin erkeki olanı bile kadın kısmından daha ziyade zıvanadan çıkmaya müsait yaratılmıştır.

Bir zamanlar aman da biz ne kadar kusursuz bir çiftiz. Bakınız vicudumuzda bir gram bile yağ yok. Üstelik de çok mesut bahtiyar bir evlilik sürdürüyoruz diye gazetelerde, televizyonlarda görmekten böğğk geçirdiğimiz Bırak Hakkımıyiyenzıkkımıyesin ve gudubet zevcesi, ne yazık ki şu sıralar kirli çamaşırlarını ortalara sererken, eteklerindeki taşları dökerken arz-ı endam etmedeler sevgili izleyici.

Ya Bret Pit kişisi? Dünyanın en bal dudaklı, en sek.sapelli hatunlarından biri koynundayken, sen git evdeki sümsük bakıcının yatağına sızıver. Dünyanın neresinde yaşarsan yaşa, hangi konumda olursan ol fark etmez. Hamur aynı… Yanındaki kadın Kleopatra olsa, erkeğin gözü dışarıdaki Kezban’dadır. İstisnası yoktur. İki çarpı iki her zaman dörttür.

Elbette bizim cevval Türk kadını da bu olayların üzerine, soymakta olduğu soğanı bir yana, ayıkladığı fasulyeyi diğer yana bıraktı, ağzındaki sakızı tülbendine yapıştırıp başladı gazele:

“Abbboovvv… Ama ben dediydim. Onun gözü göz deel anacım. Gül gibi garısı dururkene… Boşa gız Encelina. Doksan iki bebeni de al bas get imansızın yanından!”

“Vay şirefsiiiz… O garı aldatılır mı heç? Manken gibin maşallah. Safi gemük. E yüzü gülmezmiş, kazuletmiş nolacak yahu? Efferim gız Sima. Boşa getsin.”

Televizyon başında çekirdek çitlerken, kadınlık gururundan dem vurmak, Bret’i, Bırak’ı boşamak kolay geliyor değil mi?. E o zaman kendi hödük kocalarınızı, çam kütüğü sevgililerinizi niye postalamıyorsunuz hanımlar? Orkide görse, yaban otu diye salataya bile doğramaya tenezzül etmeyen, mini etekli hatunlara göz süzüp siz diz altı bile giyseniz “O.rospu mu olacan len sen benim başıma?” diye böğüren, gerektiğinde döven canı istediğinde söven, sonra sizden ilgi, sevgi bekleyen odunlarınızı neden ateşe atıp yakmıyorsunuz?

İngilazlar bu sefer yanılmıyor dostlar. Kusursuz erkek yoktur; erkeğini kusursuz görmeye meyilli kadın vardır. Doğa bizim yaradılışımıza şehla göze badem demeyi, kel başa şimşir tarak hediye etmeyi kodlamış bir kere. Fedakar olmayı, gelinlikle girdiğin evden kefenle çıkmayı işlemiş içimize düzen. Kimimiz paradan puldan, kimimiz çoluktan çocuktan, kimimiz de aşktan göz yummada gibi görünsek de bazı şeylere; aslında şifresi budur bu işin. Kadınız biz.

Lakin, diyorum ki; biz öküz sever hatunlar, illa ki bir tane besleyeceksek evimizde, göbeğindeki pamukçuklardan sehpa örtüsü yapan, g.tündeki kıvırcık tüyleri klozet kapağının üzerine seren, vurdumduymaz, aymaz, boş vermiş ve en önemlisi bir başka çiçek koklayıp eni sonu kalpte kapanmaz yara açacak geçkin şehir öküzlerinden illa ki bir tane edineceksek… Bunun Biret gibi, Bırak gibi heykel kıvamında olmasını tercih etmez miyiz aslında? “Bırak gııız!” haykırışlarımız, “Boşa, boşa… Sana goca mı yok?” çırpınışlarımız bu içsel kıskançlığın dışavurumsal debelenmelerinden ibaret olabilir mi acaba?

Aksini söyleyen varsa; giderken külahımı bırakıyorum, bi zahmet anlatıversin ona.

Haydi yeniden görüşmek dileğiyle sayın okuyan.

12 Aralık 2011 Pazartesi

İNCE İNCE METAMORFOZ


Hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada demiş atalarımız. Ya ben çok şaşırıyorum bazen. Bir ata kişisi hiç mi yanılmaz, hiç mi şaşmaz sayın okuyan?

Ben ve benim manyak kontenjanından kadroya dahil olan arkadaşlarım… Vallahi aramıyorum. Hayat onları bir gün bir yerlerde karşıma çıkarıyor. Ben mi evrene yanlış mesajlar gönderiyorum; yoksa evren mi bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor çözemedim hala.

Büyük gazetelerden köşe yazarlığı teklifleri yağdığı, ünlü kitap evi sahiplerinin kapılarımda sabahladığı ve siz pek kıymetli okuyanların “nerde bu İncegül gişisi, ne zaman dönecek acep, çok ösledik kendini, biz onsuz ne ederiz abbooovvv…” şeklinde hezeyan, helecan ve dahi endişe içinde bekleştiği sıralar, ben büyük büyük kararlar, çeşit çeşit etkinlikler içerisindeydim dostlar. Hayatımda yaptığım bu büyük değişiklikleri sırası geldiğinde paylaşırız.

“Bunca reformu yapıp altına imza koymuşken koca kişisini de aradan çıkarıvereydin ya!” dediğinizi duyar gibiyim. Yapacaktım amma, o son anda direkten döndü. Mualla’yı sandala atıp mehtabı seyretme hikayesi gibi… Onu da sonra anlatırım.

İnsan yapamam dediği şeyleri yapabiliyor bazen. Yaşam çok değişken bir yapı. Bir varmışsın bir yokmuşsun. Bir ordasın bir buradasın. Böyle karmaşık, kaotik, bir o kadar da ironik bir durum. Çözülmesi en zor, en sıkı, en kördüğüm… Ve imkansızın gerçekleşmesini sağlayan o küçücük ip kaçığı… Pamuk ipliği dedikleri de bu olsa gerek.

‘İncegül Gişisi Kendini Aşıyor’ operasyonunun en önemli aşamalarından biri, tası-tarağı toplayıp yıllarımı geçirdiğim, gençliğimi ve hatta çocukluğumu yaşadığım semtten, epeyce bir mesafedeki yeni bir yere göç etmekti sayın okuyan. Bu yeni evde artık bambaşka bir insan, bambaşka bir kadın olacaktım. Bunu çığlık çığlığa haykıran “Eveeet, eveeeet…” diye böğüren içsel höykürüşlerim de onaylıyordu. Hissediyordum. Artık metamorfoza ramak kalmıştı.

Karşı komşumla da ister istemez arkadaş olacaktık. El mecburdu. Katta sadece ikimiz vardık zira. Ayrıca her kapıyı açtığımda karşımdaydı. Üstelik benim gibi zengin, paraya para demeyip başka isimler bulmak için ıkınan, variyetli bir kişilikti. Lakin benden farklı olarak, pek aklı başında, pek hanımefendi bir kişiliğe benziyordu. Belki bu İncegül gişisini de adam eder, rayına oturtur, değişim çabalarına katkıda bulunur diye düşünüyordum.

Biz artık arkadaşımla birlikte öğle yemeklerinde şuşi ve beyaz şarap eşliğinde, dünya meselelerinden dem vuracak, akşama mekan mekan dolaşıp en lüküs yerlerde portakallı ördeğin, şatö biryanın kralını götürecek, şarap olmadan kahvaltı bile etmeyecektik… Biz birer lezzet ustası, sonradan gurmeydik ne de olsa.

Sitenin havuzunda biraz kulaçlama, biraz kurbaklama yüzdükten sonra, fiit ve diri vicudumuza tenis donlarımızı giyecek, müthiş maçlar yapacak, sporun da etkinliğin de b.kunu çıkaracaktık. Modayı yakından takip edecek, elbiselerimizi Paris’ten, ayakkabılarımızı İtalya’dan getirtecektik. Cilt bakımımızı asla ihmal etmeyecek, makyajsız sitenin bakkalına bile gitmeyecektik.

Kocalarımız aynı geç saatlerde eve gelip, mütemadiyen asansörde karşılaştığı ve muhtemelen bizim ne kadar iyi birer eş, muhteşem birer kadın, mükemmel birer insan olduğumuzdan konuştukları için, akşamları da birbirimize eşlik edecektik. Bazı geceler büyük davetlere, kimi zaman da klas partilere, balolara katılacaktık.

Müze, sergi, fuar ne varsa ziyaret edecek, açılışların aranan ismi olacaktık. Yorgunluk atmak için evde mumlar, tütsüler yakıp klasik müzik eşliğinde kitap okuyacaktık.

Aman allaam ne kadar da kültür dolu olacaktık, lacaktık, acaktık, caktık, tık, tık, tık, tık, tık…

-İncegüüül..
-Hııııı? Dur geldim.
-Nihayet ya! Kızım iki saattir kapıya vuruyorum, tar tar tar susmadı süpürgen. Yorulmadın mı sen? Hem acıkmışsındır da. Gel bişeyler yiyelim len.
-Kızım işim var. Daha silinecek, tozlar alınacak, ütü var dağ gibi. Yarın iş var, okul var.
-Bak valla kızdırma kafamı, kapatırım kapıyı pat diye, böyle kalırsın üstündeki eşortman bozmasıyla, saç baş bi tarafta. Mecbur kocan gelene kadar oturursun bende. Hadi bekliyom, çabuk ol. Oyarım valla! Kız İncegül, n’ooldu kız? Ne daldın gene?
-Aman ne biliim. Seni ilk gördüğüm günü hatırladım da birden.
-Kız söylesene ne düşünmüştün benim hakkımda.
-Ne olacak? Başka türlüsü beni bulmaz. Mutlaka bu da benim gibi çatlağın tekidir diye düşünmüştüm.
-Hehe… İyi düşünmüşsün canım. Mercimekle, bulgur yaptıydım, yer miyiz?
-Yeriz, yeriz… Turşu var mı?

Haydin hoşçakalın sayın ve çok elit okuyan kitlesi.

7 Aralık 2011 Çarşamba

BED ASLA NECASET Mİ VERİR HİÇ ÜNİFORMA? ZERDÜŞ PALAN URSAN, MERKEP YİNE MERKEP...


Ben her sabah aynaya baktığımda, Ivana Hart’ın o güzel sesini duyar gibi olurum sayın okuyan. “O ayıkkabi hiç olmadi, o kazak pontulanın üstüne yakişmadi, sen bu halda türkiyanın en şik kadin olamazsin.” Ve o duymasa da her sabah ayna önünde kendisini yanıtlarım. “Ne çemkiriyon beee! Sanki o senin kurduğun cümle çok mu güzel oldu? Sen bu halda sunucu olabiliyon ama”

Gardroptaki en kalın, en boğazlı kazak… O da yetmedi üstüne hırka. Pantolon altı termal donumuzu, yün çoraplarımızı da giyelim Ayakta da palet gibi postallar. Montu, şapkayı, atkıyı da kuşanalım bir güzel. Değil soğuk, kurşun geçmez, kurşuunn…

Kapıdan adımını attın mıydı yüzünü bıçak gibi keser buraların rüzgârı. Ve acıta acıta iliklerine işler sabah ayazı…

Gönül isterdi ki; şal desenli kısa kollu elbisemin altına, önden açık, kışlık! ayakkabılarımı çekeyim, incecik trençkotumu üzerime geçirip minicik klaçımı kolumun altına alayım ve sonra kendimi bir moda kokoncanı şeklinde, neş’eyle dışarıya atayım. Ama neylersin ki; her normal insan evladı gibi üşüyorum ben yahu.

Şu sıra “Kış Günü Ne Giymesem de K.çım Başım Donsa” adlı yarışmaya takılıyorum çoğunlukla. Sanırım bu kendini ve hayatı sorgulayış, manik-depreşik, pisikokozmopolitik ruh durumlarım da bu yüzden.

Yarışmacı hatunlar kışlık! kılıklarıyla podyumda arz-ı endam ettikçe benim kıllarım diken diken oluyor sayın ve pek duyarlı teve izleyicisi. Kendimi tutamıyorum. Ekrana uçasıma, duvarlara çarpasıma, ve hatta sayıp sövesime mani olamıyorum.

Kimisi öğrenci, daha on sekizinde bebe… Kimi tezgâhtar, kimi ofis çalışanı… Bir kısmı ev kadını, çoluk çombalağı var. Sen-ben gibiler işte. Bildiğin memleketim kadını.

Ama hatunlar sanki akşama Sahil Gazinosunda sahneye çıkacak gibi giyinip gelmiyorlar mı muhteşem jürimizin karşısına… Merak ediyorum, hangi ruh hali bir insana o korkunç elbiselerle şık olacağını düşündürür? Bunca para harcayıp bu kadar ucuz görünmek nasıl bir beceridir? Ve merak ediyorum, hangi yurdum insanı bu kış kıyamette, ve de benim ülkemde bu şekilde sokağa çıkabilir?

O g.t göbek açıkta, sırttan ayrı, bacaktan ayrı dekolteli elbiseleriyle sabah ayazı bizim sitenin önünde yarım saat dikecen bunları, bak nasıl adam oluyorlar. Ayağında da beş metre çivi topuklu rugan. “Ablacım nere gidiyon sen bunlarla?” “Daveteee” Sanırsın ki karı her akşam Çırağan’da, Topkapı’da. “Şeey… Münevver Teyze güne davet ettiydi de…”

Bi başkası da baştan ayağa payet, pul, boncuk… m.meler alttan sıkıştırılmış, neredeyse ağzında. Bu yetmezmiş gibi leopar ayakkabı giymiş, tüy dikmiş… “E sen nere gidiyon bacım?” “Akşam yemeene.” Muhtemelen yan mahalledeki Kebapçı Haydar’a… Tabii ülkem şartlarında te.ca.vüze uğramadan ulaşmayı başarabilirsen. Makyajlarından hiç bahsetmiyorum bile. Akıllara zarar zira.

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” demiş ya Mevlana. Ne güzel söylemiş. A be benden beter Kezbanım! Sabah işe giderken mi giyecen o üstündekini, yoksa akşam Necla Teyze’nin oğlu Börkcan’ın düğününe mi? Bi dek dur! Bi kalıbının adamı ol!

Höööyyyt! Bak yine çığrından çıkartınız, deliye bağlattınız İncegül gişisini.

Sonunda giyim kuşam olayına da el attım ya, artık kim tutar beni? Yakında bir moda bloguyla karşınıza çıkar, “bülüz: silk en kaşmir 185 tela, etek: mengo 190 tela, trençkot: söylemesi ayıp bir İtalya seyahatinden almıştım 248 avro, ayakkabı: maamutpaşa halk pazarı 15 tela…” şekli yaparsam şaşırmayın.

Hatta Barbıros’un elleşmesinden korkmasam, yarışmaya katılıp ülkenin en şik! kadını da olurdum ya neyse!

“Kız, zararsız ooo. Ellese n’olur, ellemese n’olur!” deme sakın, sayın ve pek dikkatli teve seyircisi. Sen de çok iyi bilirsin ki; şeytan ayrıntıda gizlidir.

Haydi görüşürüz yine. Sıkı giyinin, üşütmeyin ha!

4 Aralık 2011 Pazar

USTA SEN NE DİYON BU HUSUSTA


Bildiğiniz üzere Halivud romantik komedileri genelde imkansız aşklar üzerine kurulmuştur sayın ve pek kıymetli tv seyircisi. Bi nevi bizim Yeşilçam klasiklerindeki fakir bebe, fabrikatörün kızı mevzuu yani.

En az bir iki tanesinde eve çağırılan tamirciye aşık olur esas kızımız. Bu bi Mek Riyan olur, bi Givenit Paltırov olur benim için fark yapmaz. İncegül gişisi için önem arz eden durum, ustayı kimin oynadığıdır. Bundan da mühimi ustamızın ne cins bi şey olduğudur.

Sahne şöyle gelişir: Kızımızın su tesisatı ile ilgili sorunları vardır. Hemen şirketi arayıp iyi bir tamirci ister. Birazdan kapı çalınır ve içeriye gün ışığıyla birlikte, bir doksan boylarında, atletik vicutlu, elinde alet edevat çantasıyla bebemiz girer.

Bu gelen tamirci çırağı Ceyktir. Ceyk bi yandan musluğun gevşemiş somunlarıyla ilgilenirken, bi yandan da hayatın anlamıyla ilgili felsefi tespitler yaparak kızımızın başını döndürmeye başlamıştır bile.

Daracık kotunun minik po.posunu nasıl sıkıştırdığından, üzerindeki siyah atletin bronz ve kaslı kollarını ne kadar sek.sapelli gösterdiğinden, saçlarının modern kesiminden, gözlerinin muhteşem maviliğinden söz bile etmiyorum dikkat ederseniz.

Ustamız bir yandan bin dokuz yüz kırk hasadı, birinci kalite şarabını yudumlarken, diğer yandan altı numaralı İngiliz anahtarıyla vanaları sıkıştırmaktadır ve tam da bu esnada son okuduğu kitabın konusundan, karakterlerin ne kadan da entelektüel birikmiş olduğundan, ayrıca bu muslukların artık üretilmediği için antika değeri taşıdığından ve hatta içtiği içkinin tarihçesinden bahsetmektedir.

Şaraplar şarapları kovalar, sohbet uzar da uzar, musluk su kaçırmaya devam eder. Lakin Ceyk çoktan kızımızı kucaklamış, şahane bir müzik eşliğinde içeriye götürmektedir bile.

Ve sahne burada biter.

Bu anlattıklarım Halivud için geçerli bir durumdur sayın okuyan. Evde denemeye kalkışmayınız lütfen. Çünkü hiçbir tamirci insanı bu kadar yakışıklı, bu kadar bilgili, bu kadar entelektüel ve bu kadar sek.si olabilemez.

Yanılıp da illa yapacam, bana da bir Ceyk gelecek, ormantik bir sahne olacak derseniz siz bilirsiniz. Karşılaşacağınız tek sahne, kocaman göbeğiyle patatese iki kürdan saplanmış gibi görünen, kel kafasına beyaz boyacı şapkası geçirmiş ustanızın, kapıdan paldır küldür girip “apla banyoyu göstert de bi bakalım hemen” diyen kart sesi ve her eğilip kalktığında gözünüze sokulan meşhur usta çatalı olacaktır.

Benden uyarması.

Dip Sos: Resimdeki bebe, Hom Teve'deki Kartır Ken programının yapımcısı olan marangoz kişisidir. Buradaki Ken, İngilizca'da YAPABİLİR anlamında. Yani her şey beklenir bu bebeden babında. Kendinize mukayyet olun manasına. Evde marangozluk bi durum varsa haberiniz ola...

30 Kasım 2011 Çarşamba

PANPİNİ PANPİNİ DASTANA PAN.PİŞLER GİRMİŞ BOSTANA


Bir zamanlar fakir ama onurlu, çatlak ama keyifli, nice ağlasa da hep gülen bir hatun vardı hatırlar mısınız? Ahan da o benim işte. Ve geri döndüm.

Evet sevgili ve oldukça ihmal ettiğim okuyan milletinin insanları.

Program açılışını nasıl yapacağına karar veremeyen, manken bozması, sunucu kırması hitabı gibi oldu ama idare edin. Malum, evvelimiz eskiye dayanır sizlerle. Hakkımız hukukumuz karışmıştır düne bugüne. Biz bizi biliriz… Küsmeyiz birbirimize.

Bundan kelli, yoğunum, yorgunum, hayatla cenkteyim teranelerine son...

Gecenin karanlığından sıyrılmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Sabaha selam durup güneşi öpücüklere boğma vaktidir artık.

Bundan kelli keyif molaları veriyoruz sizinle. Var mısınız dostlar?..

E haydi buyurun o vakit!..

Gün geçmiyor ki, caanım dünyanın çivilerinden biri daha yerinden sökülmesin, ve gün geçmiyor ki şu gariban İncegül kişisi bir yaşına daha girip her yeni yaşında daha endişeli, daha şaşkın ve daha da pörtlemiş gözlerle bakmasın gidişata sayın okuyan.

Ülke gündemini epeyce meşgul edip, şimdilerde unutulanlar çöplüğünde yerini almak üzere beklemesine rağmen, bizim evin gündemine henüz düşen ve bomba etkisi yaratan bir sosyal paylaşım çılgınlığı hikayesidir bu. Okuyunuz.

İncegül kişisi için, o gün de her gün olduğu gibi sıradan bir gün olarak başlamıştı. Yine her sabah olduğu gibi güneş doğmadan uyanmış, neşe içinde yorganın altına büzülüp “len benim emekliliğime ne kadar var daha?” şarkısını söyleyerek, sürüne sürüne yataktan kalkmış, eline yüzüne bir su çalıp üzerine ne bulduysa geçirerek yarı uyur, yarı uyanmama isteğiyle evinden çıkıp işine gitmişti.

Akşam ise kendisini nasıl bir sürprizin beklediğinden bihaber, en sevgi pötürcüğü haliyle, en neş’eli ol ki geeeenç kalasın edasıyla, laylaylom, tey tey de tey teeeyy bir şekilde evinin kapısını çalmaktaydı. Ama heyhaaat… Acımasız hayat, hep ona mı lolo idi?

Kapının uzunca bir müddet açılmamasından ziyade, içeriden gelen bilumum çemkirme, hönkürme, haykırma ve hatta böğürme sesinden de anlaşılacağı üzere, sıpalar yine birbirine girmiş, kim bilir ana babalarının hangi mal varlığını bölüşme çabası içerisindeydiler?

Elbette bunu eşikten adım attıktan on saniye sonra küçük sıpasının boynuna atlayıp “yaaa abime bişey desene anne yaaa… benimle dalga geçiyoooo…” yakarışlarıyla anlamaya başlayacak, başına geleceklere razı olacak, mutlu yuvasındaki huzuru sağlamak için elinden geleni yapacaktı.

“Söyleyin yavrularım, nedir sizi böylesi üzüntülere gark eden, güzel gözlerinizde elem ve keder yuvalanmasına neden olan şey nedir?” Der gibi baktı “Len eşşek sıpaları, canım çıkmış zati, geberiyorum yorgunluktan, derdiniz ne gene, bi dek durun len, valla depüğü yiyeceniz şimdi ha” Der gibi de baktı. Ne kadar bakarsa baksın bu krizi çözmeye yetmeyecekti. Bunu bilecek kadar çok yaşamış, çok görmüştü.

“Anlatın bakalım! Yine ne oldu?” dedi bu sefer. Küçük sıpa atıldı. “Anne abim bana PAN.PİŞ diyo yaa!” dedi. Bizim İnce, ilk dumur anını atlattıktan hemen sonra “Hööö?” diye karşılık verdi. “Oğlum manyadınız siz iyice he! Pan.piş de ne ola ki?”

Bu kez büyük sıpa anneciğini aydınlatmak amacıyla başladı olayı baştan ayağa irdelemeye. E sebebi masaya yatırmalıydı ki, sonuca ulaşılabilsindi değil mi? Buyurun sayın okuyan bir alt paragrafa alayım sizi.

“Anne, şimdi bu saftrik var ya…”
“Oğlum kardeşin hakkında doğru konuş lütfen!”
“Tamam anne. Şimdi bu canım saftrik kardeşim var ya… Hi.lal Cepçi’nin müridi olmuş ya… Hani onlara da Pan.piş deniyo ya…”
“Dur bi şimdi. Ne Hi.lal’i, ne mü.ridi, ne pan.pişi? Ne diyonuz siz oğlum ya? Şimdi düşüp bayılıverecem he!”

Bu kez savunma makamı aldı sazı eline. “Anne, ben tirit açtım da. Hi.lal’i de takip ettiklerime ekledim. Abim de görmüş, benimle dalga geçiyo ya.”

Kafası doğuştan karışık İncegül kişisi, söylenenleri anlamaya; yaşananları anlamlandırmaya çalışadursun. Bi yerlerde birileri yeni tiritlere banmaya devam etmekte, bi yerlerde çocuklar yanlış insanların yaptığı koca koca yanlışlarla büyümekteydi sayın okuyan.

Güzel memleketinde birileri me.melerini parmak kadar bebelerin gözüne sokarak şöhret olmaya; birileri çü.çüsüne çiçek ekerek sanatçı kalmaya çalışıyordu. Of anam oftu. Bu ne yaman düzendi böyle.

Kendi kapısının önünü temiz tutmayı şiar edinmiş olan İncegül kişisi, elbette bu olaya el koyacak; bebesine internet kısıtlaması getirecek, eline bir kitap tutuşturup odasına gönderecekti.

Elbette yine İncegül kişisi bilirdi ki; yasaklar hiçbir şeyin çözümü olamazdı. Zorla güzellik de olamazdı. Lakin, bunca serbestlik de sonun başlangıcı olabilirdi.

Şimdilik bizim buralarda asayiş berkemal gibi görünüyor. Ama siz de ben de biliyoruz ki; yakınlarda yine, yeni bir absürd öyküyle karşınızda olurum.

Şimdilik hoşçakalın pan.pişlerim… ay pardon sayın okuyan…

29 Kasım 2011 Salı

Parmaklarımın Ucunda

Parmaklarım uzuncadır Uzağa Giden’e bir şey yazmak adına tuşlara dokunmamıştı. Kelimeler ve ben teğet geçiyorduk birbirimize, dün geceye kadar…

Bir süredir uyuyamıyorum. Uykum, yine geç gelen sevgilim. Çok olmuş gelecek birini, bir şeyi beklemeyeli. Şikâyetim yok bu yüzden. Yatak battı demiyorum. Sağa sola dönüp durmuyorum. Bir noktaya da gözümü dikip saatlerce bakmıyorum. Koyun da saymıyorum. Benim tilkilerin kuyruğu birbirine dolanmış durumda, hiçbir düşünceyi kovalamıyorum. Sakince uyur numarası yapıyorum. Şaka bir yana kendimde buna inanıyorum. Uyur gibiyim. Sevgilim birazdan gelecek biliyorum. Bu hal içinde oyalarken kendimi, dilimden bir cümle kayıp gitti: Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum.

Doğruldum yatağın içinde. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Aklımdan bir sürü şey geçti. Geçip gitsinler istedim. Bir tek onun dışında. O da beni bekledi. Birkaç kez aynı cümleyi mırıldandım durdum. Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum. Ayaklarımı bastım yere. Parmak ucunda! Sanki ayağım yere dokunsa, bir şeyler kırılıp dökülecek. İlerlemek için ayağımı yere basıp kaldırmalıyım. Yürümek diyorlar buna. Aslında hayat bu.

Sahiden dünya parmaklarımın ucunda mı? Ayaklarıma bakıyorum. Daha narin olsunlar istiyorum. Dünyaya basmaya kıyamıyorum. "Yaşamayı ertelemek denir mi buna?" diye geçiyor aklımdan. Risk almalıyım. Yumuyorum gözlerimi sımsıkı. Basıyorum ayaklarımı yere. Dudaklarımı ısırıyorum derin bir nefes eşliğinde. Ellerim kavramış dizlerimi sımsıkı. Ayaklarım yerde... Biri halıda, diğeri betonda. Biri sıcağı ve yumuşaklığı, diğeri sertliği ve soğuğu hissediyor. Tezatlığın içinde dilimi temizliyorum sanki aynı cümleyi söyleyerek. Aklımdaki bozguncu düşünceleri halının altına sürüyorum. Elim klavyeye dokunuyor. Yazıyorum…

Bu eski sevgiliyle aniden karşılaşıp, bir bardak çay içmeye benziyor. Gözler çoktan kucaklaşmış. Eller tedirgin, masada nereye konacağı bilmez bir durumda. Bir anlık dokunuş geçmişi bugüne getirmeye yetebilir derken, bacaklar değiveriyor birbirine. Çekmek istemiyorum kendimi. Geçmişten gelen bu sıcaklık sarsın istiyorum bedenimdeki en ücra köşeyi. İçimdeki göl yalnızlığına bir taş atıyor sevgili. Dalga dalga büyüyor içimdeki sıcaklık. “Seni özledim” diye fısıldıyorum belli belirsiz. O bir şey demiyor. Yüzüme bakıyor sadece. Eşzamanlı konuşmaya başlıyoruz. Dinlemiyoruz birbirimizi. Anlatılacak çok şey var, anlatılacak hiçbir şey yok. Saçlarını kesmiş, gözleri yine ışıltılı. Az kilo vermiş sanki. Giyim tarzı değişmiş. Belki de tam tersi. Geçmişi bugüne taşıma arzusuyla, sandık lekeli bir anıyı bulup getirmek ister gibi masaya. Sigarayı bırakmamış hâlâ. Dudağına kondurmuş yine o haylaz gülümsemeyi. Beni fark etsin istiyorum. İnce bellide içtiğimiz çay yakarken boğazımı, içimdeki benler bir bir harekete geçiyor.

Bir ben var: Her gün olağan üstü bir şey olmuyor. Yeni bir gün başlıyor, ama… Bu, kalan ömrümdeki en harika şey mi bilmiyorum. Başıma talih kuşu konmuşçasına davranmadığım kesin. Hastayım. Kesik kesik öksürmelerimin yankısı, yüzümdeki uzaklara dalıp gitmişlik ifadesini bozuyor. Aynaya her baktığımda Kızılderili’nin karşısında iktidarı ele geçirmeye çalışan Sarı Benizli pozunu takındığımı fark ediyorum. Uygun bir zemin bulsam, fışkırmaya hazır bir yaşama arzum var. Biliyorum!

Ayak sesime kulak kabartıyorum. Bir süredir yürüdüğümde iç gıdıklayan o sesin zamana yenildiğini işitiyorum. Yürüyüşüm sessizleşiyor. Topuklar büyüdükçe ayakkabılarımın şarkısı o ritmi tutturuyor: Yalnızlık… Çıkardığım sesler ürkek. Sabah uykuyla uyanıklık arasında, biraz daha sıcak yatağın içinde kalsam diye düşlediğim anlardaki gibi. Yorganı, dış dünyanın tüm ürküntülerine karşı kalkan yaparak yatakta kalmayı yeğlemek mi yoksa ürkek de olsa yürümek mi? Yoruldum.

Bir başka ben daha var: Her zamanki neşem, insanı başka âlemlere sürükleyen kahkaham yok bu akşam. Dağınık saçlarımla, zamana dargın ihtiyar bir kadına benziyorum. Oysa bir süredir barışıktım saatlerle. Fırfır dönen saniye ibresi artık ürkütmüyor beni. Gece ile gündüzün oynadıkları kovalamacaya aldırış ettiğim yok. Günlerimin dünü yokmuş, yarını da olmayacakmış gibi zamansız geçtiğini fark ediyorum. Nefes almak dışında hiçbir mecburiyetim yok. Asgarisinden giyinmek ve beslenmek tek sorumluluğum. Meyhaneler evim. Bağlantısız olmayı seviyorum. O yüzden aynı meyhane, aynı masa, aynı meze gibi takıntılarım yok. Tuza, rakı basmayı seviyorum. Bir de makam farkı yaratıp, “Ah bu şarkıların gözü kör olsun…” diye name geçmeyi.

Ve bugün… Diğer günlerin tekrarı bir gün. Yine, ilk gördüğüm meyhaneye girdim. Herhangi bir masaya oturdum. Bakışlarım rakı kadehine düştü. Siyah ve beyaz hiç bu kadar birbirine karışmamıştı gözlerimde. Sigaramı yaktım, derin bir nefes çektim. Masada ne buz var, ne de peynir… Bir de soğuk su yerine, sıcağı katınca rakıya efkârlandım. Birazdan iki damla yaş gözümden akacaktı ve onu kimsecikler tutamayacaktı. Ne olduysa olmuş, zaman yeniden akmaya başlamıştı. İrkildim. "Hangi saat, iki damla yaş karşısında tutunabilir?" dedim kendi kendime. Yutkundum. Avuçladım kadehi, diktim tepeme.

Ölçüsüzce yuvarladığım rakı, yırttı gitti boğazımı. Çocukken de böyle olurdu. Güzel bir yemeğin ardından, bir yudumda içtiğim su, kesip atardı boğazımı. Ağzımda tat kalmaz, can acısıyla birkaç gün geçirirdim. Tuzu rakıya, acıyı güne katık etmeyi o günlerde öğrendim.

Öteki ben: Yazamadım. Sevgilim geldi. Uyumuşum…

***********************
Okura not:  Sevgilinin gelmemesi iyi oluyormuş.

Fotoğraf: Özgür Çakır






2 Kasım 2011 Çarşamba

VAN’A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI



Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?
Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...
Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.
Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayım.
Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.

1Milyon Kalem Ailesi

Adres:  
Van'a 1 Milyon Oyuncak Kampanyası
Van Valiliği
Cumhuriyet Cad. Hükümet Konağı.    
65100     Şerefiye - Van

5 Ekim 2011 Çarşamba

Sürekli Yapılan Tüp Bebek Tedavileri ve Sonuçları


35 yılda tüp bebek tedavileri ile gebelik oranları yüzde 60’a çıktıö Tekrarlayan tüp bebek tedavilerinde alternatif yöntemler var…
Tüp bebek isteyen çiftlere:
“Denemekten vazgeçmeyin!”
Kısırlık tedavisinde, son 15 yılda gelişen teşhis ve tedavi protokolleri ile laboratuvar teknikleri sayesinde gebelik oranları % 20’lerden, % 60’lara çıktı. Bazı çiftlerin tekrarlanan tüp bebek denemelerine rağmen gebelik elde edememesi sonucunda daha ayrıntılı incelemeler gerektiğini söyleyen Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Latif Küpelioğlu, “Rahim ile ilgili anatomik problemlerden başka bağışıklık ve pıhtılaşma sistemi ile ilgili problemler, embriyonun kendisi ile ilgili problemler de gebeliği engelliyor. Bunlar için farklı tedavi metotları uyguluyoruz” diyor.
Günümüzde doğal yollardan gebelik elde edemeyen çiftler için uygulanan tüp bebek yöntemleri yüksek başarı oranları ile yüz güldürüyor. Dünyada tüp bebek teknikleri ile ilk gebelik elde edildiğinden günümüze, yaklaşık 35 yıl içinde gebelik oranlarının hatırı sayılır bir şekilde arttığına dikkat çekiliyor. 2000’li yılların başlarından itibaren tüp bebek yöntemleri ile gebelik oranlarının % 60’lar seviyesine ulaştığını vurgulayan Doç. Dr. Küpelioğlu, fakat bazı çiftlerin tekrarlayan denemelere rağmen gebelik elde edemediğine dikkat çekerek, bunun için uyguladıkları alternatif tedavi metotlarını anlatıyor:
Hem hasta, hem bizim için stres!
“Tıbbi olarak 2 ya da daha fazla sayıda tüp bebek denemesine rağmen gebelik elde edilmemesine ‘tekrarlayan tüp bebek başarısızlığı’ diyoruz. Bu durum hem hasta hem de bizim açımızdan stres oluşturuyor. Hasta kendini suçluyor ve sorular soruyor. ‘Neden gebe kalamıyorum, yanlış bir şey mi yaptım, yediklerimin ya da yaptığım hareketlerin herhangi bir zararı olmuş olabilir mi, neden vücudum bebeği reddediyor?’ gibi sorular onu daha da strese sokuyor. Bu da daha sonraki denemelerde yeni bir engeli ortaya çıkarıyor. Biz de, tedavide gözden kaçmış herhangi bir bulguyu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz ve çiftimize alternatif tedaviler öneriyoruz. Bazı ülkelerde transfer edilen embriyo sayılarını artırarak hastanın şansı artırılmaya çalışılıyor ancak ülkemizde de olduğu gibi transfer edilen embriyo sayısının kısıtlandığı ülkelerde daha objektif hedefler ortaya koymak gerekiyor.”
Tüplerin kapalı olması önemli değil!
“Tekrarlayan tüp bebek başarısızlığının bilinen nedenleri arasında rahim ile ilgili problemler en kolay ortaya konanlardır” diyen Doç. Dr. Küpelioğlu, rahim içinde var olan miyom ve polipler, rahim içi yapışıklıkları, rahmin doğuştan bozuklukları (rahim ortasında perde, çift rahim vb.) gibi nedenlerin de gebelik oranlarını azalttığına dikkat çekiyor. Ultrasonografi ve histeroskopi (rahim içinin kamera ile gözlenmesi) ile bu problemlerin hem ortaya konduğunu hem de tedavi edildiğini belirten Doç. Dr. Küpelioğlu, şöyle devam ediyor:
“ Tüplerin açık ya da kapalı olması tüp bebek tedavilerinde önemli değildir. Ancak tüplerin tıkalı olmasının yanında içinde sıvı toplanması mevcutsa bu durum gebelik şansını azaltmaktadır. Eğer daha önceki denemelerde bu durum gözden kaçmışsa tüplerin cerrahi olarak çıkarılması hastanın gebelik şansını artıracaktır. Kolaylıkla ortaya konabilen bu tür anatomik problemlerden başka bağışıklık ve pıhtılaşma sistemi ile ilgili problemler, rahimin iç tabakasının tutunmayı etkileyen özellikleri ile ilgili problemler, embriyonun kendisi ile ilgili problemler de, hem tanınmaları hem de tedavi edilmeleri anlamında daha fazla güçlük ortaya çıkarıyor. Çoğu zaman bu durumlarda tanı net olarak ortaya konmasa da, ihtimali olarak bu nedenleri düşünüyor ve alternatif tedavi metotları uyguluyoruz.”
Pıhtılaşmaya, düşük doz aspirin!
Pıhtılaşma sistemindeki bazı anormalliklerin embriyoların rahimin iç tabakası olan endometriuma tutunmayı etkilediğine dikkat çeken Doç. Dr. Latif Küpelioğlu, “Bu gibi durumlarda tedavilerde düşük doz aspirin ya da kan sulandırıcı iğneler kullanarak gebelik oranlarını artırmaya çalışıyoruz” diyor.
Kötü kalitede embriyo gelişiminin tedavilerde başarıyı en fazla etkileyen faktörlerin başında geldiği belirtiliyor. Bu durum, kimi zaman embriyolardaki genetik kusurlardan ya da embriyoların laboratuvar koşullarından etkilenmesi nedeniyle oluşuyor. Ancak iyi kalitede embriyo görüntüsü olmakla beraber genetik olarak kusurlu da olabiliyor. İyi kalitede embriyolar transfer edilmesine rağmen gebelik elde edilemeyen hastalarda, embriyoların transfer edilmesinden önce genetik inceleme yapılıyor; en doğru, en sağlıklı embriyolar seçiliyor. Preimplantasyon Genetik Tanı (PGT) adı verilen bu metot sayesinde tekrarlayan tüp bebek başarısızlığı olan çiftlerde daha yüksek gebelik oranları elde ediliyor.
Anne rahmi gibi!
Bazı hastalarda ise elde edilen embriyolarda kalite sorunu olduğunu, bu hastalarda daha düşük gebelik oranları gözlendiğini anlatan Doç. Dr. Küpelioğlu, “Tüp bebek tedavileri esnasında kadından toplanan yumurtaları, erkekten alınan spermleri ve bunlardan oluşan embriyoları, laboratuvar ortamlarında vücut sıvılarını taklit eden sıvılar içinde barındırıyoruz. Ancak, ‘Endometrial ko-kültür yöntemi’ adı verilen metotla embriyolar anne adayının rahiminin içinden alınan dokudan salgılanan sıvılar içinde daha iyi kalitede gelişim gösteriyor. Tedavi öncesindeki adetin 21. günü anne adayının rahiminin içinden alınan doku örneği embriyoloji laboratuvarında kültür edilerek çoğaltılıyor ve buradan salgılanan sıvılarda embriyolar geliştiriliyor, daha kaliteli embriyolar elde etmek mümkün oluyor. Rahim içi doku kültürü de denen bu metotla, tekrarlayan tüp bebek başarısızlığı hastalarında daha iyi gebelik oranları elde edebiliyoruz” diyor.
Preimplantasyon Genetik Tanı ve Endometrial Ko-Kültür gibi alternatif yöntemlerin yanında embriyo tutunmasını artırabilmek için ‘embriyo kabuğuna lazer’ ile delik açılabiliyor ya da en iyi embriyoyu seçebilmek için ‘Blastokist Transferi’ gibi metotlar uygulanıyor. Tutunma ihtimali en yüksek embriyoları tanımaya çalışan tekniklerin üzerinde çalışmalar devam ediyor.Kadın Hastalıkları

6 Eylül 2011 Salı

aşina



uzuncadır
göç almamış
bir yüreğe benzer eylül

ve
doldur boşalt yaşanan hayatların
yılbaşısı gibidir

işte bu nedenle karşılanmalıdır

bildik bir şarkıyı
ilk defa söyler gibi

4 Temmuz 2011 Pazartesi

ayrılığa son vermek



Hasat mevsiminde toplanmayan meyvelerin yere düşmüş haline benzer insan iş çıkışında. Belki de bu yüzden, sel olup akan kalabalığın arasında tutunmak zordur. Bunu bildiklerinden midir nedir, her akşam aynı saatte buluşur ikisi. Omuz verirler birbirlerine ayakta durmak için.

Kadın, kararlı adımlarla adamın iş yerine doğru yürür. Musa’nın asasını eline almış gibidir. Adım attıkça kalabalık cadde ikiye bölünür, önü açılır varış noktasına doğru. Onu gören işportacılar gülümser, bilirler ki saat 17.30’u vurmuştur. Sokakta hayat akıp gider… Adamın toparlanıp gelmesini bekler kadın. Nafile, geçmek bilmez o üç dakika. Neler neler düşünür kadın…

Bir koşu, seksen üç basamağı iner adam. Tam kapının önünde durur. Saçlarını düzeltir. Soluklanır. Sonra, hiç acelesi yokmuş gibi çıkar sokağa. Sırtında çantası, elinde notları…

Göz göze gelirler. Bildik kavuşma sahnesini izler sokaktan geçenler açık havada nostaljik bir filme bakar gibi. Sarılır, öpüşürler. Konuşmadan yürürler. Hep gittikleri kuytu kafede oturup, bir simidi çaylarına katık ederler. Kapalı bir mekandan çıkıp, başkasına girmeden önce bir nefeslik istasyondur burası onlar için.

Çay ve simide, gün içinde birbirlerine söylemek için dillerinde birikenler eşlik eder. Yelkovanı, akrepleştirirler yüreklerinde. Otuz dakika bu… Bin sekiz yüz saniye… Posasını çıkartmaya çalışmazlar zamanın. Dokunuşların el olmadığı, sözlerin dili çatallaştırmadığı andır yaşadıkları.

Ayrılık vakti geldiğinde, hüzünlerini gizlemek istercesine yepyeni bir konuyu konuşmaya başlarlar. Doyasıya konuşamayacaklarını bildiklerinden, soluksuz kelimeler dökülür dudaklarından. Konuşma hızlandıkça yol kısalıverir. Kadının içini bir telaş kaplar, ayakları dolanı verip düşecekmiş gibi hisseder. Sokulur adama. Kolları dokunur birbirlerine, sevişen iki beden gibi. Dalıp gider uzağa, kadının gözleri. Adam açığı kapatmak istercesine konuşur ikisinin yerine. Kelimeler sessizleşir. Susarlar. Ritmi ortak adımlarla yürürler. Başka yönlere doğru yol alma vakti geldiğinde, adamın gözlerine bakar kadın ve “sen de benimle gelebilsen, en azından yolun yarısına kadar…” der. Aslında bu şu demektir: “Senden ayrılıyor olmak benim için çok zor. Sadece bir geceliğine ayrılıyoruz biliyorum. Ama bu hafta sonlarının, yaklaşan yaz tatilinin belki de kaçınılmaz ayrılışların provası gibi…”

Yürürler.

Akrep, yelkovanlaşır zihinlerinde. Yolun yarısına geldiklerinde “öp beni...” der kadın.

Ayrılırlar.

Birkaç adım atarlar. Kalabalık tüylerini ürpertir kadının. Ve içinde bir sızı başlar. Dönüp bakmak ister ardına, adama… Yapamaz. Bunun anlamı: "Yokluğuna alışan adamın, bir süre sonra onsuzluğu hissetmediğini kavramasıdır. "

**********************************************************************************

Okura not: "Aktarım biter, ama hikaye hiç bitmez...
Şimdi elinizde bir kitap olduğunu ve sayfasını çevirdiğinizi hayal edin. Hani hikaye bitmiyor ya...

Ertesi gün...

Adam,  seksen üç basamağı hızla iner. Nefesi nefesine karıştır. İlk defa "geç kaldım" diye hayıflanır. Saçını başını düzeltmeden, sokağa fırlar. Onu gören işportacılar saatlerine bakar. Gözlerini oymaya kalkan güneşi, sağ eliyle perdeler adam. Üzerine üzerine gelen insanlara, satıcılara, binalara, kedilere ilk defa bakar. Kendisini çarpan bu kalabalığın içinde tanıdık bir dokunuş arar. Olduğu yerde durur, yüzü sararır. Nefesi sıklaşır. Bakamaz ardına. Bunun anlamı: "Rutini bozmak istemiyorum. Bir bozgunu daha yaşamaya gücüm yok. Ardımı dönersem sorumluluklarımdan, koşullarımın gerçekliğinden kopup giderim. Buna hazır değilim. Korkuyorum."

Kadının her gün ona söylediği şarkıyı duyar adam. Bu ses nereden geliyor diye aranırken, gözlerini boş ince belliye mühürler. Ansızın bir çocuk sesiyle irkilir: “Ablaya bir mendil almayacak mısın abi?” Gerçek bu kadar basittir. Sokak, o gün yeni bir son izler…

Tüm bunları, giden trenin penceresinden görür kadın. Ve ayrılığa son verir. 


**********************************************************************************

Yazara not: Bazen "ayrılığa son vermek" kavuşmak değildir. Her gün bir parçası kopan ilişkiyi, bir yerinden tutuşturup ayrı ayrı yaşamak yerine, bazen gitmek gerekir. Sayfayı çevirme vakti, hadi...


15 Haziran 2011 Çarşamba

konteyner kedisi



özgürlük
balon eteğin
helyum gazı olmaksızın da
yükselişiymiş
bunu bugün öğrendim

eteklerime yaz gelmiş

sanki, lunaparka gitmişim
balerine binmişim
fora edilmiş kader sandalında savruluyor eteğim
dalga dalga
bi mavide
bi kahverengide

zormuş
ne olduğunu bilip de yaşamak

milletin gözünde konteyner
aslında tekir olmak…

 

30 Mayıs 2011 Pazartesi

puantiyeli / belki de pembe çiçekli çorba


öğlen vakti...


karnımızı doyurmaktan çok
gönlümüzü eğlendirmek istedik
girdik bir lokantaya


at kestanesi ağacının çiçekleri
karıştı çorbamıza
sanki tuz, karabiber gibi
istesen olmaz!

herkes beyaz çiçekli ağacın altına oturmuş
bi biz
ikimiz…
pembenin altında


rüzgar esince başlıyor
çiçek kaç, saç tut oyunu

o vakit
zülüfler toz pembe
koynum çingene


çiçek bu
ne yapacağı belli olur mu hiç
gitmiş saklanmamış mı tam kulağımın içine
nerden gördün sen onu
usulca aldın
attın ağzına
sanki kirazdan küpelerimi yer gibi


dilinin balı rüzgar oldu
birden gök gürledi
sarıldın bana

toprak rengi gözlerimle
alkım renkli gözlerine baktım
üç tane beyaz çiçek, kuş gibi yerleşmişti başına
gözlerimle okşadım onları
sen bilmedin

durdun baktın bana
" zeytinli evi çok sevdim
istediğin vakit gidelim" dedin 


seslenmedim
sadece gülümsedim
"ben
günlerce
gecelere
senle
gittim ki
o eve"
demedim

çiçekli çorbamdan bir kaşık alırken mırıldandım
ne zaman?

bi başımı kaldırdım ki
ne göreyim
uçup gitmemiş mi saçlarından çiçekler

peki ya zeytinli ev...

"ben duruyor muyum zihninde"
diyemedim


derken yağmur başladı
zengin kalkışı yaptın
sözlerin hepsi dilimde kaldı
yanağıma kuru bi öpücük kondurdun
ardını döndün
yürüdün
gittin

"dönüp ardını bana gitme"
diyemedim
açtım puantiyeli şemsiyemi
atladım bisikletime 
işe yollandım
bu şarkıyı söyleyerek...


duydun mu canımıniçi?

Fotoğraf: Özgür Çakır

27 Mayıs 2011 Cuma

bir şarkı, bir düş ve bir yer arasında...




ruhumdaki morartılara baktım az evvel
seninle yaşayamadıklarımızın hepsi
mürdüm lekesidir bende
bilesin!

ruh acısına
en iyi düş kurmak gelir dedim ben de kendi kendime
moru, pembe yapmaya karar verdim

diyorum ki...
açalım önümüze bir harita
sonra sımsıkı yumalım gözümüzü
ooooo piti piti karamela sepetini söyleyelim
başparmağımız yol göstersin bize
gideceğimiz yeri belirleyelim


ha bu arada
haritadaki her yer
neresi mi?
görmek için tık tık


aslında ben ne istiyorum biliyor musun?
üstü açık bir arabaymışız
Audrey Hepburn gibiyim ben
öylesin de ya
düş bu!


işte arabadayız
daracık, patika yollardan gidiyoruz
sen dünyanın en yakışıklı sessiz adamı
dikkatle yola bakıyorsun
ağaçlar Artur'un şövalyelerinin kılıcı gibi gölgelik yapsın bize
ben şarkı söylüyorum
sen hiç radyoyu açmıyorsun
sesin çok güzel aşkım diyorsun
gülümsüyorsun hep
rüzgar dans ediyor saçlarımda
şifon elbisem kuş olmuş uçuyo
pişt!
sen yola bak, bacaklarıma değil!
varacağımız yere çok var daha...

o da ne
durduruyosun arabayı
gözlerine bakıyorum
ilk kez bana öyle bakma demiyorsun
sahi ben seni en son ne zaman öpmüştüm diyosun...


ah be adam!
ah...
o şarkıyı söylüyorum işte
duyar mısın ki?


"sevipte söyleyemediğim şarkılar var
bir dizesini asla hatırlayamadığım şiirler
keşke, keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları
düşlerim var...
uyandığımda yalnızca başını hatırladığım
ve asla sonuna kadar görmeyi beceremediğim
bir adam var düşümde, tam dokunacakken uyandırıldığım
bir adam, sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim
..
."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

budala



çilek toplamak zor iş

neden mi?

çilek aşka benziyor çünkü
bazısı
şeker gibi, tadından yenmiyor
bazısında ise
ne yediğini anlamıyorsun

çilek
anarşist meyve
çökertiveriyor insanı dizlerinin üzerine
dudakların mührünü çözüyor
ellerini dalarken çer, çöp, dal, taş, börtü, böcek
kilime atılan düğüm gibi türkü yakıyor
yaşmaklı kadınlar
söyleyemediğimiz türkülerce yaşanıyor aşk

kızıyorum ben o kadınlara...
tarlalarda kendi özünü düşünmeden
türkü çağırdıkları için değil!
bu onların en kadın yanı
nasıl gönül koyarım

aslında
ben kendime kızıyorum!
aşkı sadece ben yaşıyormuşum gibi budalalaştığım için
en sonunda yüreğimin gücünü kaybedip
şimdiyi yaşayamadığım için

fark ediyorum ki
avuçlarım kızarıyor
yanaklarımdan şebnemler süzülüyor

o vakit
hissediyorum ki
alnım mavide
ellerim toprak…

17 Mayıs 2011 Salı

motor, bazuka ve gitmeler üzerine

alıp başımı defolma (!) hissimin kuvvetli olduğu günler. yaşadığım kaygıdan yüzüm, gözüm, boynum, böğrüm sivilce içinde. yetmedi, tansiyonum asansörcülük oyununu keşfetti. ancak, ciddi bir sorun var. bizim çocuk tepelere tırmanmayı seviyor, ama aşağıya nasıl ineceğini hiç bilmiyor. bazen kaydıraktan kayıyor, o anlarda dünyam tepetakla oluyor. gözlerim karanlığı seviyor. köstebek ruhum gömülmek diliyor. nafile... biri şu çığırtkanları sustursun istiyorum. gürültüler artıyor "n'oldu...",  "iyi misin?...", "ya bir doktora gitmedin"... beynime veren inzibatların söylevleri eşliğinde, “iyi ararsan eve dönüş yolunu bulursun” masalından sıkılmış olan kanım, damar yollarını terk edip burun deliklerimden fışkırıyor. işte o vakit “hadi diyorum… hadi kızım… Uzağa Giden olma vaktin geldi.”

boyumu aşan işleri gözümün tersiyle iteliyorum. sırt çantamın içine birkaç giysi tepip, zihnimden yol haritamı çiziyorum. gidiyorum...

tam kapıdan çıkarken, elime çarpıyor Bazuka. Uyurkulak!etme, eyleme… okumak istemiyorum. canım yanıyor yahu. hiçbir kelimeyi peşimden sürüklemek istemiyorum. aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayelerden bana ne! biliyor musun kimselere demedim ama Limon’u (sarı araba!) sattım. iki ay oldu. Duygucan'ın (radyo!) sesi sağır ediyor kulaklarımı geceleri. uyuyamıyorum. umarsızca, sevdiğim adamın bana sarılmasını bekliyorum. o da gelmiyor. beni avutacak bir kitap olsaydı dediğim zamanların sayısı artıyor.  sen neredeydin bakalım benim canım yanarken Uyurkulak? tutkular kitaplığı’nın ırzına geçen editörün ruhuna sövüyordun değil mi? şimdi tam giderayak, neden çelme takıyorsun bana? kürk mantolu madonna bakma bana. seni severim bilirsin. ama bakma bana. bakma! o-ku-ma-ya-ca-ğım!

yine bir kitapla konuşuyorum. üstelik bunun ardında, yakışıklı yazar fotosu da yok. kahretsin! atıyorum çantama kitabı. atlıyorum motora. sırtımda bazuka. düşüyorum yola...

buradayım. nerede mi? her yerde. çay, simit ayinindeyim. sen yoksun yanımda. tuzlu su akıyor yanağımdan bi damla. bahar şebnemle gelir ya işte öyle bir vaziyet. suratım sırılsıklam. rastgele bir sayfayı açıyorum her zaman ki gibi. “Kuş Yuvası”… Tahir’in hikayesini okuyorum. bunu sen okumalısın diye not düşüyorum aceleyle. canım adını söylemek istiyor. sıkıyorum dudaklarımı. son cümleyi okurken, burnum kanamaya başlıyor. eğimine yandığımın dünyası daha bir çalkantılı geliyor bana. çayımı getiren, garson telaşlanıyor. gözlerimle ona “korkma” diyorum.  "eyvallah" dercesine bakıyor bana. kitabın üzerinde kandan ayraç yapıyorum. 35. sayfa da Pembe hikaye başlıyor. kan, elbet durur biliyorum.

okumaya ara verip mırıldanıyorum… “ömrümce hep adım adım / her yerde seni aradım / ben kalbimden başka yerde / inan seni bulamadım."

garson bana bakıyor ve ilk kez konuşuyor "sesin güzelmiş abla..." dudağım yana kayıyor, galiba gülümsüyorum. elimin tersiyle, ağzımın içine süzülen kanı siliyorum.

Ve biliyor musun Uyurkulak, kırdığım kalemi yeniden açıyorum. galiba yazıyorum.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

hala sana en uzak yerdeyim: sendeyim...



biliyor musun
aşk sürekli mesaiye kalmayı gerektiriyor


çalışma saatleri uzadıkça
tutsaklaşıyorsun
bir süre sonra
esaretten maaş alır hale geliyorsun


aldığın maaşın
neredeyse tamamı 
aşk masraflarına gittiği için
ebediyen ruh tokluğuna
gönül dükkanının
en sadık memuresi olarak
çalışıyorsun

durmadan...


anlayacağın canımıniçi
ben sadık bir işçiyim
bıkmadan
usanmasan
seni çalışıyorum


ama
aşk hesabında bir hata yapıyorum

çünkü,
hala sana en uzak yerdeyim
sendeyim…

11 Mayıs 2011 Çarşamba

ne zaman canım yansa ninni dinlerim...



tuhaftır


ne zaman canım yansa
ninni dinlerim


ve ne zaman canım yansa
yağmur yağar


ben de
küçük bir kız çocuğu gibi
senin gelmeni beklerim
gelip bana sımsıkı sarılmanı
ve kulağıma mırıldanmanı
"dandini dandini..."


tıpkı bu sabah olduğu gibi...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

aşk hiç biter mi?




gözlüğümü kırdım bugün


sonra


ayağımı dolabın sivri yerine çarptım
çorabım kaçtı
dizim kanadı
azıcık...


pencereme hiç güvercin gelmedi


aslında her zamankinden daha uzun bir gündü
daha çok çocukla oyun oynadım
gülüştüm
dertleştim

tek kelime okuyamadım
masamda sırt sırta vermiş duran kitaplara bakıyorum
kurtlarla koşan kadınlar
bazuka

bi öğlen yediğim simit yarendi bugün bana
bi de bu şarkı


seni özledim...

6 Mayıs 2011 Cuma

herkes ne zaman ölür: elbet gülünün solduğu akşam


biliyor musun Deniz...
dün hıdırellezdi.
kendime bir gül ağacı çizdim, üzerinde üç dilek...


biliyor musun Deniz...
nicedir kendim için hiç bir şey istemiyorum.
bu gece "şiirin onarıcılığı" diye bir söyleşiyi sunacağım
önümde Nazım'ın "şaşıp kalma üstüne" dizeleri duruyor
ben sevdiğim adamı düşünüyorum





biliyor musun Deniz...
sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen
canımı, gözlerimi.
öyle seviyorum Deniz, bunu o hissetsin istiyorum!

kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında
devenin öfkesi, kinciliği değil.
çocuklara sığındım Deniz, kaçtım erişkin yaşamdan.
öğrendim ki öfke, kin, nefret kendi kendini döven boksör.

anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ben Uzağa Giden'im, Deniz...

ve dövüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
engel değil mi Deniz yaşım, kadınlığım, düşlerim, hatalarım, dediklerim, diyemediklerim...

ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
insanlığı terk mi ediyorum sence ben Deniz?

şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
yazık.
insan olmak bilirsin ne zor şey Deniz.
herkes sen gibi taşıyamıyor.

sana geldi pek dost yürek hisset e'mi?
gelemeyenlere küsme.
beden esir, zihin özgür sen bilirsin değil mi Deniz?

bu yıl bir şey isteyeceğim senden
mayıs esintileri arasında
melek kızımı bul lütfen
"Nisan! artık çok bekleme git ve annenin elini tut" de ona

şaşırt kızım beni...
şaşırt yüreğimi.

hıdırellez dilekleri sahiden bir gün gerçek olur değil mi Deniz!
ve hepimiz bir gün buluşuruz değil mi...