29 Nisan 2008 Salı

KİTAP BEN

Okumak ve yazmak çocukluğumun oyunu, kitap, kalem, defter de oyuncaklarımdı. Dört-beş yaşlarındaydım. Komşu kızlarının genç kız sırlarını duymak için peşlerinde dolaştığım, sonrasında ellerinden düşürmedikleri aşk romanlarının kapaklarındaki yazıları okumaya çalıştığım günlerdi.

Severlerdi beni. Kovmazlardı çoklukla yanlarından. Lakin bu tolerans şımartırdı kimi zaman, işi azıtırdım. O zaman “Hadi bakalım evine” der postalarlardı... İadeli, taahhütlü!

Yine o günlere rast gelir okuma aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamam. Harf denen şeylerin eğri büğrü şekiller halinde gözlerimin önünde uçuşması, bu ikircikli, küçük şeyleri anlamlandırmaya çalışmam da tam bu zamanlara denk gelir.

Yalvar, yakar, kavga dövüş komşu ablaların da yardımıyla okumayı sökmemle, okuma manyaklığım start almış oldu böylece. Ne kadar mutluydum. O güne kadar ona buna minnet edip okuttuğum kitaplarımı artık kendim okuyabilecektim. Elime geçen her şeyi okuyabilirdim artık. Hatta okumamam gerekenleri bile!

Kaymaklı dondurmadan, naneli şekerden, kağıt helvadan vazgeçip kitap alırdım harçlıklarımla. Kendime ilk aldığım kitap ‘Pinokyo’ idi. Evimizin hemen karşısında bir kitapevi var idi –ki hala durmakta ve ben oralara gittiğimde hep uğrayıp yad etmekteyim o günleri- Beni her gördüğünde “gel bakalım küçük” derdi. Küçüktüm sahiden de. “Senin için çok güzel masal kitaplarım var.”

İlkokula başlayana kadar onlarca masal kitabı okudum. ‘Pamuk Nine, Küçük Prens ve Bin Bir Gece Masalları’ en fazla belleğimde yer edenler oldu.

İlkokul bittiğinde sanırım Çocuk Klasikleri’nin çoğu da okunup bitmişti. ‘David Copperfield, Seksen Günde Devri Alem, Tom Sawyer. Oz Büyücüsü, Çocuk Kalbi, Peter Pan…’ Her kitapla başka alemlere dalmayı, her yeni kitapta farklı yerlere gitmeyi ve her karakterle yeni bir insan tanımayı seviyordum. Karakterleri kafamda canlandırmak, onları vücutlandırmak, mekanları tasvir edilene ilavelerle hayal etmek en büyük zevkimdi o yıllarda. Televizyon tek kanal, çizgi film dediğin Şeker Kız ile Heidi'den ibaret... Bilgisayar oyunları daha kimsenin aklına bile düşmemişti henüz. Küçücük dünyamı sonsuz bir evren yapmıştı kitaplar. Onlardan vazgeçebileceğimi hiç düşünmedim, hem de hiç.

Ortaokul yıllarım ‘Kemalettin Tuğcu’ nun öksüzlerine gözyaşı dökmekle geçti diyebilirim. Her hafta sonu yeni bir romanla, yeni bir hüzünle haşır neşir olduğumdan mıdır nedir; ortaokul zamanlarımı pek de kayda değer bulmam ömür maratonumda. Okul kütüphanesinin aranan yüzü, ineklemenin en nadide örneklerinden biri olmak dışında bir aktivite olamadı ortaokul arşivimde.

Lise… Evet işte ergenliğin kollarına teslim oluş. Sivilce yok, aşk meşk yok, genel görüntüyle ilgili takıntı yok, kompleks yok… Neşeli, hayta, fazlasıyla sosyal bir genç kız adayı. O halde lise dönemi, hayatımın en güzel etaplarından biri olmayı hak etmiyor mu?

Bu vakitlerde okuma zevkim, Edebiyat Öğretmenimin de fişeklemesiyle farklı bir boyut kazanmış, ‘Yaban’ ile başlayan, ‘İnce Memet’ ile, ‘Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ ile sürüp giden bir yolculuğa çıkarmıştı beni. Araya ‘Dante’ yi de sıkıştırmaktan pek korkulu bir zevk almıştım doğrusu.

Yine bu döneme rastlar şiirle olan yakınlaşmamız. ‘Necip Fazıl nere, Nazım Hikmet nere' derseniz, ‘Çileli Memleketim’ derim. Şiirin balını doyasıya süzmeyi öğrenmemde, bu iki zıt görüşün eserlerinden aldığım ilk tadın etkisi çok büyüktür. Sonrasında ‘En Eski Yalnızlığımdın Sen Benim’ ‘Üstüme Varma İstanbul’… Ve isimlerinden etkilenerek aldığım bu iki kitapla başlayan ‘Ümit Yaşar’ hayranlığı.

O yaşlarda kavak yellerinin tatlı esintisiyle sarhoş olmuş gençlerin aksine “aşık oldum, şiir okuyayım, olmadı bir iki tane yazayım” derdinde değildim hiç. Benimki ‘şiirlerle aşk’ değil, ‘şiirlere aşk’ durumuydu bir nevi.

Yine bu zamanlarda başlayan komikçilik ilgisi ‘Muzaffer İzgü’ ile tanışmama vesile olmuş, ‘Dayak Birincisi ve Zıkkımın Kökü’ unutamadığım çağlarımın, unutamadığım anıları olarak hep kalmıştır. ‘Aziz Nesin’ de hayatıma bu vakitlerde dahil olmuş ve hiç çıkmamıştır. Gırgır, Fırt gibi mizah dergilerini saymaz isek, o güne kadar bu türe pek de yüz vermemiş olmaktan hayıflanmama sebeptir bu iki mizah ustası.

Üniversite çağları, ‘Freud’ la açıldı diyebilirim. Sadece tek bir kitabını bile ittire kaktıra okuyabildikten sonra, bir daha hiç görüşmemeye karar verdim kendisiyle. Beni affetsin! Lakin keyif vermedikçe, okuduğunu da anlayamaz ki insan. Bir de ‘Suç ve Ceza’ sıkmıştır canımı nedense. Onun haricinde hep zevk almışımdır okuduğumdan.

Yine bu dönem, ‘Rus Klasikleri’ ne abone olmuş, ‘Don Hikayeleri’ni iki kez üst üste okumuş, ‘Mavi Bozkır’ la ‘Şolohov’ u bir kez daha sevmiştim. ‘Dostoyevski’ ve ‘Tolstoy’ un bir çok eserini de aynı hazla okumuştum. Bunların haricinde ‘Knut Hamson’ akıcı anlatımıyla, seçtiği konular ve onu işleyişiyle en sevdiğim yazarlar arasına o yıllarda girmiştir. ‘Açlık’ ve ‘Toprak Yeşerince’ mutlaka okunması gereken, hatta –kime verdiğini hatırlayabilirsen- tekrar tekrar okunması gereken iki kitaptır diye düşünüyorum. Bir de Steinbeck var tabii. ‘Fareler ve İnsanlar’ ‘Cennet Çayırları’ en sevdiğim kitaplarıdır.

Yabancı yazarları okuyup sevdiğim doğrudur. Lakin aynı dili konuştuğum, aynı tarihi paylaştığım yazarları okumayı daha fazla seviyorum galiba. Ya da birbirimizi daha iyi anlıyoruz da ondan belki. Buna rağmen ‘Sana Gül Bahçesi Vaat Etmedim’ i okuduktan sonra ‘Greenberg’ e de ayrı bir yakınlık duyar oldum nedense.

Baş ucu kitabımı sorarsanız; her daim ‘Çalıkuşu’ derim. İçimdeki ‘Feride’ rahat durmuyor ki! Tekrar tekrar ve yine yeniden, hep ‘Çalıkuşu’ olmak istiyor. Hatta bazen ‘Çalıkuşu’ kalmak…

Araya çekirdek, çerez niyetine bir sürü kitap sıkıştırmış olsam da, klasiklerden aldığım tadı güncel kitaplardan alamadım hiç. Zaten artık eskisi kadar zaman da ayıramıyorum maalesef. Belki de bundan.

Bir de yavrulayınca kadın kişisi, yeniden kitaplar yazıyor ya hayata dair; bunun için pek de vakit bulamıyor başka kitaplara. Yine de çalıntı zamanlarda, dar vakitlerde, eski dostlarla kaçamak tadında özlem gidermiyor değilim elbette. Okumadan nasıl yaşanır bilemedim ki hiç.

Şu sıra, ‘Bedri Rahmi’nin ‘Delifişek’i elimde. ‘Diriliş’ ve ‘Unutmak’ aklımda, çokça okuduğum günler gönlümde öylece yaşayıp gidiyorum işte…

Bu güzel sobe için Sevgili Yaşamın Kıyısında’ya teşekkürü bir borç biliyor, umarım sobenin gereğini yerine getirebilmişimdir; zira pek bir açıklama yok idi diyor ve pası, bu aralar birazcık tembellik eden canım arkadaşım Perili Köşk’e atmak istiyorum. Kaleleri doksandan havalandıracak bir gol geleceğinden emin olarak.

25 Nisan 2008 Cuma

BAYRAMIN SIRRI

Biz geçkince (!) eski neslin, sıklıkla çocukluklarından bahsetmeleri pek de yadırganacak bir şey değildi aslında. Bunun nedeni çokça hasret, insanoğlunun geri dönülemeyene, imkansıza olan vurgunluğu da olabilirdi, bahçelerden erik aşırabilmenin o vurdumduymaz, masum zevki de.

Peki ya o günlerin güzelliği, sevinçleri, anıları neden bu kadar yer etmişti ihtiyar yüreğimizde? Neydi özel yapan bizim çocukluğumuzu? Neydi o müthiş meyveye bu doyumsuz tadı veren?

Ben sonunda çözdüm bu sırrı.

Evet… Bir Çocuk Bayramı’nda açıldı bütün karanlık odacıkları beynimin.

Bizim çocukluğumuz değildi aslında müstesna olan, erişilmez olan, vazgeçilmez olan… Çocuk olmakla alakalıydı her şey. Hayat, anlam, mutluluk, sevgi, barış… her şey.

Dilleri, dinleri, ırkları başka, bir dünya çocuk bir aradaydı. Birlikte, el ele. Şarkılar, türküler söyleyip dans ettiler hiçbir farkı fark etmeden. Işıl ışıl gözleriyle, parıldayan yüzleriyle büyüklerine büyükçe bir ders verdiler.

Minik yürekler neşeyle, coşkuyla kutsadı yeryüzünü. Tüm masumiyetiyle umuda boyadı dünyayı.

Saçlarını taradı yıldızların, süsledi... Sevgiyle, gülümseyişle donattı gökyüzünü. Şırıldayan nameler yankılandı tüm evrende. Minik yürekler ordusu bir tek kocaman yürek çizdi ufka bir Bayram günü.

Evet çocuk olmaktı bütün gereklilik. Sırrı buydu yaşamdan tat alabilmenin ve hayatı tatlandırabilmenin. Sırrı buydu gök mavisinin, çimen yeşilinin. Gökkuşağına yedi rengini veren sır, çocuk olmakla ilgiliydi. Güneşin sıcağı, alevin harı, çiçeğin tomurcuğu hep çocukluktan alıyordu gücünü.

Filizlenen bir fidan koca bir çınar olacaktı gün gelip. Bir yanı fidan kalsaydı çınarın… Yürek bir parça çocuk kalabilseydi… işte o zaman yalan mutluluklar peşinde koşmazdı belki insanoğlu. O zaman bir arada, el ele şarkılar söyleyebilirdi coşkuyla.

Çözdüm ben sırrı bir Çocuk Bayramı’nda. Gülen yüz, cıvıldayan dil, ağlayan göz hep çocuktu. Toprağın kokusuydu yeniden doğuş gibi. Ağacın gölgesi, kuruyan dalların çiçek dökmesi… Bayram yeriydi çocukluk.

Ya da hep çocuk olmalıydı… Hep fidan… Rengarenk bir Bayram… Bayramımız kutlu olmalıydı… Tıpkı onlar gibi…

22 Nisan 2008 Salı

BU TREN BATIYA GİDER

Gurur duydum, gurur. Modernliğimizle, batılı duruşumuzla, dünyaya örnek olan televizyon yayıncılığımızla gurur duydum Günlük!

Mevzu şudur: İngiltere’de yayınlanan Buzda Dans yarışma programının sunuculuğunu yapan hanım kızımızın göğüs dekoltesi yüzünden kanala şikayet yağmış. O kadar tepki çekmiş ki bu durum, sonunda kızceyiz kapatmak zorunda kalmış çatalı!

Yarışmacıların donlarına kadar her bi yerlerini gördükleri bir programda, zavallı sunucu kızın me.melerine kafayı takan İngiliz manyaklarına da ayrıca “bravo” demek lazım ama, konumuz bu değil.

Biz yıllardır kendini on beşlik genç kız zanneden –bizimkileri yıllar da eskitemiyor maalesef- son derece şişme dudaklı, son derece sarışın ve son derece dişlek sunucumuzun bütün detaylarını ezberlemişken, ezberleyemediklerimizi de ezberlemek üzereyken, patates kıvamındaki az solistlerimiz teknelerde tangalarla yakalanıp koca gözünü, gözümüze gözümüze sokarken, selülitli bacakları, plastik göğüsleri ve bilumum gereksiz organı görmekten böğk getirmiş iken, orayı burayı arayıp “yeter uleeyyyn, yeter beee, et yiyemez olduk bunların yüzünden” diye şikayet ettik mi?

Niyeee? Çünkü biz, çağdaş, entelektüel, moderen, yüzünü batıya dönmüş bir milletin evlatlarıyız.
Şeytan diyor gönder bizimkilerden bi tanesini İngiltere’ye, yaptır orada bir sabah programı. Görsün elin yobaz gavuru Anyayı-Konyayı!

Bir başka gurur vesilemiz, ne kadar batılı olduğumuzun bir başka göstergesi ise, yıllardır her türlü modernliğine (!) alışık olduğumuz, ya da öyle zannettiğimiz bir şovmeyn amcamızın programıydı. Durumu olduğu gibi sana da anlatayım da, sen de benim gibi, geldiğimiz umut verici durumu anla isterim Günlük.

Şovmen amca yıllardır döndürdüğü programın o dakikasına kadar tüm belden aşağı ve bayat esprilerini kullanmış ve artık tıkanmış olduğu noktadadır. Tam da dönderme sırasının hemen hemen kendi kızı yaşlarında olan genç kıza geldiği zamanda olur bu kabızlık.

Ne yapsın ki amca? Reyting denen canavara tahvil edilmiştir artık tüm sahte hayatlar. Daha aşağı, daha bayağı bir şeyler yapmalıdır ki, kendisi de almalıdır bu pastadan şöyle kallavi bir dilim.

Kendi kızı yaşlarındaki genç kıza,benim ve diğer izleklerin afallamış bakışları arasında, son derece modern (!) bir cümle kurdu amca. Üstelik de son derece modern bir şekilde, pişkince sırıtarak.

Heh dedim… Eyvahlar olsun! İşte şimdi cevabı yapıştıracak kızımız. Adam da biraz utanma var ise yerin dibine kadar sokacak bir cevap. O ana kadar ağzının laf da yapabildiğini bildiğimden kıza güvenemedim bu hususta. Korktum ne yalan söyleyeyim. Bu batılı tablonun bir örümcek kafalı kız yüzünden bozulmasından çok endişe ettim.

Neyse ki, kız sadece kikirdeyerek bu endişemin yersiz olduğunu, kendisinin de ne kadar çağdaş bir genç kız olduğunu ispatladı. Oysa bu amca böyle bir cümleyi benim karşımda kurmuş olsa, kendisine hayatı boyunca unutamayacağı bir ders verebilirdim. Bu da benim ayıbımdı işte.

Aman Allah’ımdı… O da neydi? Amcanın da, benim de hesaba katmadığımız bir şey vardı. Kızceyizin babası da seyirciler arasındaydı. Ve tam modernize olamamış, çağa ayak uyduramamış her Türk babasının yapacağı gibi, şimdi koltuğundan fırlayıp dalacaktı ağız-burun. Gerici, yobaz adam… Berbat edecekti çuval çuval inciri.

Ancak yine yanılmıştım işte. Heyhat, bu hayat beni hep şaşırtmaya devam edecekti. Gururumu ikiye katlayan o sözler döküldü şambabanın gevrek gevrek sırıtan ağzından:

“Bir tur daha döndür kızım.”

Döndür kızım döndür… Bir tur daha… Hatta gerekiyorsa bir tur daha. O çarkların arasına sıkışmış kepazeliği bakalım kaç turda temizleyebilirsin? Döndür kızım… ya kaç çarşı puanı eder, bir genç kızın onuru.

Haydi gudbay Günlük. Bu kadar batılılaşmaya, böyle veda.

19 Nisan 2008 Cumartesi

UMUDA YOLCULUK


Yaz günü kocaman sulu bir can eriği tuza bandırıp yerken aldığın o mayhoş, tuzlu, serin, yeşil, tatlı hazdır insan olmak.

Hiç tanımadığın bir çocuğun başını okşadığında, gözlerindeki şaşkınlık ve masumiyetin yaşlanmış ruhunun tüm çocuk sevinçlerini ortalığa saçıvermesidir bir anda.

Sana, evladına veremediği sevgiyle bakan , yapayalnız bir annenin boş kucağını doldurabilmektir belki.

Karanlık yolda, “seni gülümsemenden tanıyorum” diyen dostuna daha da fazla gülümseyebilmek ve o ılık sevgiyi yüreğine akıtabilmektir.

Değil başka bir insan için, kendi ırkından olmayan canlılar için dahi endişe duymaktır insan olmak. Asla incitmemektir hiçbir canlıyı, insan veya hayvan veya çiçek veya her şey…

Hata yapmak, affetmek, affedilmektir…

İnsan olmak güzeldir. İnsanoğlundan umudu kesmemek de öyle.

Hala inanıyorum ben.

Otobüste kendinden büyük birini asla ayakta bırakmaya gönlü razı olmayan, yol ortasına atılmış ekmek parçasını kenara kaldıran , marketten çıkan komşu ablasının elinden poşetleri kapan, kapının önündeki sakat kedi için kahvaltısını yarım bırakıp süt indiren, daha kendisi bebek sayılırken küçük bebeleri korumaya çalışan, yaşlı teyzenin koluna girip merdivenden çıkmasına yardım eden çocuklar var, ben biliyorum.

Hatta, bebek fidanı boynunu yana eğdiğinde, öleceğini düşünüp gözyaşı döken çocuklar var. Yüzyıllık ağaçları acımadan öldüren büyüklerine inat, minicik fidanının yok olma ihtimalinden yüreği yanan çocuklar… Ben biliyorum.

Onlar büyüyünce kirlenmeyecek dünya. Kirli teslim aldıkları dünyayı bu günden temizlemeye uğraşıyor onlar.

Savaş yerine dostluğun, nefret yerine sevginin hüküm sürdüğü, kan ve vahşet görüntülerinin hafızalardan silindiği bir dünya yaratacak onlar.

Ve işte onlar kendi çocuklarına tertemiz bir dünya bırakacaklar.

İnsan olmaktan utanmayacakları, aksine gurur duyacakları.

Olacak bu biliyorum. Umutluyum.

17 Nisan 2008 Perşembe

"A" MI DİYİM? "B" Mİ DİYİM? "C" Mİ DİYİM? NE DİYİM ŞİMDİ BEN?


Anneler, babalar, anne baba adayları, gelecekte çocuk yapmayı düşünen aday adayları… Yaklaşın hele bi ekrana iyice!

Müessesemiz hiçbir masraftan kaçınmadı ve sizler için bir test hazırladı. Bu test, iki çocuk için düzenlenmiş olup, siz kendiniz kendi çocuk sayınıza göre ayarlamalarını yapabilirsiniz. Biz en zorundan başlayalım istedik.

Testin bakalım kendinizi. Mükemmel ebeveyn olarak, kriz yönetiminde ne kadar başarılısınız.

1- Tam işlerinizi bitirmişsiniz ve okumaya can attığınız kitabı elinize almışsınız. Sevimli, mini mini yavrularınızın odasında bir gürültü kopuyor. Kitabınızı bırakıp yanlarına gittiğinizde görüyorsunuz ki: Bilgisayar yüzünden yine birbirlerine girmişler. Küçük yavrunuz gözyaşları içinde yerlerde tepinmekte, büyük olanı ise bir tane daha bilgisayar alın bıktım bu veletin zırıltısından, yeter artık şeklinde suratınıza çemkirmekte.

a) Küçüğü sevgi dolu bir kucaklayışla teselli eder, ona bir süre sonra ağabeyciğinin bilgisayarı kendisine bırakacağını biraz sabırlı olmasını söyler, büyüğe de şu an için yeni bir bilgisayar almalarının mümkün olmadığını ama en kısa zamanda bu isteğini gerçekleştirmeye çalışacağınızı anlatırsınız.

b) Küçüğü hemen ağlamayı kesmezse kendisini yatılı okula yazdırmakla veya evlatlık olarak vermekle tehdit eder, büyüğe de şehrin öteki ucundaki okuluna otobüsle gitmesi, okul harçlığı yerine evden kuru ekmek arası götürmesi ve on çift ayakkabı almak yerine önü yırtık ayakkabıyla gezmesi halinde artacak olan bayağı yüklü bir miktar parayla kendine bir bilgisayar alabileceğini söylersiniz.

c) Bilgisayarı her türlü alet edevatıyla birlikte toparlar, camdan dışarı fırlatır, “n’aaapıyosun komşuuu” diye böğüren komşulara “size neee” diye çemkirir, şöyle bir ferahlar, diğer odaya döner, kitabınızı gönül rahatlığıyla okumayı sürdürürsünüz.

2- Sabah evinizi derleyip toplayıp işe gitmişsiniz. Bütün gün yorulmuşsunuz, ayaklarımı uzatıp şöyle bir televizyon seyredeyim bu akşam, hayalleriyle evinize geri döndüğünüzde gördüğünüz manzara şöyle: Yerlerde camış pisliği şeklinde büklüm büklüm duran çamaşırlar, parçalanmış şamdanlar, şaftı kaymış örtüler, ortalığa saçılmış önürcek adam kartları, mobilyalara yapıştırılmış şimşek mekkuin çıkartmaları. Ayrıca kale olarak kullanılan duvarda asılı olan saatin yere düşen cam parçalarından biri de ayağınıza batıyor. Evinizin tüm odaları bir fil sürüsünü ağırlamış kadar kötü durumda. Üstelik mutfak tezgahına sıralanmış bardak çanaktan bu fillerin yemek yemiş olduğu da anlaşılıyor.

a) Sevgi dolu bir ses tonuyla biricik yavrularınıza, evi bu şekilde dağıtmalarının sizi çok yorduğunu, vaktinizi temizlikle geçiriyor olmaktan dolayı onlarla daha az ilgilenebildiğinizi ve asıl bunun için üzüldüğünüzü açıklar ve bir balerin edasıyla ve de gülümseyerek evi tekrar toparlarsınız.

b) Birinin eline süpürge, diğerine paspası tutuşturup evi onlara temizletir, üstelik pırıl pırıl olana kadar yemek de yok size diye suratlarına haykırır, siz de oturur bir güzel televizyonunuzu seyredersiniz.

c) Evi öylece bırakır, bakalım daha ne kadar pisletebiliyorsunuz anasını satayım. Yaşayın b.kunuzun içinde. Nasıl olsa belediye gelip temizler bir gün deyip, odanıza gider güzel bir uyku çekersiniz.

3- Hafta sonu büyük yavrunuzun arkadaşları gelmiş. Küçük fırlamanız onların yanında kalma konusunda ısrarlı. Bütün çabalarınız boşa çıkıyor. Burası benim de odam diyor da başka bir şey demiyor. Büyük sıpanız, hemen odalarımızı ayırın anneee şeklinde hönkürmekte.

a) Küçük ve sevimli yavrunuza, onun arkadaşları geldiğinde ağabeyciğinin odada durmasının kendisini rahatsız edeceğini, yaşıt olan çocukların bazen yalnız kalmak isteyebileceğini anlatır, büyük yavrunuza da evinizin şu an için ayrı bir odaya müsait olmadığını ama bu isteğini anladığınızı ancak kendisinin de sizi anlaması gerektiğini açıklarsınız.

b) Küçük veleti kolundan tuttuğunuz gibi odadan çıkarır, büyük dananıza da beğenmiyorsa kendisine ayrı ev tutmasını önerirsiniz.

c) Evde ne kadar çocuk varsa –buna kendinizinkiler de dahil- hepsini dışarıya postalar, hafta sonu, evin keyfini çıkarırsınız.

4- Sofradasınız. Özenip yemekler pişirmiş, yavrucaklarınızın doğru beslenebilmesi için en az bir saat de fazladan mutfak mesaisi yapmışsınız. Lakin büyük olanı ben aç değilim, bundan yemiycem diye mızmızlanıyor, öteki kendi tabağındaki sebzeleri yememekte direnirken , diğerinin tabağındaki sevdiği şeyleri nasıl olsa o yemiyor diyerek ha babam götürüyor.

a) Büyük yavrunuza, yemeğini yemen lazım. Bak öğünlerin düzensiz olursa, gelişmen yavaşlar ya çok zayıf ya da çok şişman olursun. Haydi yemeğini bitir lütfen şeklinde kibarca yaklaşır, küçük olana da bu tür tek çeşit beslenmenin ve aşırı yemesinin bu yaşlarda obezite başlangıcına sebep olabileceğini açıklar ve bütün çeşitlerden yeterince yemesini söylersiniz.

b) Zaten sizi düşünende kabahat, ne haliniz varsa görün diye sinirlenir, kalk tamam o zaman sofradan diye büyüğü kış kışlar, küçüğün önüne de ne kadar sevdiği şey varsa yığar, al zıkkımlan da çenen dursun deyip, yemeğinize devam edersiniz.

c) İkisinin tabağını da alır kafalarından aşağı geçirir, büyüğün yüzünden akan yoğurda bakıp, ahan da cacık oldun şimdi diye bir de dalga geçersiniz.

5- Hangi kanalı seyredecekleri konusunda anlaşma sağlayamamış yavrularınız birbirlerini yemekte. Biri, hep onun dediği oluyo, sanki evin kralı, şeklinde zırlayıp karşısındakine saldırırken, öteki, anne yaaa… valla fenalık geldi bunun abuk subuk çizgi filmlerinden , ben ananeme gidiyorum şekli yapıp bu arada hafiften kardeşinin etlerini burmaktadır.

a) İkisinin de sevebileceği bir program bularak ortak kararla oturup kardeş kardeş seyretmeleri konusunda onları ikna edersiniz. Üstelik birbirlerinin canını yakmanın hiç doğru bir davranış olmadığını anlatırsınız.

b) Ananene mi gidecen, hangi cehenneme gideceksen git beni sinirlendirme diye büyük danaya çıkışır, küçük sıpaya da odadan çıkmama cezası verirsiniz. Böylece kumandayı ele geçirip istediğiniz kadar zap yaparsınız.

c) Birinin eline uydunun kumandasını verir, diğerine de televizyonun kumandasını tutuşturur, hadi len başlayın kavgaya, altta kalanın canı çıksın şeklinde onları kılıç kalkan ekibi kıvamında salona kilitler, kendiniz de gider cilt bakımınızı neyin yaparsınız.

Eveeet sevgili dostlar. Şimdilik testimiz bu kadar. Devamı gelecek. Uzmanlarımız harıl harıl sizin için çalışmakta. Cevaplayın nasıl bir kriz yöneticisi ebeveyn olduğunuzu öğrenin. Değerlendirmeler mi? E onlar da aşağıda. Ama önce yanıtları belirleyelim. Haydi bakalım yaratıcı ve özgün çalışmalarınızı bekliyoruz.


Eğer sorulara genellikle “b” yanıtını vermiş iseniz, “oynatmaya az kaldı, doktorum nerde” moduna girmişsiniz demektir. Hemen kendinize bir tatil ayarlayıp, mümkün olan en uzak noktaya kaçmanızı şiddetle tavsiye ederiz. He… çocukları yanınıza almayı unutunuz.

Siz hemen her soruya “c” yanıtı vermeye meyilli arkadaşlar… Psikopata bağlamışsınız çoktan. Acilen tedaviye başlamanızı öneriyoruz. Tıp çok ilerledi. Allah’tan ümit kesilmez. Hee kimse vermedi yani “c” cevabını. Eminim öyledir.

İşaretlediğiniz seçenekler arasında “a” lar çoğunluktaysa, sizi tebrik ve de takdir eder, alnınızdan öperiz. Yakında çıkmaya başlayacak olan kanatlarınız kürek kemiklerinizde kaşıntı yapabilir. Bunun için bir krem tedarik etmenizi öneririz. İleride, yani çocuğunuz olduğunda da yine bu şıkkı işaretleyebilmenizi umarız.

Müessesemiz sizlere hayırlı günler ve de yavrularınızla birlikte mutlu bir hayat diler.

14 Nisan 2008 Pazartesi

AHAN DA DON


Tablo şu: Bir kanepe, üzerine konuşlanmış çatlak bir anne ve işten yeni gelmiş, eşofmanlarını henüz giymiş bir baba yan yana oturmaktalar. Baba ne olduğunu anlayamadan kucağına bir miktar A4 boyutunda kağıt doldurulmuştur bile. Çatlak anne, babaya iyice yanaşır. Bu esnada halının üzeri, yer yer Legolarla süslenmiştir. Tombik bir yavrucak, bu Legoların arasından süzülerek, sek sek sekerek garip bir dans yapmaktadır.

Zavallı baba, nasılsa bu manyak şahsiyetler bana bir açıklama yapacaktır. Şimdilik sessizliğimi muhafaza edeyim modundadır. Kendisine beklenen açıklama yapılmaya başlanır:

Şimdi bak koca, biz seninlen hakem heyetiyiz. Bu ortada dolanan küçük çatlak da buz patencisi tamam mı? Şimdi gelip gösterisini yapacak. Biz de kendisini yorumlarımızla, puanlarımızla onore edicez. Anlaştık değil mi?

Koca kişisi, tam bir teslimiyet içerisinde sadece kafasını sallar. Ne etsin? Kaçsa, nereye kadar? İçeride odasında gayet ciddi bir şekilde bilgisayar başında araştırma!! yapan oğlusunun yanına kadar ancak…

Bizim tombul patenci gösterisini sunmaya başlamıştır bu arada. Anne, yani Elena yorumlara başlar.

Sporcumuz gayet güzel kaymaktaaa… biraz popişi lömbürdese de son derece estetik bir görüntü çizmektee. Ayrıca önden hafif çıkan göbüş kendisine ayrı bir hava katmaktaaa.. sanırım artistik puanlar oldukça yüksek geleceeek.. Eveeet bu dönüş de son derece başarılıııı.. sen ne dersin Kristofır?

Bu arada Kristofır hiç üzerine alınmamaktadır bu soruyu. O, olayın ciddiyetini henüz kavrayamamış olduğundan, arada gözünü televizyona kaydırıp, haberlere bakma gafletinde bulunmakta ve gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım mantığı gütmektedir. Heyhat, buna izin verilmeyecektir.

Şşşşt sana söylüyorum Kristofır…
Heee!!!! Kristofır ben miyim????? Evet evet çok başarılı…

Sonra yavru “ahan da don” hareketi yapmaya başlar. Evin içinde dolanır dolanır, gelir bizim burnumuzun dibinde bu hareketi yapar. Çünkü hareketin hakem heyeti önünde yapılanı makbuldür. Bir de ismiyle seslendirir. Yaklaşık on kere, evin içini turlayıp hakemlerin önünde bacağını havaya kaldırıp “ahan da don” der. Arada bir sendelese de düşmeden serisini tamamlar bizimki. Hakem heyeti yorumlarını yapar tabi..

Hımmmm.. evet “ahan da don” hareketi de oldukça başarıyla gerçekleştiriliyor, bu tombik oğlan da iş var bence. Gelecek vaat ediyor. Uyuma Sayın Kristofıır.. sen de bişeyler söylesene.
Güzel güzel. Bunu da sen mi öğrettin çocuğa? Töbe töbee… valla bravo yani, çocuğu zıvanadan çıkarıcan sonunda İncegül.
Hangi zıvana bu.. biz öyle bi yere hiç girmedik ki Saayın Kristofır. Nasıl çıkalım? Hem eğleniyoz işte be.. kibarlık da bi yere kadar. Hem o kızlar yaparkene ayıp olmuyor, gözlerini gere gere bakıyon da bu minicik yavru, üstelik de üzerinde eşofmanı var iken yapınca mı terbiyesizlik oluyor. Hem benim adım Elena. Hakem heyeti başkanıyım. Benimle doğru konuş Kristofır!

Heyt anam be! Sen kiminen buz dansı yaptığının farkına varamadın mı bunca senedir. Benimle başa çıkılabilir mi?

Çaresiz boyun eğiyor Kristofır. “Düzeliiirr,” diye geçiriyor içinden muhtemelen. “Umut fakirin ekmee, ye Memet ye.”

10 Nisan 2008 Perşembe

SEN NE ÇOCUUSUN?



Eveeet Sevgili Günlük!

Bir süredir duygusal, hüzünlü, kimi zaman ılıman yazılarla normal bir kadın olma yolunda hızla ilerlediğimi görüp, yaşasınnn benim de kendi halinde, doğru düzgün, öyle “melül kuzu, kim çevirirse çevirsin kazı” bir sahibim oldu diye sevindirik oldun değil mi?

Oysa dinginlik ila dingillik arası gidip gelen ruhsal travmalarım var benim. Duygudan duyguya geçişlerim var. Hem bu konuda sürat rekorları kırmışlığım var. Hayatla ilgili kaygılarım, kaçışlarım, ortalığa incik boncuk saçışlarım var.

Kimi zaman manyağa bağlamak en güzelidir inan bana. Yoksa insan baş edemeyebilir hayatla.

Sen sevindin biliyorum. Ahan da bizimki sakinledi, oturttu o dallardan dallara, oralardan dağlara uçurduğu delişmen ruhunu diye mutlu oldun. Lakin erken sevindin canımın içi. Çok erken…

İşte geldim buradayım. Zaten ben normal olmak istesem de bırakmıyorlar a Günlük.

Şimdi niye dellendi bu hatun yine durup dururken diye geçiriyorsun içinden değil mi? Sor haydi bana. Haydi sor sor sor…

Anacığım, bilen bilir pek sevmem ben gazete okumayı. Bi lokmacık (!) kadınım ayol. O boyum kadar sayfaları çevirmek gavur eziyetinden beter. Hani versinler bana Nevyork Tayıms... Nasıl okuyorum bak o zaman. Kitap gibi, mini mini. Bizde de gazeteler bir gün gelir mi dergi boyutuna acep? Neyse efenim konumuz bu değil.

Bu sabah, mutena gazetelerimizin birinin magazin ilavesine azıcık göz gezdireyim dediydim. Benim gibi magazinle hiç ilgisi olmayan – ki halkımın yüzde sekseni böyledir- entelektüel – yine halkımın yüzde sekseni gibi- bir şahsiyet için ne zor bir durumdur tahmin edersin kanımca!

Hani yıllar evvel bir Demetler savaşı var idi. Hani iki hanım (!) kızımız bir uzun arkadaş için saç baş yolmuşlardı. Hatırlayanlar hatırlamayanlara anlatıversin bi zahmet. O günden bu yana gündem çok değişti. Şimdi bayat haber vermeyelim ahaliye.

İşte bu önemli zaferin sahibi olan evinin kadını çocuğunun anası şahsiyet manşetteydi.

Önce biraz ayrıntıya girelim. Mini mini bir kız çocuğu. Belli ki özenilmiş, giydirilmiş, süsletilmiş. Güneş gözlüğüne kadar düşünülmüş, yani o kadar. E hatun mesleğin eskilerinden. Bilir bu işleri. Her ne kadar şimdilerde anoreksik halleriyle içimizi kaldırsa da zamanının en hoş cins-i latiflerinden biriydi. Hem yavru star çocuu sayılır. Güneş gözlüksüz olmaz. Var mı Holivuud’da o koca şeyleri takmadan sokağa çıkan. Bizim ne eksiğimiz var? Çok şükür.

İşte bu hanım kızımız kendi öz be öz yavrusuna sorduğu şu soruyla manşetteki haklı yerini alıyor:

“Çıtırsu sen ne çocuğusun yavruuuum?”

Höööö? Nası yani? Yanlış okumuşumdur diye bir daha bakıyorum. Malum hem ihtiyarlıktan gözler seçememiş, hem aklın oynak ve dahi yarım olmasından istediği gibi algılamış olabilir. Bilirsin dervişin fikri ne ise zikri de oymuş.

Yok yok kaç kere okuduysam sonuç değişmiyor. Ben de daha güççümen puntolarla yazılmış olan ve detay veren bölüme geçiyorum hiç istemeyerek (!) Bu arada milletimin yüzde sekseninin de böyle yaptığını belirtmiş miydim? Okuyorum ve aydınlanıyorum. Işık gibi parlıyorum.

Allah beni ne etsin? Kızım senin için fesat. Sen de benden aşağı kalmazsın yani. Az kara yürekli değilsin he Günlük. Nelere yorduğunu bilmiyorum sanma.

Yavrucağa öğretmişler işte, “sen ne çocuğusun” diye soruyorsun buna, otomatiğe bağlamış, “aşk çocuğuyum” diye cevap veriyor.

Seninki aşk çocuğu da bizimkiler ne çocuğu? Aha da bu sıpalar Sütçü Ramiz Efendi’nin eşeğindenden değil a. Bizimkiler de zamanında aşka gelinerek imal edilmiş ürünler elbet.

Benim asıl sinirlendiğim nokta başka. Ulen alemde ne yavrular var be. Bizimkiler armut. Hadi sıkıyorsa dedirt benim bebelerden birine “ben aşk çocuuyum aplaaa” diye. Küçükten alıştırmak, iyi yetiştirmek lazım. Ağaç yaşken eğilir tabii. Bizimkiler artık odun kıvamına geldiler. Nereye bükeceksin?

Düşün şimdi Günlük. Düşün beee korkma. Düşünmek de suç değil a. Hangi devirde yaşıyoruz? Yoksa suç mu? Olsun sen yine de düşün. Birilerinin fener olması lazım karanlığa.

Düşün bak. Bizim eve misafir gelmiş. Beş-on kişi falan. E bizim kitlemiz de bu kadar olsun. Yetmiş milyona seslenemeyiz ya. Kapasite bu kadar. Şimdi benim Liseli odaya giriyor. Ben özendim ya diyelim... Çağırıyorum bunu dibime. Güneş gözlüğü taktıramayız yalnız ona. Hiç uğraşmayalım. Biraz küttür kendisi malumunuz vechiyle.

Bendeniz buna söyletecem ya aşkımızın mahsulü olduğunu. “Söyle bakalım amcalara Liseliiim… Sen ne çocuusun?”

Önce bir buza kesiyor ortalık. Liselim şoku atlatmaya ve kendine gelmeye çalışırken benim o mazlum, sakinlik abidesi koca kişisi oturduğu koltuktan benim olduğum tarafa doğru uçarak geliyor. Zannımca tamamen yanlışlık eseri tam da üzerime düşüyor.

Ben bu sırada, ağzımı eliyle kapatmaya çalışan koca kişisine inat “ama Dem….. , aş….. çocu…., gaze…., magaz….” şeklindeki yarım kalan kelimelerimle bir cümle oluşturmaya ve derdimi anlatmaya çalışıyorum. Misafirler telefonla bir yerleri arıyorlar. Kimi “vah vah” nidalarıyla yüzüme acıyarak bakıyor. Yerde o kadar debeleniyorum ki kafamı bir yerlere çarpıp duruyorum. Yavrucağım kıyamıyor, ağlayarak başımı tutuyor sıkı sıkı.

Bu sırada kapı açılıyor ve ellerinde tuttukları, düğmeleri arkadan iliklenen gömlekten anladığım kadarıyla kötü terzi olan iki kişi içeriye giriyor. Nedense o gömleği bana giydiriyorlar. Bir de kollarımı çarprazlayıp arkaya bağlıyor manyaklar. Moda böyle zahir. Lakin ağzıma bant takmalarını anlayamıyorum Mesaj kaygılı bir defile mi düzenleyecek bu kaçık terziler?

Ağzımın bantlı olması engel olabilir mi bana be? Ben hala konuşmaya çalışıyorum. Anlayan anlar.

“Mmmmm… Değmttttt… ağuuuşşşşşşşşşşkkk... çoğcuuuuu… bığrrraknnn... lağğnnn… oğğğğğğrosppp... çoğğğğccckklllllrrrı...”

En güzel günler, en güzel geceler senin olsun Günlük.

8 Nisan 2008 Salı

AFFETME BENİ KÜÇÜĞÜM


“Özür dilerim anneciğim” diye ağlıyordu çocuk. Kocaman gözlerinden boncuk boncuk akan yaşlar, gamzelerinde dinlenip pembe yanaklarından aşağıya, oradan da paha biçilmez inci taneleri gibi yere dökülmekteydi.

Hata yapmıştı çocuk. Küçücüktü. Sadece bir çocuktu. İşte tam da bu yüzden hata yapması çok anlaşılabilir olmalıydı. “Özür dilerim anneciğim, affet beni” diyordu.

Anne duymuyordu yavrusunun bu içten yakarışını. Görmüyordu yüreciğinden sızan acı gözyaşlarını. Anne kendi derdiyle dertliydi hala. Ne kadar yüksek çıkarsa sesi, o kadar haklıydı mıydı insan? Anne bağırıyordu sesinin yettiği, gücünün bittiği yere kadar.

Oysa karşısındaki minicik can o kadar savunmasız ve narindi ki. Ve o can, anılarına acı katıyordu belki… Masum yüreğini bitkin düşürecek büyük bir acı.

Dünyada en sevdiği, biriciği, onu hep koruyacak meleğiydi annesi. Neden böylesine değişmişti? Ne yapmıştı da sevdiceğini böylesine delirtmişti… Anlam veremiyordu çocuk.

Sadece ağlıyordu. Tek yapabildiği buydu. Gökteki melekler gibiydi… Saf ve Temiz. Elleri o kadar küçüktü ki yetmiyordu gözyaşı çağlayanını durdurmaya. Boş yere çabalıyordu eli yüzünde. Ve inciler parmaklarının arasından birer birer dökülüyordu yer yüzüne.

Ağlayan kimdi aslında? Acıyan, kanayan kimin ciğeriydi?

Minik yavrusunun gözlerinden onun içine doğru akmaya başlamıştı çoktan o can alıcı hüzün. Annenin yüreği inceden bir sızıyla başlayan koca bir ağrı yumağı olmuştu bile.

Hıçkırıklarını sardı minicik bedenine çocuğun. Kucağında yığılmış bir acı topuydu şimdi o sıcak, sevgi dolu, neşe dolu varlık. Ve onu bu hale kendisi koymuştu hiç acımadan… hiç düşünmeden.

Oysa canıydı o, ciğerparesi, en kıymetlisi. Nasıl da böyle zulmetmişti. Çok kızdı kendisine. Nefret etti benliğinden. Lanet okudu beş para etmez egosuna.

Kolları arasında hala hıçkıran bebeğini öpüp koklayarak nafile teselliler sundu ona. Yavrusunun yeniden neşelenmesi için ömrünü fedaya hazırdı şimdi. Sadece on dakika önce olduğu gibi şen kahkahalar attığını duymaktı tek muradı.

Pişmanlıklar ne kadar faydasız, ne kadar acizdi oysa. İnsan denen varlık zamanı geri alma gücüne sahip olsa daha da pervasız olabilirdi. İyi ki yoktu böyle bir yetisi.

Af dilemek de anlamsız ve boştu. Yürek kendini affedemezken, başka kalplerdeki kırıkları iyi edebilir miydi sözcükler? Hangi teselli yaralara merhem olabilirdi? Tuz basmaktan başka bir işe yarar mıydı söylenenler? Cümleler okyanus olsa, söndürebilir miydi ruhtaki yangınları?

Gözlerini o kara gözlere kilitledi. “Seni acıttım bebeğim, biliyorum. Ama en fazla benim canım yandı. Senin acın en çok beni kanattı” dedi gözleriyle yavrusuna. Yüreğini parçalayıp kanatmadan onun içindekileri kırıp dökmek imkanlı mıydı? “Sakın affetme beni küçüğüm. Sakın ha hoş görme. Affedersen… Evet affedersen… Bir daha incitirim seni. Zaten affetsen de sen, ben bağışlar mıyım kendimi?” diyordu gözleri.

Onlar gözleriyle anlaştılar. Yavrusu anneyi affeder miydi bilinmezdi. Lakin anne geceleri uyutmayacak bir pişmanlık daha eklemişti keşke sandığına. Baktığında hep etine batacak, yüreğini yakacak, kocaman, alev alev bir keşke…

5 Nisan 2008 Cumartesi

KELİMELERE SINIR KOYUN


Anlatıcı yaşadıklarından, yaşananlardan beslenir çoklukla. Ve ya yaşanılması olasıları anlatır bilene, bilmek isteyene.

İşte anlatıcı bu gün sizlere kendi yaşamından ve belki her gün yaşanan ve bizim bilmediğimiz hayatlardan çok çok kısa öyküler anlatacak. Kısa derken mecazen söylemiyorum, gerçekten kısacık. Kural gereği, toplam elli beş kelimeyi geçmeyecek hikayelerim.

Bu projeyi daha evvel duyduğumda acaba sen de yapabilir misin ki, diye sormuştum kendime. Yazmaya başlayınca kendimi tutamadığım gün gibi aşikar iken, elli beş kelimeyle anlatabilir miyim derdimi diye düşünmüş, sonra kendime güvenemeyip vazgeçmiştim.

Oysa Dileklerin En Yıldızlısı sen yaparsın deyip sobeleyivermiş beni. Şimdi bana benden daha fazla güvenen dünya güzeli arkadaşımın bu güvenini umarım boşa çıkarmam diyor ve anlatmaya başlıyorum. Bakalım neler çıkacak. Ben de meraktayım.

Martılar çığlık çığlığaydı. Yüreği gibi hop oturup hop kalkmaktaydı dalgalar. Aylardır açık denizlerde, ekmek peşindeydi.

Gemi limana vardığında geçen ay doğan yavrusunu ilk defa görecek olmanın heyecanı sarmıştı genç adamı.

Uçarak geldi yuvasına.

Kapı aralığından sızan büyük acı ezdi coşkusunu. Yığıldı adam olduğu yere. Oğlunun hiçbir zaman oynayamayacağı oyuncağın yanı başında, gözyaşlarını denize akıtıyordu şimdi.

Masaya kır çiçeklerini koyarken, çok mu boyandım diye endişelendi kadın. Elbisemi beğenir mi acaba?

Mumları da yakınca her şey tamamdı ilk yıldönümlerini kutlamak için.

“Yemekler nefisti, ellerine sağlık” deyip kalktı adam masadan.

“Bir şey unutmadın değil mi sevgilim” dedi kadın.

“Hiç unutur muyum aşkım” diyerek elini cebine götürdü adam.

Sevindi kadın. Uzattı elini sevdiğine.

“Faturaları yatırdım elbette. Al bunlar da dekontlar” dedi adam.


“Haydi, al eline sapanı” diyordu çocuklar. “Ben kuşlara kıyamam” diye diretti çocuk.

Sonunda eline tutuşturdular lastikli hain çatalı. Çekip vurdu uçmaya çalışan çaresiz yavrucağı.

Uzanıp yerden aldı. Avuçlarında hala sıcaktı minicik beden. Gözlerinde yaş koştu annesine.

“Üzülme. Baban bulacak kafes kaçkını, afacan miniğini” dedi saçlarını okşayarak.

Avucunu uzattı çocuk. “Aramasın anneciğim” dedi hıçkırarak. “Ben buldum.”

Beni bırakıyor musun, dedi ağlayan gözleri. Oysa sana nasıl güvenmiştim. Senin için gelmiştim bu pis, yaşanılmayası yere. Sen beni koruyup kollarsın… Bir de seversin… Hem de çok seversin diye.

Gitmeliyim, diyebildi ötekinin acıdan donakalmış gözleri. Sana layık birinin sevdiceği, geleceği, umudu olacaksın. Benim umudum çoktan bitti.

Yürüyüp giderken, son kez, acıyla baktı ardında bıraktığı yavrusuna. Sadece affedilmeyi diledi.

Ben de Sevgili Tabiat Ana gizli bahçesinden minik öykülerle katılsın istiyorum bu oyuna.

2 Nisan 2008 Çarşamba

KİM ÖĞRETTİ ALFABEYİ??? AAAA... BEEEEE... CEEEE...


Gün geçmiyor ki bloglar aleminde bir ebelemece, sobelemece olayı gerçekleşmesin sayın okuyucu. Sevgili Muhabbet Çiçeğim sobelemişti beni bir zamanlar. Geç oldu ama çok yoğunum. Kendisinin anlayışına sığınıyor ve yanıtlıyorum harf sobesini. Zevkle. İki arada bir derede oldu. Zaten harflerin ilk çağrıştırdıkları idi konumuz. İyi oldu. Üzerinde fazlaca düşünmeden, öylece aklıma geliverenleri yazdım işte. Aha da buyurunuz okuyunuz efenim.


A- ANNE.. tatlı sert, yumuşak, sınırsız sevgi, şefkat, gülümseyen mavi gözler.
B- BABA.. sağlam, güçlü, direk, bir çift kırılmaz kanat, istediğin kadar yiyecek.
C- CENNET.. sevdiklerimin yanımda olduğu her yer.
Ç- ÇARŞI… her şeye karşı.
D- DEDE… bembeyaz saçlar, bembeyaz sakallar, sinirli ve aksi görüntünün altında her an ağlamaya hazır masmavi gözler. Bir de cepten çıkan şekerlemeler tabii.
E- ERKEK.. ??????
F- FARE… ıyyyyykkkk
G- GIRGIR… gelin-kaynana kavgalarını bitireceği iddia edilen süpürge çeşidi.
Ğ- ÖĞĞĞK.. iyyyrençççç
H- HOR HOR.. ilk aklıma gelenin bu olması şaşırtıcı, duydum ama hiç gitmedim.
I- IŞIK.. hani şu ılık süt içen. Heyt gidi… Koca kız olmuştur şimdi.
İ- İNEK… çok faydalı bir hayvan.
J- JALE APLA… eski bir komşumuz. İsminden çok şikayetçiydi nedense.
K- KARPUZ… kabuğu denize düşse ya artık.
L- LAL… hala severek dinlediğim ve en sevdiklerim arasındaki şarkı.
M- MAL… hem kafiye oldu, hem de çok var ortalıkta ya.. o bakımdan.
N- NAŞ NAŞ… ehi ehi…
O- OLUK… su sesi, çiçek kokusu, köyüm.
Ö- ÖCÜÜÜ… korkarım ben yahu.
P- PİSİKLET… habire üzerinden düştüğüm.
R- RASTGELE… ne hoş bir dilektir
S- SABIR… her kilidin, her kapının anahtarı
Ş-ŞÜKÜR.. kuzularım.
T- TAHİR.. eski ve özlenen dost
U- UMUT… ekmeğim.
Ü- ÜLKEM… aşkım
V- VATAN… hasretim
Y- YAŞAM… fani… sonrası baki…
Z- ZAMAN… özgür bir kuş, dinlemez kimseyi.

Du bakalım. Galiba Mukocuğum ve Firdevsciğim sobelenmemişlerdi. Haydi kızlarssss…