30 Ağustos 2008 Cumartesi

BENİM YAVRUM ARTİZ OLACAK


Blog aleminin şimdilerdeki sobe mevzuu 'özenti, özenmek ve gençlik'. Pas Mehtap'tan geldi. Değerlendirelim efenim.

Medyanın körüklediği, sosyal ortamın fişeklediği, teknolojinin desteklediği ‘özendirme’ vukuatları evvel zamanda, evden kaçıp artiz olabilitesi mevcut kız çocuklarımızın ve onların ailesinin çok canını sıkmıştır. Onlar, ses dergisinde okudukları, bohçasını sırtlayıp Yeşilçam yolunu tutmuş olan bir iki nadide örneğe özenmişlerdir masumane . Lakin herkes siyah-beyaz artizler kadar şanslı olmayabilirdir. Kiminin karşısına, Göksel Arsoy çıkarken, bir çoğunu da elinde gazozuyla Nöri Alço karşılayabilirdir.

Nice Türk filmine de konu olmuş bu hikayede, bu saf kızlardan kimi uyuşturucuya alıştırılmış, bazısı tecavüze uğramış ve sonunda çoğu hayatın yazdığı senaryolarda ancak figüran olarak birer rol kapabilmişlerdir.

Neyse ki günümüzde yavrularımız tek başına bırakılmamaktadır. Onlara başka yöntemlerle ünlü olmanın yolları el birliğiyle anlatılmaktadır. Bu kadar çabaya güzel yurdumda ünsüz insan kalmayacak olması da işin bir başka sevindirici boyutudur. Neredeyse ‘ünlü olmazsan geber’ kampanyaları düzenlenmeye başlanacak diye beklemedeyiz milletçek.

Biraz eli yüzü düzgün kızlar, meşhur olmanın dayanılmaz cazibesine kapılmış fedakar annelerinin himayesi altında, o güzellik yarışması senin, bu mankenlik ajansı benim dolaştırılmak suretiyle bu çarka bir şekilde dahil edilmeye çalışılırken azıcık sesi iyi olanlar, popsıtar, halksıtar, çingensıtar, yozgatıngülü, istanbulunbülbülü gibi yarışmalara sokulup sanatkar olma yolunda ilk adımlamalara başlatılmışlardır.

Öyle ya; onların Serdar’dan, Musti’den, Emre’den ve hatta Tarkan’dan ne eksiği vardır. Bu memlekette kaseti olmayana kız bile verilmemektedir. Onlar evde mi kalsınlardır? Kızlar için ise durum daha da basittir. Don-süt.yen bir klip yaptın mı, iki de g.t salladın mı bu iş tamamdır. Sese kimin ihtiyacı vardır ki. Teknolocinin önlenemez yükselişi kendini müzik piyasasında da göstermiş, en olmadık sesleri bile billur kıvamına getirebilme yetisine sahip olmuştur artık. Düşününüz; bu ülkede Ba.nu Kalkan bile iki-üç kaset yapmıştır. Daha ne olsundur?

Ünlülerin renkli, neşeli, bol eğlenceli ve yaşanılası hayatı gözümüze sokulmak suretiyle her kesimden insanın ortak ideali haline getirilmiştir. Giyim-kuşamıyla, gece gezmeleriyle, aşk(!)larıyla, hatta yaptıkları tatilleriyle bile kendi hayatımızdan daha fazla ilgimizi çekmiş, daha da kötüsü kendi sefil, iğrenç, sıradan yaşantımız artık bize yetmez olmuştur.

Onlar gibi giyinmeye, onlar gibi boyanmaya, onlar gibi davranmaya başlamışızdır sonunda.Hepimiz birer çakma artiz, çakma manken, çakma ünlüyüzdür artık. Hayatımızda gördüğümüz tek kamera bakkal Hüsnü amcanın hırsızlara karşı taktırdığı dandik Korola olsa da, şekil itibarıyla onlardan hiçbir eksiğimiz yoktur çok şükür. Bu özentilik çoğu zaman komedinin babası, mizahın kralı olsa da, olsundur. Biz mutluyuzdur halimizden.

Ünlü mankenimiz, Erik kızımızın iki metrelik bacaklarıyla kendisine harbiden çok yakışan mini şortunu, bizim komşunun kızı bodur Mualla’nın koca g.tüne tıkıştırmaya çalışması, hem özentilik hem de halt etmektir. “Ama özeniyo aplasııı” diyen annesinin bu şapşallığı ise, b.ku kepçesiyle yemekten başka bi’şey değildir af buyurun. “Yarın öteki gün başka şeylere de özenirse ne edecen kadın, özendiği her naneden bir kaşık tattırabilecek misin” diye suratına hönküresi gelir insanın.

Ya bir gün, ot çekip, haplanıp, ya da gırtlağına kadar alkol alıp kamera önünde rezillik yapan ünlülere de özenirse bu yavrucaklar? Kim koruyacak onları? Sen ana-baba olarak onlardan daha fazla bayılıyorsun medyanın şaklabanlarına. Saçlarını bilmem kimin sarısına, bilmen neyin karameline boyatmak için can atıyorsun. Ötekisinin aldığı donun aynından bulabilmek için tabanların şişene kadar alışveriş merkezi dolaşıyorsun. Ya sen kart zampara? Vicudundaki bütün kıllar ağarmışken, pleyimin boyu olmaya çalışıp sadece yalandığınla kalıyorsun. Kendini onlara benzetmeye çalışırken, onlar gibi olmak isteyip eline yüzüne bulaştırırken, nasıl “yapma” diyeceksin kendi çocuğuna?

‘Toplumu bu dertten nasıl kurtarırız’ın cevabını sosyologlara, pedagoglara ve işinin ehli insanlara bırakıp kendi çöplüğümü temizlemek, kendi kapımın önünü süpürmektir öncelikli vazifem. Yaşam içindeki tüm unvanlarımın önüne geçen ‘anne’ olma yetkimi, etkimi ve ayrıcalığımı kullanarak, önce kendi çocuğumdan sorumlu olduğumu düşünüyorum. Lakin bütün evlatlar için yanmak da ‘anne’ olmanın olmazsa olmazıdır.

Varlığının, yaşam sebeplerinin farkında, vatanını milletini –sözde değil, özde- seven, okuyan, üreten ve en önemlisi düşünen gençler var ve var olacak. Sokağın orta yerinde, k.çından düşen donu, vudi vutpeykır şekli saçları, burnunda, kaşında, gözünde hatta g.tünde piirsingi, kör-kütük sarhoş, küfürler savuran gencecik kızlar/oğlanlar da var. Onlar da bu toplumun evlatları. Pekiyi neden bir taraf öyleyken, bir taraf böyle diye düşünmek de biz yetiş(ememiş)kinlerin görevidir kanımca.

Neden daha ilköğretim çağındaki bebeler, ellerinde son model cep telefonları, üç beş sevgili birden idare eder oldular sahi? Neden simsiyah giyinip ‘götik’ olduk biz diye dolanır ortada renk cümbüşü içinde görmek istediğimiz pırıl pırıl gençler? Yok mudur bizim hiçbir kabahatimiz? Tamamen sütten çıkmış, akça pakça mıyızdır gerçekten?

Özendirme, özenme, uygulamaya geçme şeytan üçgeni nice gencin başını yemiş, nicesini uçurumun kenarına kadar getirmiştir. Belli bir yaşı geçmiş insanların kendini koruyabileceği ve bazı şeylerin bilincinde olması gerektiği varsayımından yola çıkarak, eğer bilincinde değilse de bulsun belasını gerizekalılar diyerek, bu tür özentilerden korumaya çalışmamız gerekenlerin gençler olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu ‘özenti’ mevzuunda 'en masum' olanların da yine onlar olduğunu çok iyi biliyorum.

Ve topu genç kuşağın bu konudaki görüşlerini almak adına Sananekim Bananesanıma ve Forewell'a paslıyorum.
Ayrıca tüm ulusumun Zafer Bayramını kutluyorum.

28 Ağustos 2008 Perşembe

ALIŞMAK SEVMEKTİR OYSA

Yüzme havuzlu, yeşillikler içinde püfür püfür, lüks bir siteye taşınma fikri, yazın bu en yapış kokuş günlerinde, doksan iki derece sıcağın altında herkes için cazip ve de üzerine atlanası gibi görülebilir elbette.

Lakin, karşı dairenin kapısı daha açılmadan yüzüme kapanacaksa, asansöre bindiğimde o soğuk sessizlik ve yere bakma seremonisi yaşanacaksa, selamsız-sabahsız, komşusuz geçecekse günler, geceler; İstemem… İsteyene de hiç mani olmam.

Ben alışmışım parkımızda oynayan bebelerin saçını okşamaya. Alışmışım ergen sıpaların elimdeki poşetleri kapmasına. Alışmışım balkonunda çayını yudumlayan Artin Amca’nın halini hatırını sormaya.

Yüzüm asıksa Halime Teyze sormalı “neyin var kızım” diye. Rengim solgunsa merak etmeli Melahat Abla; yorgun muyum, hasta mıyım? Anneme selam göndermeli Hatice Teyze sıcacık gülümsemesiyle.

Askere birlikte uğurlamalıyız Basketçisini Muzimle. Ya da Liselim için birlikte beklemeliyiz sınav kapılarında Serpil ile. Birbirimize sarılıp ağlamalıyız hüzün, sevinç, gurur ve anne gözyaşlarıyla.

Komşunun kavurduğu helvanın kokusu sarmalı mutfağımı mis gibi. Elimde tabakla çıkmalıyım üst kata ve sevgiyle paylaşmalıyım böreğimi, yüreğimi.

Çalabilmeliyim karşı kapıyı en olmadık zamanda... Belki bir gece vakti, belki bir sabah seheri.

Ben alışmışım hasta olunca bir tas sıcak çorbanın kapımda bitivermesine. Alışmışım gözlerimdeki aydınlığın tanıdık yüzlerde, bildik gülümsemeler görmesine.

Yapamam. Alın… İsteyene verin; havuzu, siteyi. Ben alışmışım mahalleme, insanlarıma. Kopamam… Bırakamam. Ne bakkal Mustafa Amca'dan, ne dalları göğe uzanan ağacımdan, ne de her sabah pencereme konan kumrulardan ayrılamam.

Siz bırakın beni. İyiyim ben böyle.

Bu yazı Öykü Atölyemizin yeni kelime oyunu için kaleme alınmıştır. Fotoğraf mı? O da annesine küsmüş, damda yatmaya giden minik afacanın kaçış görüntüsüdür.

26 Ağustos 2008 Salı

ÖLDÜREN DİYALOGLAR


Yıllarca Amerikan filmlerinde görüp özendiğimiz ‘Tanık Koruma Programı’, güzel ülkemizde de uygulanmaya başlanacakmış. Bir firma, bu tanıklar için özel bir ses ve görüntü sistemi kurmuş. Sesi değiştirip tanınmaz hale getirerek mahkeme salonuna veren bir düzenek sayesinde, eleman tanınmadan, kim olduğu bilinmeden ifadesini verecek ve gerçekler su yüzüne çıkacakmış. Sonrasında da estetik ameliyatlarla yüzleri değiştirilip başka şehirlerde, başka isimlerle yeni bir hayata başlayacaklarmış.

Yani korkudan tanıklık yapmamak, “konuşursam bu adamlar beni öldürür, iyisi mi susayım, nasılsa çark yine aynı hızda ve aynı yöne doğru döner” dönemi kapanacak, artık hiçbir şey karanlıkta kalmayacak, yurdum insanı da bütün pisliklerden bir bir kurtulacakmış. Buraya kadar her şey normal ve güzel. E ama burası Türkiye. Birazcık farkımız olacak değil mi?

Teknik aksaklıklar kaçınılmaz elbette;

Korunaklı Tanık: Şimdi güzel abim, bu X şerefsizi ve adamları, iki tane bankanın içini, tereyağından kıl çeker gibi boşalttılar, uyuşturucunun kralını kimsenin ruhu duymadan yurda sokup, mini mini bebelerin okullarının önünde sattırdılar, işlerine köstek olacak kim varsa bir bir temizlediler. E benim de bu dallamalarla ortak iş yapmışlığım oldu zamanında. İş ki siz benim can güvenliğimi sağlayın, bir bir ötecem. Pişmanım abim…

Teknikıl Müdür: Alooo! Lan Kazım! Bu adamın sesi aynen, hiç değişmeden mahkemede duyuluyo lan. Alet mi bozuldu, ne oldu lan? Çabuk bakın, çabuk.

Teknikıl Sorumlu Kazım: Yok abi, bozuk değil de… Hani biz biraz daha maliyetten düşelim diye beş metre kabloyu eksik döşediydik ya, meğerse öyle olunca böyle oluyomuş abi ya.

Teknikıl Müdür:Lan Allah cezanızı versin emi? Susturun lan şunu. Adamın kim olduğunu anladı bunlar. Pis pis bakıyolar. Gitti lan herif sizin yüzünüzden. Deşerler lan bunlar adamı.

Teknikıl Sorumlu Kazım: Yok be abi nerden anlıycaklar? Tamam şimdi düzeltirim ben. Hemen şurdan bi uzatma çektik miydi hallolur meraklanma sen.

Teknikıl Müdür: Lan manyak herif, bu adamın görüntüsü de kabak gibi plazmadan görünüyo lan. Lan bu plazmanın ne işi var mahkeme salonunda lan. Plazmayı tanığın odasına koyacaktınız gerizekalılar. Bittik oğlum biz. Tanık da bitti, biz de…

Teknikıl Sorumlu Kazım: Abi pardon ya…


Onlar, tanıkların kimlikleri ortaya çıkmasın diye uğraşadursun, cabbar medyamız elbette bu işin üzerine gidip gizli saklı bir şey bırakmayacaktır. Hele yurdum insanının üçte ikisinin meşhur olmaya ne kadar hevesli olduğu düşünülecek olursa;

Cabbar Paparazzi Baturcan: .Y. Bey, koruma programındaki tanıklardan biri olduğunuz duyumunu aldık, doğru mu?

.Y. Bey: Oğlum de get. İşin yok mu senin başka. Gidip birilerini bikinili neyin yakalasana!

Cabbar Paparazzi Baturcan: .Y. Bey, sizin sayenizde, on altı kişilik çetenin bütün pis işleri ortaya çıkmış, öyle mi?

.Y. Bey: Yahu manyak mısın kardeşim? Ne çetesi, ne pis işi?

Cabbar Paparazzi Baturcan: .Y. Bey, çetenin sayenizde çökertildiği ve dışarıdaki elemanlarının sizi bulmaması için başka bir kimlikle, yeni bir hayata başlamanızın sağlanacağı söyleniyor, Voledole izleyicileri için bir açıklama yapar mısınız bu konuda?

.Y. Bey: Ya git işine ya. Yok diyorum böyle bir şey. Başka biriyle karıştırıyosunuz beni. Hem bu işler magazin programlarına mı kaldı oolum?

Ertesi hafta Voledole programının bağırıcı kişisinin anonsu: Sevgili seyirciler, ünlü iş adamı .Y. Bey, dün gece evinde ölü bulundu. Vücudunun çeşitli yerlerine isabet eden on altı kurşunla hayatını yitiren iş adamı, son röportajını muhabirimiz Baturcan ile yapmıştı. Biz Voledole çalışanları olarak kendisine rahmet, kederli ailesine baş sağlığı diliyoruz.
Mukadderat işte…

Bu arada yeni hayatını sürdürdüğü evinde Voledole izleyen Korunaklı Tanık: Ulen, işi biz yaptık, çeteyi biz çökerttik, herif meşhur oldu iyi mi? Abdullah, ara lan programı! her şeyi açıklıycam lan. Programa canlı bağlanıp, bendim o kahraman tanık diycem lan.

Peki bin yıllık alışkanlıklarımız ne olacak? Vazgeçebilir miyiz öyle çabucak? Tedbir, medbir hak getire. Hem bize bi’şey olmaz be kardeşim Türküz biz Türrrkk;

Korunaklı Tanık: La Maamut, benim lan tanımadın mı?
Maamut: Şerafettin Abi. Abi sen şey diil miydin ya?
Korunaklı Tanık: Boş ver şimdi Maamut. La çok güzel bi terası var bu evin. Mangal için bire bir. Arkadaşları topla gel. Bak adresi veriyom; (………) Bulabilirsin dimi? Olmadı yola gelince cebi çaldır, ben seni alırım. Dur bu da yeni cep numaram; (……….) Hıh yazdın mı? İki de büyük kap gelirken. Bak Nejat da burda. Selam söylüyo.
Maamut: Abi bildiğim kadarıyla o da şeydi... Abi tehlikeli olmaz mı? Ele verdiğiniz büyükbaşların adamlar her yerde sizi arıyo abi.
Korunaklı Tanık: Olmaz bişey. Acı patlıcanı kırağı çalmaz meraklanma. Sen dediğimi yap oolum. Hem burda dağ başında kim bulacak bizi? La Maamut bu telefon niye dit dit ötüyo la?
Maamut: Abi bak heyecandan söylemeyi unuttum. Bizim telefonları dinliyolardı abi ya. Bu senin hapse tıktırdıklarından, müebbet alan herifçioğlu var ya, o dinletiyo abi.
Korunaklı Tanık: Nejaaat, b.ku yedik oolum. Allah belanı versin Maamut…


Peki ya hatun kişileri için durum ne olurdu acep? Bu işe de değsin bakalım, ojeli parmaklar;

Korunaklı Tanık 1: Ay doktor beyciğim, Şerın Sıtona benzerim dimi bu ameliyattan sonra.

Korunaklı Tanık 2: Aaaa valla onu benzetecekseniz beni de benzetin doktor. Valla bak ölümü gör.

Korunaklı Tanık 3: Benim yüzüm Şerınınki gibi olsun da, dudaklarımı Ancelina gibi yap doktorcuğum.

Korunaklı Tanık 4: Ben de Cenıfır po.posu istiyorum doktor bey. Hep özenmişimdir.

Korunaklı Tanık 1: Ay çok komik! Kızım senin tekneyi, tersaneye soksan Cenıfır po.posu olmaz ki, boşuna uğraşırlar yani.

Korunaklı Tanık 4: Doktor bey, bu kadın bana sataşıp duruyo. A valla parçalıycam şimdi.

Zavallı Doktor: Yuh be! Allah cezanızı versin emi? Ulen hepinizin ismini gazetelere vermek var ya. Bir yemin ettim ki dönemem anasını satiim.
----------------------------
Korunaklı Tanık 4: Bizim ev apartman dairesi de neden bu şıllığın ki villa acaba?

Korunaklı Tanık 1: Hahaaaay… şıllık senin sülalen bi kere tamam mı? Ben saraylara layık kadınım ayol. Bunu anlamış olacaklar. Sen de olduğun yerde çatla orta yerinden. Hasedinden de o koca g.tün erir belki.

Korunaklı Tanık 4: Bi kere ben senin gibi oramdan buramdan elli kilo yağ aldırmadım hatun. Lafını bil de konuş. Bak alıveririm ayaamın altına seni, yelloooz.

Korunaklı Tanık 3: Aaaa yeter yahu. Ne şirret karılarsınız siz.

Korunaklı Tanık 2: Evet yaaa… bak biz şikayet ediyo muyuz? Yüzme havuzlu, süper lüks sitemizde sessiz sedasız yaşıyoruz işte.

Korunaklı Tanık 4: Bak bunlar da dalga geçiyolar. Şimdi yolmaz mıyım ben senin o boyalı saçlarını. Durun diyorum. Bırakın leyyyn… tutmayın beni!

Çaresiz Görevli: Hanımlar, lütfen bak. Ayıp oluyo. Bu program… Ulen yemişim programını be! Sizinle mi uğraşıcam. Korumuyorum len. Ne haliniz varsa görün. Aaaa… Yaktınız len bunca yıllık memuriyetimi kuduz karılar…
------------------------------
Korunaklı Tanık 1: Ah Nihale Hanımcığım, hangi kameradayız, heh, bu şirret kadın durup dururkene üzerime saldırdı. Oysa biz memleket için çok da önemli bir görev için oradaydık. Tanık koruma programına alındığımızdan beri, haset ve kıskanç tavırlar içinde kendisi.

Nihale Hanım: Ay kız bacııım, yazık size beeee! Alkışla seyirciii, tepişşme!

Korunaklı Tanık 4: Mağdurum ben Nihale Hanım. Bu şıllıklardan daha fazla bilgi verdim. Daha çok olayı aydınlattım, bana k.ç kadar apartman dairesi verdiler. Üstelik yüzüm de istediğim gibi olmadı. 2 Numarayla 3 Numara, taş gibi oldular valla. Bir de dizilerde, reklamlarda oynayıp şöhret oldular. Hatta 3 Numara kaset çıkaracakmış diye duydum. Anam o karı bet sesiyle kaset çıkaracaksa ben de di.vaa olurum be! Ne talihsiz kadınmışım beeen… Üüüüüü….

Nihale Hanım: Ay kııız… Ağlama beaaa… Bak beni de ağlattın şimdi. Valla kalkın iki göbek atalım, havamızı bulalım. Hadi kız, sen de kalk. Hadi bak barışın, ölümü gör. Üç günlük dünya kız. Küs kalmaya değer mi? Cenabül Rabbil Alemin bunca güzellik bahşetmiş bize. Hadi hadi hadiiiiieeee…. Siz de tepişmeyin seyirci, oyarım valla…. Hadeeeeee…

24 Ağustos 2008 Pazar

BLOG NEDİR? NE İŞE YARAR?


Blog, bildiğimiz anlamıyla bir çeşit günlük gibi bi’şeydir aslında. Bir takım insanların günlerden bir gün aklına esip, teknoloji aracılığıyla özelini, hayatını başka insanlarla paylaşmasıdır. Bir başka manası da; zamanında anneden köşe bucak saklanılan günlüklerin internet vasıtasıyla el oğluna okutturulmasıdır.

Kimi vardır, yemek tarifi verir, kimi el sanatlarında yeteneklidir. Kimi takı yapar satar, kimi pastacılıkla uğraşır. Kimi tatlı yavrusunu anlatır. Kimi teknolojiyi iyi bilir ve bunu bilmeyenlere de aktarır.

“Hit almak, PR yükseltmek, link takası…” ıvır zıvır bir sürü de ayrıntısı varmış, yeni yeni duyuyorum. İnsanlar bu işlerden para bile kazanıyorlarmış yahu. Hayırlısı ne diyelim.

Lakin benim için blog denen şeyin anlamı, dostluk ve arkadaşlık demek. Onlarla iyiyi, güzeli, ya da sıkıntıyı paylaşmak demek. Benim için blog; hiç görüşmediğin insanlara sevgi ve yakınlık duymak demek. Onların acılarını da, sevinçlerini de yüreğinin orta yerinde hissetmek demek. Kelimelerin arasından sıcacık sızan bakışlar, gülüşler demek.

Benim için blog; Dilek, Peri, Calimero, Nalan, Gülücük, Belgin, Tabiat, Emre, Muko, Nurcan, Beyhan, Cemile, Sebla, Gülsen, Ayşe Şule, Çınar, Çenebaz, Sanem, Deniz, Kuğu, Sananeki Bananesan, Ayşegül, Tülay, Yasenin, FZ, Figen, Bendeniz, Sühendan, Mehtap, Warhawk, Tatlı Cadı, Ela, Gazel, Aymen, Siyap, Boncukçu, Umar dostların doğum günü mesajlarıyla mutluluktan ağlamak demek.

“Teyzeciğim” diyen tatlı dilli Zeynep kızıma sarılmayı ve doya doya koklamayı istemek demek.

Blog benim için kısa ve öz anlamıyla ‘sevgi’ demek, dost biriktirmek demek. İki yıldır hala yazıyor olmam ve yazmaya devam etmem de bu yüzdendir işte.

Sizleri gerçekten çok seviyorum. Biliyorum teşekkür yetmez ama, siz yine de kabul ediniz. Kucak dolusu sevgiyle birlikte.

Hem kim demiş, zengin değilim diye? Şu dünyada dostlardan daha değerli servet, sevdiklerinin ve sevenlerinin olmasından daha büyük zenginlik olabilir mi?

Hoş kalın, hoşça kalın…
  • Önemli ve de Gerekli Not: Yukarıda ismi geçmeyen arkadaşlarım da benim canımdır. Onlar biliyorlar. Lakin kırılma, gücenme olursa çok üzülürüm. Sadece doğum günü mesajı yazan dostlara böyle teşekkür etmek istedim. Eminim görselerdi öteki dostlarım da yazarlardı. Ferhanım kırılmış bana. Elim ayağım kırık şimdi. Oysa o sevgi sözcükleri hepiniz içindi. Her günümü paylaşan dostlarım arasında ayırım yapar mıyım hiç?

22 Ağustos 2008 Cuma

TALİH KUŞU KAPIMIZDA KUTLAMASI


Birkaç gündür yoktum ya ortalarda. Nerelerde miydim? Anlatayım efenim;

Şimdi bu benim ormantik koca kişisi var ya; hani şu benim Bretim Pitim… Bir akşam eli kolu dolu geldi eve. “Hayırdır koca” dedim. “Ne aldın ki bu kadar?”

Başladı paketleri açmaya. “Ahan da sana üç dört tane mikini, akşam yemeklerinde giymen için Versacee’den birkaç fistan, sahilde neyin ormantik yürüyüş yaparkene giyersin diye Piyer Karden amcamdan sahil donu, yine gece balo neyin olursa diye gece entarileri, Loyis Vuyitoon heybe, bunlar da çok ünlü bi markaymış ama aklıma gelmedi şimdik, ayakkabı terlik falan işte…” diye döktü ne varsa ortaya.

Herif herif n’oldu be? Bunlar servet tutmuştur yahu. Haydi tek taşa ses etmedik, lakin bu kadar parayı çula çaputa vermen hiç tasvip ettiğim bir davranış biçimi değil, bilesin. Piyangodan büyük ikramiye bize isabet etti de benim mi haberim olmadı? Yok canım… Hadi leyyyn ordan… Dalga geçiyosuunnnn… Ulen gökten para yağsa, bizim kafamıza yine de taş düşer be. Nerde bizde o şans? Amaniiinnn!

Ama ben dediydim… O kuşun kafama z.çtığı gün anlamıştım talihimizin döneceğini. Kuşçeyiz öyle böyle değil, sanki biriktirmişti de bir haftalık kısmeti, beni görür görmez bırakıverdiydi üzerime. Sana savurduğum küfürler için beni affet kuşçuk. Artık istediğin zaman bi cikle, ben hemen gelirim. Sana helâ olmaktan mutluluk duyarım cici kuş.

Zengin mi olduk oolum biz şimdi? Çok mutlu olcez dimi bundan kelli?

Koca kişisi bu esnada iki tane uçak biletini de fırlatıvermez mi yatağın üzerine doğru. Bakmalara korkuyorum. “Ah canıımmm, tatile mi gidiyoz? Vallaha da çok ihtiyacım vardı bak. Ya çocuklarımız, biricik, tatlı yavrularımız ne olacak?” Elbette her klasik Türk annesi gibi onlarsız haramdı bana her türlü güzel etkinlik.

“Tamam” dedi, benim koca, “hele biz birkaç gün baş başa gidip dönelim, onlarla da çıkarız tatile” Koca kişisi ormantizmin doruklarında şu sıra bildiğiniz üzere. Hem ormantik, hem yağuşuklu, hemi de zengin. Beyaz atlı kocam benim.

Lakin benim işlerim çok yoğun, bırak iki tatili, bir tatillik bile ayrılamam ki. Nasıl söylemeli bunu kocaya? “Ulen zengin olduk, yemişim işini gücünü. Hemen istifanı veriyorsun” derse ne olacak? Ben çalışmadan duramam ki, diye düşüne korken benim herifciğim anlamış olacak ki seslendi en yumuşak, en tatlı haliyle;

“Hayatım, işi bırakırsın. Her zaman istediğin, hayal ettiğin kendi işini kurarsın. Çocuklarınla da istediğin kadar beraber olabilirsin böylece. Tatil dönüşü, hemen başlarız hazırlıklara.”

Bu bir rüya olmalı. Yok yok olmasın bee! Bu sefer kırdık galiba feleğin çemberini. Ulen kim demişse “parayla saadet olmaz” diye, halt etmiş. Bi bulsam sokacam gözüne… Bak nasıl da saadet oluyormuş. Paran varsa saadeti de, neşeyi de satın alırsın oolum, diyecem.

Sonra birlikte yollara döküldük. Son derece lüküs ve havalı bir otele gittik. Öyle-böyle değil. Anlatılmaz, yaşanır cinsinden. Bir ara fotoğraflarını da yayınlar, görgüzüslüğün gözünü çıkarırım, meraklanmayınız. Bizi krallar gibi karşıladılar yahu. Kafamızda taç, benim üzerimde kabarık elbise, kocada da şu paçası büzgülü donlardan olsa, tam kral ile kraliçe kıvamındaydık yani. E kral dairesini tutmuş adam boru mu? Ben balayı süütünü tercih ederdim gerçi ama, ne edelim artık? İdare ediciiz… Ay… Zenginim ayol… İlişmeyin bana… Basarım böyle havamı işte.

Kıız öyle demeyin bak, hani zengin olunca sizi götürecektim ya ben 9-10 yıldızlı bi tatile. Uçakta hep onu düşündüm valla. Yalanım varsa şu önümdeki havyarla, şampanya nimetine kör bakayım. Organizasyonu yaparız, hep beraber gideriz diye yol boyu planlar kurdum. Hem ne eğleniriz düşünsenize. Altını üstüne getiririz soysetik tatil beldesinin. Hayatları boyu unutamazlar bizi be. ‘Soysetikler, soysetik olalı böyle grup görmedi’ diye baki kalır bu kubbede sedamız. İzin de kralını bırakırız alimallah.

Hava çok sıcak, deniz çok güzel, karnım çok açtı. Öyle odaya özel olarak gönderdikleri tropikal meyve sepetiyle doyacak gibi değildim. Zati havaalanına gönderdikleri lemuzinin rengini de hiç güzel bulmamış, servisinden memnun kalmamıştım. Bu nedenle sinirliydim biraz. Bu da hassas mideme zarar veriyordu. Takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp biiçe inmek, malak gibi yayılıp caanım denize ayağımı bile sokmamak, bir de kebap söyleyip öküzler gibi yemek için sabırsızlanıyordum. Ne yani? Böyle olmuyor mu lüküs kamarada?

Hemen plaja inelim diye tutturdum. Etrafa bir baktım, tutturduğuma da pişman oldum. Anam, hatunları görseniz, bir içim su. Bunlar nasıl yaratıklar böyle. Kadın kısmında bir gram mı yağ olmaz, bir öbecik bile mi selodit bulunmaz. Yok artık yahu! Rabbim bunları çıkarmış tornadan, kalan çapaklarla da bizi mi yapmış, tövbe-haşa. Gerçi bunlar onun yaptığıyla olacak iş değil. Modifiye edilmişler belli ki. Bu herif şimdi hem zengin oldu, hem yağuşuklu hem de kerizmatik ya, bizim mutluluğumuza gölge düşürür mü ki bu durum, diye içten içe yemeye başladım kendimi.

Parayı bulunca koca kişisinin cibilliyeti çapaklanır mı? Çoluk çocuğun huyu suyu değişir mi?
Yoksa ben zengin olmadan daha mı mutluydum ki? E paran var, derdin var bi’ yerde. Dengesiz miyim? Evet.

İyi de… Oldu bir kere. Şimdi bütün hayatımız değişecek. O kör olası kupona isabet etti işte dünyanın parası. Üzülsem mi, sevinmeye devam mı etsem bilemedim.

Bu düşüncelerden uzaklaşmak için biraz cet ski neyin yaptım, biraz da suda debelendikten sonra birinci kalite bambudan yapılmış, İtalyan tasarımı şezlonguma uzandım. Esiyordu sanki sahilden sahilden. Koca kişisini de kesiyorum bu arada, var mı bi vukuat babında. Hani göz oymak, saç baş yolmak, yarım metre ve de sivri topuklu plaj terliğimle kafa kırmak gibi gereklilikler doğarsa diye gözüm üzerinde. Zengin olduk diye, genişleyemiyciim yani. Hem rezalet çıkarmak sonradan görmeliğin olmazsa olmazı değil mi? Ahan da tam oluruz. Belki haber bültenlerine bile çıkarız kim bilir?

Hafiften içim geçmiş bu arada. Uyuya yazıcam handiyse. Lakin, üşüyorum, ürperiyorum. Böyle püfür püfür bir serinlik vicudumun alt bölgelerine doğru…

Şöyle doğrulayım da üzerimi örteyim dediydim ki, bir de ne göreyim; yatağımdayım, tam karşımdaki pencerenin tülü havalarda uçuşuyor. Sıcak diye evdeki tüm pencereler açık tabi, efil efil esiyor sabah ayazı. Üzerime de bişey almamışım… Ulen açıkta kalmış bizim hassas bölgeler…

Ne kıyafetler, ne havyar, ne şampanya, ne deniz, ne de para… Neyse ki, hatunlar da gitmiş len.

“Zengin de olmamışsın, e şimdi biz neyi kutluyciiiz” demeyin yavrular; bu mutluluk böcüğünün bugün doğum günüsü, alın onu kutlayın ne edeyim? Başka da bişii sunamıyorum. Sizi tatile götürecek kadar zengin olmasa da, hâlâ o aynı İncegül kişisi olsa da… İyi ki doğmuş di mi?

18 Ağustos 2008 Pazartesi

TÜYSEL MEVZULAR


Kadın milletinin çilesi bitmez sayın okur. Ola ki bir gün biterse, yenisini icat ederler meraklanmayınız.

Hele ki bir ‘istenmeyen tüy’ mevzusu vardır ki, duyan tüm hatun kişilerin kıllarını diken diken eder. Özellikle ve önemle yaz gelip çattı mıydı, ister istemez kurtulmak gerekir kendilerinden. İşte bunu düşünerek ben ve sevgili günlüğüm araştırdık, soruşturduk, sizin için en kıl yöntemleri sıraladık. Bizim de vatandaşa bir hayrımız olsun istedik. Haydi buyurun;

Öteleme Tekniği: Bu teknik, aklı evvel bazı hatun kişilerin, canları yanmadan, üstelik de en ucuz şekilde tüylerden kurtulmak için geliştirdikleri bir tekniktir. Uygulaması son derece basittir; Bir piknik tüpü alınır, odanın orta yerinde yakılır. Sonra tüyleri yok edilecek bölge - artık neresiyse - orası ateşe tutulmak suretiyle ötelenir. Buna halk arasında ‘tavuk tekniği’ de deniyor olabilir. Bilemiyoruz, varsayım sadece.

Acemi ötelemecilerin kendini yakma riski yüksek olup, ayrıca etrafa yayılan iğrenç koku belediye ekiplerini, b.k sineklerini ve bilumum haşaratı etrafınıza toplayabileceğinden, bu yöntem tarafımızca önerilmemektedir.

Organik Ağ.da Tekniği: Bu yöntem, gün görmüş, akça pakça, etine dolgun hatunların uzmanlık alanıdır. Ve bu hatunlardan her mahallede en az bir tane vardır. Şeker, limon ve su üçlüsünden yarattıkları o mucize ürünle bir, bilemedin iki saat içinde 9-10 tane hatunu da kendileri gibi akça pakça edip bırakıverirler. Bu hatunlar hayrete ve takdire şayandırlar ve her genç kızın idolüdürler.

Bu doğal yöntem, acemisinin elinde ise aynen şöyle gelişir: Önce tencerede kaynattığın ve kaynadıkça ağda olacağını düşündüğün sıvının rengi kararmaya başlar. Oysa parlak bir altın rengi olması gerekmektedir. Hemen ocaktan alıp mermere dökersin, lakin soğudukça taşlaşan şeyi oradan çıkarmak mümkün olmaz. O zaman hemen bir bıçakla koparabildiklerini bir tabağa toplar ve afiyetle yersin. Günün geri kalanını da tezgahı temizlemek için çeşitli yöntemler icat ederek geçirirsin.

Hazır Ağ.da Tekniği: Bu teknik, bir öncekine göre daha kolay bir yöntemdir. Lakin iki elini ovuşturup, “güzellik böyle bişiii işte” şeklinde sırıtan kızın söylediği kadar da kolay değildir maalesef. Zira o bantlar hiçbir işe yaramamaktadır aslında.

Asıl uygulaması ise şöyledir efenim: Sir veya şeker bazlı bir ağda satın alınır, eve gelinir. Çoluk çombalak, koca, sevgili, evde kim varsa dışarı gönderilir. Malzemeler odanın ve ya banyonun orta yerine serilir. Malzememiz öncelikle ısıtılır ve spatula yardımıyla körolasıca tüylerin üzerine yayılır. Lakin muhtemelen üflemeyi unuttuğunuz için yakar. Hele daha hassas bir yerdeyseniz, çok daha fazla yakar. Sonrasında üzerine malum bezlerden biri kapatılır, iyiiice sıvazlanır, şefkatle okşanır, vakit kazanılır. Şarkı söylenilir, salakça tavana bakılır. Ama heyhat kaçış yoktur. O bez çekilecektir. Çekilir… çekilir… çekilir…

Epi.latör Tekniği: Günümüz moderen teknolojisinin biz hanımların hizmetine sunduğu, süper bir buluştur bu cihaz. Buzlusu, hava püskürteni, masaj yapanı, oynak başlıklısı, kediyi okşayanı, kocayınan aranı düzelteni, ev işi yapanı gibi envai çeşidi mevcuttur.

Reklamlarında çoklukla iki metre boyunda, sütun gibi kızlar oynarlar. Ve bu kızların solaryumlarda karartılmış bir buçuk metrelik bacaklarında, bu esnada asla ve kat’a tüy olmaz. “O halde ne içün epilasyon yaparsıız bre zındıklar?” diye sorası gelir insanın. Bunlar makineyi aşağıdan yukarı bir sürüşte güle oynaşa bütün tüylerinden kurtuluverirler on saniyede.

Oysa işin aslı hiç de öyle değildir ve sen bunu bilmektesindir. “Abartıyorsunuz işte siz. Baksana kız nasıl da çabucak halletti” diyen koca kişisinin bacaklarına e.pilas.yon yapma ve göğüs kıllarını ağ.dayla yoluk yoluk etme isteğiyle yanıp tutuşursun o an. O da bilsin istersin. Öyle yüzünde gülümsemeyle yapılabilecek bir etkinlik değildir bu. Acır kardeşim acır.

Reklamdaki kıza davrandığı gibi narin davranmaz sana, ne makine ne de hayat. Tuttuğu gibi dibinden yoluverir alimallah.

Kılsız, tüysüz günler dileriz efenim. Haydi sağlıcakla…

16 Ağustos 2008 Cumartesi

ÖYLE BİR ŞEY


Dün gece, küçücük bir kız çocuğunu kollarımın arasına alıp sımsıkı sarılmak ve ona "güvendesin bebeğim, artık kimse sana dokunamayacak" demek istedim.

Dün gece o kız çocuğunun yüzünü avuçlarımın içinde ısıtmak, alnından öperken "senin suçun değil kuzucuğum, yeter artık ağlama" demek istedim.

Dün gece bir genç kızın içinde gizlenen o küçük çocuğun ellerinden sıkıca tutmak, dizlerime yatırıp sabaha kadar saçlarını okşamak istedim.

O çocuk el sallıyordu sanki bana, sancılı bir bedende, berelenmiş bir ruh içinde... Ve ben çaresizdim...

Dün gece saramayacağım yaralar, dindiremeyeceğim acılar, anlatamadığım masallar için ağlayarak eridim.

Bu kadardım işte, uzanabildiği yere kadardı ellerim. O kadar küçük ve aciz...

Ve kelimeler kendi sonsuzluğunda yetişebildiği kadar kifayetsiz...

Dün gece, o küçük kız çocuğunun annesi olmak istedim...

Ama bunu ona söyleyemedim...

14 Ağustos 2008 Perşembe

BİR ÇEŞİT ULUSLARARASI FİKİR ÇATIŞMASI

Benim ormantik prensim, E.da Daşşşpınar kıvamında döndü eve. "Leyyyn sen de kimsin, ne ettin benim oğluma" dedim kendisine. Nerede benim pamuk şekeri yanaklı yavrum, nerede bu kara marsık? Hayır, ırkçı falan değilim elbette. Lakin Cuma Pazarı'nda "Aykşeeem bazarii, yetisen aliyööö" şeklinde çığırarak takı, saat falan satan Niceriyalı gençlere dönmüş bu bebe. Bi' tek mayonun kapattığı bölge bembeyaz kalmış. Maymun po.posu gibi!

"Tatilin nasıl geçti yavrum" dememizi bekliyormuş yavru, başladı anlatmaya:

Anneee... sabah kahvaltıda makarna vardı biliyon mu? Dingilizler kahvaltıda makarna yiyomuş.

Anneee... ben çok iyi yüzüyorum artık. Çocuk olimpiyatlarına katılcam.

Anneee... böyle merdivenleri çıkıyon, sağa dönüyon taam mı, bizim oda orası işte. Odamızın yanında da fışkiyeler var.

Anneee... Dingilizlerle kavga ettik biz he...

(Höööö! Ahan da yeni bir diplomatik kriz sebebi. E oğlum, baban düzelttiydi aramızı ne güzel, sen yine bozdun. Bu günlerde Dingiliz büyük elçiliği ve gizli servis kapımıza dayanırsa hiç şaşırmam.) Oğlum ne istediniz elin garibanlarından? Hem meşhur Türk konukseverliği nerde kaldı? Onlar ülkemizde misafirler çocuum. Sterlin bırakacaklar giderkene. Turizm gelişecek, ekonomi düzelecek...

Misafirlerse, misafirliklerini bilsinler anne! Bizim şezlonglardan havlularımızı, eşyalarımızı atıp kendileri oturmuşlar. (Yuhhh) Biz de sinirlendik haliyle. ( E haliyle) Kalkın dedik, kalkmadılar. Gidin başka tarafa oturun dediler. Biz de oturmadık, onları oturttuk. (Anladım)

Sonra ertesi gün, biz Ezo'yla kaydıraklarda oynarken, bunların çocukları gelip üzerimize sandalye fırlattılar.

(Oohaaa) Lan bu Dingiliz veletleri hani pek bi kibar, pek bi görgülü olmuyorlar mıydı? Hatta bizim sonradan görme zengin tayfası, kendi bebelerini bunların dadılarına teslim etmiyorlar mıydılar? Dünyanın en efendi, en soğuk kanlı milleti değil mi bu Dingiliz halkı? Biz mi yanlış öğretildik yıllardır yoksa?

Saraydan gelen asaletleri, çay fincanını iki barnağıyla, muhteşem bir zerafetle tutuşları... Hele o baş hatunlarının ülkemizi ziyareti esnasındaki baştan ayağa protokol havaları nerde kaldı len? Sandalye falan fırlatmaz oolum bunlar adama. Onlar size " yorulmuşsunuzdur, alın da oturun Türk dostlarımız" demek istemişlerdir. E yabancı diliniz yok ya, bunu vücut diliyle, bir şekil pandomim yaparak anlatmışlardır yavrum.

Yok anne ya... Bildiğin fırlattı işte salaklar. (Ne ayıp) Nerdeyse kafamıza geliyodu. (Bizim kafamız
kalındır be, bi'şeycik olmazdı kanımca)

Eeee siz ne yaptınız peki? (Cevabı duymaktan korkuyorum)

Ne yapıcaz anne? Ezo, kız olanın saçını çekti, ben de oğlana kodum tekmeyi, uçtu taaa nereye kadar. Bi daha da bize bulaşmadılar.
(Yok yok, Dingiliz gizli servisi, şu anda yana yana benim oğlanla, Ezo'yu arıyo. İltica mı etsek ki? Ezo, bizim gelin adayı bu arada. Bu kız da pek cevvalmiş yahu. Bu ikisi, dünyaya meydan okurlar alimallah)

Yavrum, evladım, şiddet kötü bi'şeydir. Hem Dingiltere ile aramızdaki köprüleri yıkmayaydınız yahu! Biraz alttan alaydınız ya! Sizin yüzünüzden AB'ye de giremiycez maazallah. Ne güzel de müzakere süreci başladıydı. Yüz, bilemedin iki yüz seneye kalmaz alırlardı bizi aralarına.
Ah çocuklar! Azıcık yalakalansaydınız, "biz ettik siz etmeyin, bak biz dost ülkeyiz, sizi de çok seviyoz, biz tarihi, yaşananları hepten unuttuk, siz de bizim bu küçük densizliğimizi unutun" deseydiniz, "bakın biz de sizden biri olduk, 'biz' aslında 'siz' olduk" diye şirinlik yapsaydınız ya!

Azıcık büyüklerinizden ders alsaydınız n'olurduuuu?

12 Ağustos 2008 Salı

MELEK Mİ YOKSA KELEK Mİ


Bu aralar "hayaaaaat beni neden yoruyosuuuunnnnnnn" diye hönkürme, önüme gelene çemkirme, ağız münakaşasıyla yetinmeyip saç baş yolma, kafa göz yarma isteğiyle dopdoluy(d)um. N'oooldu? Şaşırdın mı Günlük? Şaşırma!

En yakınımdaki ve el altında her daim hazır bulunan koca kişisi, bildiğin üzere kavgaya, gürültüye pek meyilli bir şahsiyet değildir. Ama, iş ki istesin bu İncegül kişisi; bulur elbet bir yolunu.

Evlenme yıldönümünü unutsa mesela; yok yok... bu güne kadar vaki değil. Boşuna umutlanmamalı, unutmaz ooo...

Hımmmm... saçımı değiştirdim fark etmese; zannetmiyorum ama, olabilir. Az değiştirdim zaten. Azıcık ucundan kestirdiydim.

Ya da hediye falan almasa, yapmadım bu güne kadar ama yapmayacağım anlamına gelmez bu. Burnundan fitil fitil getirsem.

Ulen adam sırf akşam eve erken gelebilmek için sabah ezanını müteakip işe gitti be. Yuh sana İncegül, çok ayıp valla. Kızım bu adam melek melek, sense tam bi' kelek... Olsun, olsun, akşama bi falsosunu buluruz nasılsa. Arayan bulur...

"Ne güzel olmuşsun sen böyle" diyerek karşıladı beni yahu. Peehh... Saç mevzuu yatar. Yok artık ya, şuncacık şeyi nasıl fark ettin be koca? Bu hususta erkeklerin yüz karasısın sen var ya. Ne edicez oolum Günlük? Nasıl kavga çıkarıcaz bi akıl ver. Hediyesini vereyim de, buluruz bir yolunu di mi?

Anam, o da ne? Kırmızı kutu çıkardı len adam. İçinden de manyak romantik bir not çıktı önce. Yazık adamceyizime. Yok yok ben bu adamı hak etmiyorum. Kütüm len ben. Not yazmak benim bile aklıma gelmediydi. Tek taş almış yahu. Bu da bana son kapak oldu. Liselimin "baba karizmayı dağıttın he" demesine bile göğüs gerdi, koçum benim. Şimdi "bana ne be, tek taşımı kendim alacaktım ben, niye beni mahcup ediyosun" diye de kavga çıkarılmaz ki. Ayıp ayıp, valla ayıp Günlük!

Mutlu mesuduz, ıncık cıncığız, örselenmiş yüreği baharda alevlenen sevgi kelebekleri gibi uçuşuyoruz. Ama benim hala kavga edesim vaar. En azından koca kişisine sataşmaktan vazgeçtim şimdilik, yeni bir kurban bulmalıyım kendime.

Denize gittik bu hafta sonu. Benim koca, plajda İsveçli turistlerden sonra 'en beyaz' ünvanını kimselere kaptırmadı yine. Topunu kaybetmiş çocuğa "şu beyaz adamın yanından geç, hemen sağda" diye tarif edilebilir. O derece yani. Valla bak, floresan gibi yanıyor adam. Üç kilometre öteden seçebilirsin benim Bretim Pitimi. Hele bir de marsık gibi kararmış hatunların arasında... Hatunların arasında deyince, hemen sağımızdaki şezlonga konuşlanmış, taplese ramak kalmış iki fıstıkla pek sıkı fıkı olduk zannımca. Çok cana yakındır benim sarı şekerim yaa. Yerim ben onu, yeriiim.

Liselim, denizden çıkmadı bir türlü. "Karşı kıyıya yüzücem beeen" diye tutturunca, kendisine kararlı bir "hayııııırrrr" çektim. Lakin tek başına da bırakamıyorum bebeyi. Kafayı takmış yüzecek karşıya kadar. Hayır, açılsa sanki bi halt edebilecekmişim gibi sürekli peşindeyim. Karizmayı falan boş verelim de bir simit edinelim en turuncusundan dedik artık... O denize ben elimde turuncu simidim arkasından cup denize... O karaya ben simit belimde peşinde... Akşama kadar böyle kovalamaca oynadık sıpayla. Kaçar maçarsa peşinden giderim babında. Yoksa benim gibi kıyı kıyı giden biri için ne tehlikelerle doludur o derin sular.

Üzüldüğüm nokta; benim koca hiç denize girmedi. Şezlonguna uzanmış, şemsiyenin altında, elinde drinki öylece kıyıda bizi seyretti garibim. Sağında bizim neredeyse taples marsıklar, solunda süt gibi Urus hatunlar, ortalarında bu benim Bretim, mazlum mazlum duruyordu.

Zavallı koca kişisi. Bir ara Uruslarla Dingilizce iletiştiklerine de şahit oldum. Hayırsever, dünya barışını destekleyen, canım kocam. Daha evvel de Urus hatunlarla iletişebildiğini biliyorduk zaten. Ama Urusça iletişiyordu eskiden. Daha diplomatik bir dil tercih etti benim diplomat kocam. E uluslararası ilişkileri sağlam tutmak da gerekli değil mi?

Biz denize girip çıktığımızda ise, hep ağzı kulaklarında bulduk kendisini. Mutlu mutlu gülümsüyordu. Yazık ya, ailesi mutlu, o da mutlu işte... Canım yaaa... Sanki bu şezlonglar daha mı uzaktı birbirinden ne? Hangi ara böyle birbirine girmiş acep? Kalabalık da yok ama...

Neyse işte, ben bir kavga sebebi bulamadım canım Günlük. Yine öyle sevgi pıtırcığı şeklinde, saf saf dolaşıyorum ortalarda. "Hayat bayram olsaaaaaa, insanlar el ele tutuşsa, birlik olsaaaaa..." Di mi Günlük?

Not: Bu sevgi pötürcüğü bir süre çok yoğun olacak. Buralara uğrayamayabilir. Lakin meraklanmayınız. İki adet yazı sırada, planlanmış olarak bekliyor. İki gün arayla size ulaşacaktır efenim. Bilgilerinize. Yine de beni özleyiniz.

10 Ağustos 2008 Pazar

BENİM ANAM SENİNKİNDEN DE KUUL Bİ KERE


Ünlü bir fotoğraf sanatkârı, yine kendisi gibi ünlü olan şahısların bebelerinin fotoğraflarını çekip sergiliyor ya… Bu çekimler esnasında kendisinin gözlemleri de olmuş yeni nesil annelerle ilgili. Örneğin havuza yüz üstü kapaklanan minicik yavrusunu gayet sakin bir şekilde oradan alıp, çekimlere hiçbir şey olmamış gibi devam ettiren, yerlerde sürüklenen emziğini yıkamadan ağzına sokan bebesine gülümseyerek bakan, düşen çocuğunu yerden kaldırmak yerine oradan uzaklaşan hatunlar için sanatkârımızın yorumu; “Yeni nesil anneler harika, son derece kuul ve soğuk kanlılar. Sevinçle gördüm ki, eski pipirik, titiz anneler bir bir yok oluyor” şeklinde oldu.

Kendisine “naaaaa yok oluyoruz, dünya var oldukça biz olacağız, bu gün anne, yarın anane, babaanne olarak karşınıza çıkıcaz” demek istedim, ama o kadar şok olmuştum ki, hiçbir şey diyemedim.

Ağzım bir karış açık, hayret ve de dehşet içerisinde seyrettim kendisini. O yavrucak, havuza düşmüş, bi sarılmak, bi teskin edilmek istemez mi? Öteki, pisliğin içinden aldığı emziğinin üzerine konuşlanmış hain mikroplarla hastalanmaz mı? Düşen yavrunun bir yerinde yara bere var ise, merhem sürülmek istemez mi? Kuulmuş… Biz halk arasında kendilerini tasvir ederken, kuul yerine ‘rahat, geniş, pasaklı, karı kıtlığında karı olmuş, dünya yansa bi kalbur samanı yanmaz, dünyayı su basmış, ördeğin umuru olmamış, bunlar da ana olacak da biz görecez’ şeklinde sözler kullanırız. Daha eski hatunlar olsa, başka şeyler de söylerdi ama, BZÜK (blog zortlatma üst kurumu) kapatmasın diye yazmıyorum.

Hani neredeyse, b.kun içine batmış bebelerini “amaaan altını da kendisi değiştiriversin” rahatlığında bırakacak bunlar be.

Bazen doğrusu hangisi diye düşünmüyor da değilim aslında. Biz mi fazla pipiriklendik acep. Oyuncaklarını her gün kaynatmak, halıları gün aşırı çamaşır suyuyla silmek suretiyle renklerinin canına okumak, iç çamaşırları başta olmak üzere tüm giysilerini ütülemek gibi ayrıntılar manyakça gelmiyor değil düşününce, ama biz böyleydik ve bir bebemiz daha olsa, yine böyle olacağımızı adım gibi biliyorum.

Bu zamane bebelerinin bir başka sıkıntısı da, bu kadar rahat bırakılmanın, özgür yetiştirilme çabalarının yanı sıra, o kurs senin, bu etkinlik benim gezdirilip durmasıdır. Eee nerde kaldı ayağı toprağa değen, özgürlüğün tadını çıkaran çocuklar? Entelektüel birikim iyi bir şeydir elbette. Lakin üç yaşındaki bir bebeye, romantik müzik eşliğinde, iki adet bildiğimiz kek fırınının görüntülerinin üst üste bindirilmesini kırk sekiz bin dokuz yüz kere seyrettirmenin ona ne gibi bir faydası olacağını benim yarım aklım almıyor. Hele ki, bebe başına doksan iki kurs düşen güzel memleketimde, bu yavrucaklar hangi aralıkta oyun oynuyorlar, hangi aralıkta top peşinde koşturuyorlar onu hiç bilemiyorum.

Ben çocukluğun bir oyun alanı olduğuna inanırım. Eğer yapılan faaliyetten, gidilen kurstan zevk alınmıyorsa, çocuk onu bir görev olarak yapıyorsa, vay onun en güzel yıllarına, vay ki ne vay çocukluk anılarına.

Şimdi ben bunları anlattım ya, “bu kadın da ne cahil he, bi halttan anlamıyo, bak çocuklarını da kendi gibi boş boş yetiştiriyo” şekli yapılabilir. Yanılmayın ey okur! Ben de yavrularımı kurslara gönderiyorum. Ama benim çocuklarım “Anneeee… ben şu kursa gitmek istiyorum” diye taleple gelirlerse. Ben etkinlik araştırıp, soruyorum; “bak çoocuuum, çok güzel bi kültür şeysi varmış, katılmak ister misiniz” diye. Büyük ve küt olanı “uğraşamam öyle entel, dantel işlerle, spora gidicem” diyor, saygı duyuyorum. Küçük ve de romantik olanı “anne n’oolur gidelim” deyip, hemen hazırlanmaya başlıyor, ona da saygı duyuyorum.

Özellikle bu sıra İstanbul Moderen’e dadanmış durumdayız. Çocuklar yaşıtlarıyla bir arada olup, tasarımlar yapıyor ve en önemlisi güzel vakit geçiriyorlar. En son gittiğimizde maalesef randevu alan arkadaşın bir anlık dalgınlığı yüzünden gruba katılamadık. Olabilir, insanlık hali. Ama benim yavru ve kız arkadaşı, koca sınıfta baş başa pek eğlendiler, pek güzel şeyler yaptılar. Yani etkinlik kapattı benim romantik prensim. Biz de o arada müzeyi gezdik. Henüz gezmemiş olan varsa, tavsiye olunur. Güzeldi. Klozet bile vardı. İsteyene sanal müzesi de var.

He ne diyordum ben? Anne olmak zor iştir. Hem amele, hem kakılmış, hem de iyi anne olmak daha da zor iştir. Öyle kuul muul yemez yani. Dedim gitti…

8 Ağustos 2008 Cuma

TOP SIKRIT LOVE SITORİSİ "GEL GEL SARIŞINIM GEL"




Koca kişisinin arada sırada yazdıklarımı okuduğunu bildiğim halde, aşağıda ilk aşkımdan söz edecek olmam, benim maniak bir hatun olmamdan kaynaklanıyor olabilir mi? Neyse ne işte. Haydi biraz geçmişe dönelim.

Yıllar evvel çalıştığım şirkette çok hoş bir çocuk vardı. Ahan da buna benziyordu. Ben de o zamanlar çıtır mı çıtır, gencecik bir hatun idim. O birinci katta, ben beşinci kattaydım, ama öğle saatlerinde, ortak projelerde falan beraberdik İş arkadaşlarım içinde en iyi anlaştığım şahıstı.

İşte biz bu çocukla zaman içinde sıkı arkadaş olduk. Bazen birbirimize yaslanıp dertleşiyor, bazen de küfürleşecek kadar sinir yapıp bağrışıyorduk. Kavga-dövüş geçinip gidiyorduk. Hatta ben bu yavruya kız falan bakıyordum sağdan soldan. O kadar da kankaydık.

Günlerden bir gün bir Cumartesi sabah saatleri, ben şirkete uğramışım bir işi halletmek için, bu da hazırlık falan yapıyor. O zamanlar Cumartesi çalışmayan, şanslı amele grubundayım. Telefon geldi “kız İncegül, denize akıyoruz biz, bekle seni de oradan alalım” diye. Ulen üzerimde de böyle şık şıkıdım bir etek, şıkırtılı bir bluz, ayakta tıngır mıngır topuklu terlik, kulakta küpeler falan, nasıl kokoşum. Sair zamanlarda bir kot, bir tişört, yere yapışık spor ayakkabıyla dolaşan da bi’ tipim. Livaysın şu k.ça kaçan pantolonları ve kapüşonlu tişörtler favorim o dönem. Saçlar da arkadan sımsıkı at kuyruğu… Oğlan çocuğu gibi dolanıyorum ortalarda. O gün ne olmuşsa süsleneceğim tutmuş işte. Hiç unutmam, elimde de Şolohov/Don Hikayeleri. Tam alakaya çay demliyorum yani.

“Kızım, benim kıyafet müsait değil. Artııı ne mayo var ne bi’şey, elbiseyle mi giricem denize?” diyorum, kendimi parçalıyorum, nafile. “Geleceksin” diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ben bu esnada kendimi o kadar kaptırmışım ki telefona, benim kankayla yanak yanağa gelmişiz neredeyse, farkında değilim. Telefon bunun masada konuşlanmış olduğundan yapışmışız biz o hengâmede. Hani böyle filmlerde olur ya; kızla oğlan, birden bire, aniden yüz yüze geliverirler, işte böyle bir yakınlaşırlar falan… Aynen öyle. Ulen biraz daha uyanmasam giricem herifin ağzına. Bebenin de hiç umuru değil. “Bi’ çekileyim. Kızceyiz telefonla görüşüyo, rahatsız etmeyeyim” demiyor kerata. Öööyle bakıyor.

Hayır bakılacak bi’ tarafım da yok ki. Ufacık tefecik, gösterişsiz, kendi halinde bi’ kızım. Bi tek o gün salmışım belime kadar saçlarımı. Bi’ tek o gün etek, topuklu terlik ikilisine yüz vermişim. Belki diyorum, değişik geldim yavrucağa, ondan bakıp duruyor. “Rabbim yaratıyosun, bi’ takip et, böyle kız mı olur?” diye düşünürken dalmış zahir. Yalnız bu yakınlaşma esnasında benim içimde böyle garip, hani daha önce hiç yaşamadığım bi’ kıpırtı oluştu. Sanki fındık faresi kaçmış göğsümün sol yanına da, orada bulduğu peyniri tırtıklayıp duruyor gibi. Ulen diyorum fena da değilmiş bebe he. Gözleri de yemyeşilmiş. Biraz daha zorlasam öpecem çocuğu, feleğini şaşıracak!

Yok be kızım, tipin değil en önce. Bi kere çocuk sarışın, sen sarışınlardan hoşlaşmazsın. İyi de dengesiz misin sen? Bi insan evladı hem “sarışınlardan hoşlanmıyorum” diye yırtınıp, hem de nerede sarışın varsa onları mı beğenir yahu? Sen değil miydin, daha 4-5 yaşlarındayken, üniversite okuyan, kazık kadar sarışına aşık olan? Çocuğa “salaaak, salaaak” diye camlardan bağıran? Sen değil miydin, sırf Göksel Arsoy’u görebilmek için, aynı siyah-beyaz filmleri doksanar kez tekrar seyreden? Ve bütün platonik beğenilerin hep sarışın herifler üzerine değil miydi? Hatırlasana; lise yıllarında tek beğendiğin, ama sana ‘arkadaşlık!’ teklif ettiğinde reddettiğin çocuğu. (Salaaaak) Sapsarı değil miydi saçları. Yok yok… tamam sarışınlığını hallettik diyelim, boylar da uymaz ki. Sen mini mini bi’ şeysin, adam basketçi falan, fasulye sırığı gibi. N’apıcan, sürekli böyle şıkıdık şıkıdık topukluyla mı gezicen?

Arabada giderken, birbirine girmiş iç seslerimi susturmaya çalışıyordum. Yok canım, dedim sonra… Sadece anlık bi’ şeydi işte. Hem o senin kankan yahu! Kendine gel kızım, saçmalama! Yuh yani. İnsan en iyi arkadaşına bozar mı niyeti? Çüşşş sana. Bu güne kadar sana yaklaşanları hep uzaklaştırdın ya hem. Aşk meşk senin kalemin değil ki. Senin ideallerin var. Kaygıların başka başka. Haydi at kendini dalgaların içine de, kendine gel!

Daha sonraki günler o anı unutmuş, tamamen eski mutlu günlerimize dönmüştük. Biz yine birlikte çalışıyor, öğle yemeklerimizi birlikte yiyorduk. He bir de birlikte İngilizce kursuna başlamıştık. Her haltı beraber yapar olmuştuk. Bi’ tek helâya giderken ayrılıyorduk. Eskisinden de daha kankaydık artık. İyice dip dibe olmuştuk. Bu yetmezmiş gibi iş ve kurs çıkışlarında da birlikte benim durağıma kadar yürüyorduk. Neden beni durağa kadar götürdüğünü de anlayamıyordum! Zira onun evi tam ters istikamette olduğundan, beni bıraktıktan sonra tekrar gerisin geri aynı yolu yürüyordu yavrucak.

Günlerden bir gün “bu gün dışarıda yiyelim mi” dedi. “Olur” dedim. Tamamen iyi niyetli ve safça bir duyguyla, kardeş kardeş yemek yiyecektik. Ne olacaktı ki? Gittik, güzelce karnımızı doyurduk. Alman usulü önerdim. Lakin bu kudurdu. “N’oluyo anacım? Son derece medeni bir teklif yaptım. Ne yani? Sevgilim misin, kocam mısın, neyimsin? Niye benim hesabımı ödüyorsun ki? Ben senin bildiğin kızlara benzemem. Valla oyarım adamı” diyemedim tabi. Gözlerini öyle bir pörtletti ki, ben bile tırstım yani, o kadar.

Yine günlerden bir gün, kurs çıkışı şirkete uğradık. Bu bana kullandığı bilgisayar programını gösteriyor. O zamanlar teknoloji bu kadar ilerlememiş daha. Gates amcam Windows’u henüz rüyasında bile görmüyor. Bütün programlar ‘dos’ tabanlı. Biz kendimiz programlar falan yapıyoruz. O günkü şartlarda uzman sayılırız yani. Hatta evdeki Commodor 64’le şarkı bestelemişliğim var benim be. Bakmayın şimdiki anti-teknolojist halime. Neyse işte, ben tuşlara basıyorum, bu bizimki de –güya- yüzüklerime bakıyor. O zamanlar gümüş yüzük manyaklığım had safhada. “Bak bu çok şıkmış, bu güzelmiş” falan ayağı yapıyor. Sanki çok umurundaydı yüzükler. Salağız dediysek o kadar da değil. Utanmaz, elime dokunmaya çalışıyor. Erkek milleti değil mi işte!

Tamam, o yanak yanağa gelme anında yavrucağı öpmek istemedim değil. Ama, gözünü sevdiğimin gençliği, hormonlar kıpır kıpır… Üstelik dudakları da çok güzeldi . Lokma gibi böyle, iri iri. Hem ben öyle orasına burasına dokunmadım da. Dokundurtur muyum elime leyyn ? Sen beni ne zannettin? Paralarım adamı ben. Bu güne bu gün ‘deli kız’ diye adım çıkmış benim be! Lakin içimden de “ ulen ne numara çeviriyosun, tutacaksan tut elimi adam gibi” diye geçiriyorum bu arada. Tutsa yiyecek tokadı ama. İşte böyle bir dengesiz ruh halindeyim.

(Şimdi bunları okuyorsa ve kendisi olduğunu anlarsa, herif peşime düşecek “sen beni öpmek mi istiyordun, gel öpiiim ” şeklinde kovalayacak diye korkmuyor da değilim.)

Biz bununla, böyle küçük küçük, çaktırmadan kesişiyoruz aslında. Arkadaş ayağına, birbirimizin içine düşücez. Bütün şirket, bizim beraber olduğumuzu düşünüyor bu arada. Yok aslında böyle bir şey. Birlikte durağa yürümekten ve kursun kantininde sabahları gazoz içmekten başka aktivitemiz yok birlikte. Yüzüklerime bakarken bir kere de parmakları parmaklarıma değdiydi. Hepsi bu.

Bu arada şirkete yeni bir kız geldi. Lakin ona kız dersek, bize ne diyeceğiz bilemediğim cinsten, taş mı taş zilli. Bir gün birlikte yürüdük, asılmayan, laf atmayan adam kalmadı, o kadar havalı bi’ şey. Etek boyu dizin altına hiç inmeyen bu sarışın afetle bizimkinin aralarından su sızmıyor yalnız. Yemeğe iniyorum, bunlar kahkahalar eşliğinde yemek yiyorlar, sürekli fısır fısır bir şeyler konuşuyorlar. Kızın eli, omuzu, ve bilumum yerleri hep benim yavrunun sırtında. Ne zaman görsem dayamış kendini çocuğa, şuh kahkahalar atıyo haspa. Ulen biz daha elini tutmadık bu kadar tantanaya, kız üç günde yek vücut oldu bebeyle. E kızım, yemeyenin malını yerler. İşte sen de kalırsın öyle ortalarda. Neymiş; erkek milleti hafif yayvan kız severmiş. Bunu da anlamış olduk böylece.

Yok annem dedim kendime, sen yanlış tanımışsın işte bu adamı. O da herkes gibiymiş. Özel olan bi’ şey yokmuş. Gömeceksin maziye bu ilk aşk(!) acını, dindireceksin kalbindeki sızıyı. Daha şimdiden böyle onunla bununla fin.gir.deşen adam, yarın öbür gün sana çifte boy.nuz taktırır da kapılardan geçemezsin. Sen aldatılmayı hazmedebilir misin? Sevdiğin adamı bir başkasının teninde hayal etmek kadar ne acıtabilir ki canını?

Lakin bebe, beni gördüğü anda her şeyi bir tarafa bırakıp yanıma geliyor. Yemeğimi falan kendisi özel hazırlatıyor. E gözleri de böyle âşık âşık bakıyor. Bu ne yaman çelişki yahu! Ulen fırlamaya bak, saf, temiz ayaklarına yatıp, iki kızı aynı anda idare etmeye çalışıyor zahir. Yürüüü! Başka kapıya güzelim! Benim olan, yalnızca benimdir. Ya hep, ya hiç. Kimse bana yamuk yapamaz. Üstüne çizik atmak için, bir kalem darbesi yeter işte…

Sonra anlıyorum ki; yanılmışım. E beşer şaşar kardeşim. Yanılmışım ne edelim? Çocuğun gözü benden başkasını görmüyormuş meğer. Kör kütük aşık yavrucak. Lakin utangaç bebe, bir türlü imadan öteye geçip dökemiyor derdini.

Yine bir Cumartesi, kurs çıkışı bu beni durağa götürüyor. Ama bu sefer içimde garip bir his var. Onun da yüzünde garip bir ifade. Ikınıp duruyor. “Bi’ şey diyecem, diyemiyorum” kasılmasını hissediyorum yavruda. Ne diyecek acep? Adamda bacak boyu bir buçuk metre, lakin adımlar minicik atılıyor. Belli ki, yol uzatılmaya çalışılıyor. Anlaşılan o ki, niyeti bozdu bu sefer.

Eyvah diyorum. Sonunda açılacak köftehor. Eeee ne cevap vericem. Tamam, iyi çocuk, hoş çocuk, çok dürüst, mert, özü sözü bir, üstelik her bir haltını da biliyorum ben bunun. İçini dışını, ıcığını cıcığını öğrenmişim. Epeydir en yakın arkadaşım! Tamam, yüzü yüzüme her yaklaştığında öpmek istiyorum bebeyi. Her gördüğümde, külüstür otobüs çukura girmiş gibi içim hopluyor. Parmak ucunun elime değmesi bile yüreğimin yerinden oynamasına yetiyor. Kalbimin ritmini bozuyor bu tatlı serseri. ‘Aşk’ dedikleri de böyle bir şey olmalı. Yani insanın dengesini alt üst eden, bütün ezberlerini bozan, öyle abuk bi’şey…

Ama ya büyü bozulursa. Ya bu adamla aramızdaki bütün güzellikler, ortaya dökülenlerle birlikte yitip giderse elimden. Ben bu duyguyu seviyorum hem. Onu özlemek, hayal etmek, onun tarafından sevildiğimi hissetmek ve en önemlisi güvenebileceğin bir elin sürekli omzunda olduğunu bilmek… Ya bütün bunlar da uçup giderse. Hem hayatımda aşka yer yok ki benim.

Heyhat, korkunun ecele faydası yoktu. Eveleyip geveliyordu. İnsanın karşısına bazı şeylerin bir kere çıkabileceğinden, şanslı insanların bunu yakalayabileceğinden falan dem vuruyordu. Sonra benimle ilgili iltifatlar ediyordu. O kadar ciddiydi ki, sanırsın aşk-ı ilan etmiyor da birleşmiş milletler genelgesi okuyor. Bense mal mal çocuğa “Senin gibi bir arkadaşa sahip olduğum için çok şanslıyım, haklısın, çok doğru söylüyorsun” şeklinde karşılık veriyordum. Ya ben ne kadar öküz bi’ kızdım. Bi’ de millete çamur atıyordum, yok romantik değilmiş de, yok kütmüş de falan, filan…

Zavallı bebenin her girişimini, ustaca çalımlarla savuşturuyordum. (Lisedeki kadar salaktım hâlâ) Ne diyeceğini biliyordum (ya da öyle sanıyordum) lakin yokuşa sürmek, bunu duymamak için her türlü dalavereyi çeviriyordum. Aşıktım zannımca… Ama korkuyordum… Gerçekten…

Sonunda durağa geldik. Aracım da gelmişti. Tam arabaya binecekken “sana bi’şey söylesem kızar mısın” dedi. “Bilmeeem” dedim. O an duraktakiler, araçtakiler, herkes silinmişti. Bize bakıyorlar mıydı, duyuyorlar mıydı, hiç bilmiyorum. O an sadece ikimiz vardık koca dünyada. Gözlerimin içine baktı ve “evlen benimle” dedi. Afallamıştım. Tam araba hareket ederken “Tamam” dedim.

Ve bugün, yani 08.08.08 itibarıyla tam on altı yıldır evliyim o yeşil gözlü, güzel dudaklı sarışınla.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

BENDİNE ZİNCİR

Hayat garip... Vefasız, nankör aslında. Bazen var olduğunu sandığının aslında hiç olmadığını anlayıp soğuk bir duvara çarpmak gibi. Bazen aslında olmadığını düşündüğün şeylerin gerçekliğine uyanıp başka bir duvara çarpmak…

Kalbini boşa yorduğunu hissetmek acıtır insanın canını. O zaman toprak taşımaz bedenini. O zaman çağırır deniz en karşı konulmaz sesiyle. O zaman denize koşmak ister ruhun… Hafiflemek, dalgaların köpüğüne bırakmak kendini. Ve sen ruhunun sesine ses vermek istersin. Ona uymak, onun gibi hafiflemek...

Eğer kırabilirsen zincirlerini…











“Okudum, bitti bütün yazılmış öyküler, yenilerini yazmalıyım artık” dedi adam.
“Ömrümde kimseden nefret etmedim, ama eğer istersen, senden edebilirim” dedi kadın.


Sustu adam, sustu kadın.
Gitti adam, kaldı kadın.
Bitti sevda, yandı kadın.


Koptu eller, acıdı yürek.
Kızıl bir gelincik gibi kanadı yürek.


Gel deseydi; bir gölge gibi giderdi peşinden adım adım.

Gel deseydi; sadece bir gölge olmaya bile razıydı kadın.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

SIKI YÜZÜCÜ


Bu Oğuz şahsiyeti her konuda pek bi cesur, pek bi yürekli, pek bi maharetlidir de iş su sporlarına geldi mi tırsar(dı) az biraz.

Hepimiz denize girerken, bu minik kuş şezlonga sinmiş, havlusuna da sımsıkı sarınmış vaziyette oturmuştu deniz maceralarımızdan birinde. Biraz kendini aşıp, kumdan kale yapmaya karar verdi sonra. Lakin bunun için su lazımdı. Su alması için de denize yaklaşması gerekmekteydi.

Yavrucak önce sevgili ailesinden yardım istedi.

“Annecim, lüffen kovama su doldurabilir misin..”

“Babacım, kovamı doldurur musun lüffen..”

“Abiii ya n’olursun şu kovamı doldur ya lüffen yaaaa…”

Ama hiç kimse yavrucağa yardım etmedi. Oysa o kadar da “lüffen” demişti. Baktı ki kimseden fayda yok. İyisi mi ben kendi işimi kendim göreyim düşüncesiyle ufaktan yanaştı suya. Lakin hafif de dalgalı deniz. Yavru mümkün olduğunca uzaktan, ayaklarını suya değdirmemeye özen göstererek doldurdu kovasını. Üstelik hain ve de gaddar aile bireyleri onu gülümseyerek izliyorlardı öylece.

“Hadi bebeğim gel bak ne güzel oynuyoruz biz. Hepimiz buradayız. Hiçbişeycik olmaz” gibi ikna çabalarımıza sadece omuz silkerek yanıt veriyordu maskara.

Sonunda dayanamayan baba, kucakladığı gibi getirdi yanımıza. Korkudan kaskatı kesilmiş yavrumuzu suya ufak ufak batırıp çıkardık.. Bir iki dakika sonra bütün kibarlığı ve sevimliliğiyle yalvarmaya başladı:

“Annecim, n’olur beni karaya götür. Seni çok seviyorum annecim. Ben kumla oynamak istiyorum. Lüffen benim bitanem. Babacım, lüffen gideyim ben. Canım abicim, hadi sen götür bari beni oraya” şeklindeki konuşmalarını son derece melül bakan gözler ve masum bir yüz ifadesiyle süslemişti kuzum. Dayanılır gibi değildi. Biz de daha fazla dayanamayıp onu karaya bıraktık ve gayet mutlu bir üçlü olarak suda kaldık.

Denizden çıkana kadar sevgi sözcüklerinin, iltifatların bini bir para idi. Lakin yavru karaya adımını atar atmaz denizde oynaşan ailesine haykırmaya başladı. Benim tatlı, kara kuzum, vahşi bir kurda dönüşmüştü birden.

“Allah sizin cezanızı versin. Geberin inşallah. Boğulun da ölün inşallah. Nefret ediyorum sizden. Ne biçim ailesiniz siz. Hepiniz kötüsünüz işte. İnşallah köpek balıkları yer sizi.”

Bu kadar beddua aldığım ve bu beddualara bu kadar güldüğüm bir başka zaman var mıydı hatırlamıyorum.

Sonrasında tekrar havlusuna sarınıp öylece oturdu. Yanakları hem güneşten, hem sinirden al al olmuş, öfke dolu gözlerle bize bakıyordu. Sonunda dayanamayıp yanına gittim. Tombik oğlusumu kollarımın arasına aldım ve o uyuyana kadar onunla yattım.

Ertesi gün biraz daha alışmıştı . Deniz yatağıyla falan suya girmeye de başladı. Şimdi de sudan çıkmak istemiyordu velet. Yine de kenardan kenardan. Çok ortalara bulaşmadan.

Havuz diye tutturdu bu kez. Aile meclisinin kararıyla havuza taşınıldı. Cümbür aile havuz başına yayılındı. Bu Mini kişisini çocuk havuzuna bıraktık ve hemen bir metre ilerisindeki havuza da biz konuşlandık. Bir yandan da teşvik babında yavrucağa iltifatlar etmeye başladım.

“Aman da benim oğlum balık gibi yüzüyormuş. Aman da nasıl da oynuyormuş suda.” Zaten havuzun boyu leğene su doldurmuşsun kadar bi'şey. Bildiğin sidikli bebe havuzu. Ama olsun, evladımıza moral vermek lazımdı.

Birkaç saniye kadar gözümü minik yavrumdan ayırıp, Liselimin nasıl yüzdüğüne baktığım sıra oldu ne olduysa. Kafamı çevirdiğimde benimki fayansın üzerinde boylu boyunca yatıyordu. Yanında da ördek şeklindeki can simidi. Abisine getiriyormuş kuzum, rahat yüzsün diye.

Yüreğim yerinden fırladı, canım yandı çok. Hemen havuzdan çıkıp yavrumun yanına koştum. Zaten aramızda bir adım mesafe vardı. Miniciğimi kucağıma almamla bembeyaz fayansların üzerindeki kanı görmem sanırım aynı anda oldu. İşte o andı ki benim bittiğim andı. Etraftaki insanları, zamanı, mekanı tamamen kaybettiğim andı o.

Hemen bir ambulansla hastaneye götürdük. Ortalığı ayağa kaldırdığımızı, üç tane dikişi abarttıkça abarttığımızı, doktoru hayatından bezdirip meslekten soğuttuğumuzu ve adamcağızın emekliliğini istemeye kadar düşündürdüğümüzü söylememe gerek var mıdır bilmiyorum.

O günden sonra sevgili Mini yavrucağım beni kem gözlü ilan etti. Ben ona “balık gibi yüzüyor” demişim de ondan olmuş bütün bunlar. Bir de yine o gün bizim havuz maceralarımızın sonu olmuş idi. Havuzu bir daha görmek bile istemiyorduk hiçbirimiz.

Ta ki bizim yavruyu yüzme derslerine yazdırana kadar. Şimdilerde her hafta sonu biz yine havuzlardayız. Hem de severek gidiyoruz derslere.

Şimdi ilk dersten biraz bahsedeyim size.

Bizimki son derece tombiş ve de s.eksi bir biçimde havuz başına doğru ilerler. Üzerinde bir beden küçük şort mayosu. (Dayısı “genişler oooo” dedi) Her adımında popişinin bir tarafı oynamakta. J.Lo halt etmiş yani o derece. Isırılası ve gıdıklanası göbüşü önde, nefret ettiği bonesi kafasında , gün görmemiş, peynir rengi diri vicuduyla hocasının dibine kadar gider.

Tam bir Oğuz klasiği olarak bıcır bıcır konuşmaya başlar. Biz kafe bölümünde ve cam ardından izleyebildiğimizden ne söylediğini tam olarak anlamadığımız için, bu hararetli konuşmanın konusunu da pek bi merak etmekteyizdir.

Son derece girişken bir yavru olan Minimizin daha ilk dersten hocasıyla bu denli samimi olması bizi şaşırtmadı elbette. Keza birazdan havuzun içinde birbirlerini ıslatmak, bacak çırpıştırmak ve dahi sarmaş dolaş olmak suretiynen daha da samimi pozlar verdiklerinde bile şaşırmayacaktık.

Lakin bu güzel dostluk, hoca hanımın yavrumu havuzun kenarından suya fırlatmasına kadar sürecek, bundan sonraki her aniden suya gönderişiyle durum daha da kötü bir hal alacaktır. Ve fakat, heyhat, hocaanımın henüz bundan haberi yoktur.

Bizler yukarıda, olan biteni seyrederken, yüreğimiz ağzımızda, acaba hocasına da “Allah cezanı versin, geber inşallah” şeklinde beddualar eder mi endişesiyle bekleşirken, bizimki ortadan yok oldu. Aradan bir on dakika geçmesine rağmen hala kendisinden haber alınamayan Mini şahsiyetsizini bulmak için aşağıya havuz bölümüne indim. Bir baktım benim kuzum duşun önünde öylece dinelmekte. Yanaklar yine al al olmuş. Yine havlusuna sımsıkı sarılmış.

Tuvalete gitmiş yavrucak yahu. Yok bir şey. Tuvaletten sonra duşunu alıp dönecek dersine. Siz de ne fesatsınız he. Kaçar mı hiç benim korkusuz oğlum?

Annesi şöyle bir güzel öper yavrusunu ve havuz başına geri gönderir.

Korkularla yüzleşmek gerektir. Onlarla savaşmak ve hatta yenmek gerektir. Balık gibi yüzmek gerektir. Yarın öbür gün anne suya düşüp, boğulma tehlikesi neyin geçirirse onu kurtarmak gerektir.

Yürü be Minim, kim tutar seni.

Not: Havuzda son durum şudur: Oğuz Bey iyiden iyiye bir su kuşu olmuş, tramplenden kendi isteği ve arzusuyla, hiç kimsenin tesiri altında kalmadan atlamakta, sırt üstü yüzme çalışmalarını büyük bir cesaretle gerçekleştirmekte ve suyun altında en uzun kalma yarışmaları yapmaktadır. Hatta evde leğene su doldurup, kafasını içine sokmak suretiyle nefes egzersizleri yapmasını ve etrafı su içinde bırakmasını anlatmıyorum dikkat ederseniz. Sanırım bu yaz kendisini sudan çıkarmak pek mümkün olmayacaktır.

Bu da Not: Bu arada ders boyunca sürekli konuştuğu için ne kadar su yutmuş olabileceğini bilemiyoruz.

Bir Not Daha: Şu anda kendisi tatilde olup, derslerin ne kadar işe yaradığını döndüklerinde öğreneceğiz efenim. Eminim yeni maceralarla kendisi bu bir haftalık tatili unutulmaz kılacaktır!
Bu da Klasik Türk Annesi Notu: Çok özledim ben bu sıpayı yahu!

2 Ağustos 2008 Cumartesi

İLKİME


Sevdiceğim


Sen böyle büyürken gözümün önünde


Neredeyse unutuyordum


Neredeyse bu hengamede kaybediyordum


Neredeyse ihtiyarlayacaktım.


İlkim, canım, oğlum


On altıya adım atmanın nasıl bir duygu olduğunu hatırlattığın için sağol


O tatlı heyecanı yeniden duyumsattığın için sağol


Gençliğinle bana gençlik kattığın için sağol
  • Sen benim kara üzüm gözlüm

Sen kirpiğimin ucundaki billur damla

Hep var ol hayatımda

Nice genç telaşların olsun

Hayatının her günü bir öncekinden güzel olsun

Yeni yaşın kutlu, acı günün tatlı olsun.