29 Mayıs 2008 Perşembe

DİYETİM GELDİ NİYETİM GELMEDİ


Bu günlerde blog aleminde bir diyettir almış başını gidiyor. Malum yaz geldi-gelecek. Millet bikinileri çekip havuz başında, plajda salınacak. Kışın alınan kiloların acilen verilmesi gerekecek. Biz de kışın boş durmadık elbette. Vicudumuzdaki bazı bölgeleri bolca yağlandırdık çok şükür. Lakin rejim bana ters. Hayatım boyunca hiç yap (a) madım da zaten.

Öyle bir dilim ekmek, yanına yağsız tuzsuz peynir, hıyar, domatesle öğün geçirebilirim belki, ama ya tatlı işi nasıl olacak? Tatlı yemeden nasıl mutlu edilir bünye bilemiyorum. Sabah kalkar kalkmaz, hatta sabah olmasını da beklemeden gece bir vakit uyanıp dolabın başında tatlı aşıran bir hatunun diyetle ne işi olur sorarım size?

Tatlı konusunda aşmış, şaşırmış ve de etraftaki insanceyizleri epeyce şaşırtmış bir şahsiyet olarak, bu konudaki kapasitemin ne kadar yüksek olduğunu anlatabilmem ve de anlayabilmeniz zor olabilir kanaatimce.

Yine de şöyle açıklamaya çalışayım: Efenim bir seferinde azıcık hamileyim. Cancağızım muzlu pasta istemekte. Hayır hayır… Muzlu pastanın gebelikle hiç alakası yok. Benim öyle durup dururken tatlı krizlerine girmişliğim, sonrasında şeker komasına sokacak kadar tatlı yemişliğim çoktur. Yani bu, tamamen aş erme olaylarından bağımsız bir istek.

Ne diyorduk? Heh işte ben aldım pastayı önüme kutusuyla. Bir de çatal, bıçak elbette. Kibar hatunumdur bilen bilir. Bir yandan da film seyrediyorum.

Sanırım filmin ilk yarısının sonlarına doğru bir yerleriydi. Gözlerimi ekrandan ayırmadan, elimde tuttuğum bıçağı rast gele kutuya doğru sallamaya devam etmekteydim. Lakin bir türlü her hangi bir kek, krema, muz parçasıyla buluşturmayı başaramamıştım kendisini. Oysa epey bir süredir kutuya her daldırdığımda mutlaka bir şeyler gelmekteydi bıçağın sırtına.

Heyhat! Kutunun içine bakmaya karar verdiğimde artık çok geç idi. Kutu ve ben bir süre öyle boş boş(!) bakıştıktan sonra, kulaklara zarar bir çığlık salıverdim ortalığa. Bretim Pitim nedense (!) hiç şaşırmadan “yine ne oldu acaba, bu çatlak kadının derdi ne ola ki” bakışını attı. Ki bu kendisinin 393 No’lu bakışı olmaktadır.

“Kocaaaa ben bu pastayı bitirmişim yaaaa… Bir bütün pasta yemişim, oooha yaaaa… Ya niye durdurmuyosun ki beni? Şişmanlıyayım, inek gibi olayım istiyorsun dimi? Ya insan bi söyler, bırak, yeter, yeme der ya… Ben böyle şişince, sen de kızlarla fink at, fındık, ceviz kır dimi? Hele bi yap, dar etmez miyim ben sana bu dünyayıııı… ühüüü ühüüü..” (Tamam kabul, bu sondaki “ühüüü” lerin hamileliğimle ilişkisi olabilir. Onun haricindekiler ise tamamen manyak kişiliğimin dışa vurumsal yansıldamalarıdır.)

Bretim Pitim 425 No’lu “şimdi ben sana yeme deseydim, sen benim yediğimi mi sayıyorsun, benim şişman ve çirkin olduğumu mu ima ediyorsun diye burnumdan getirmiycektin yani diiy mi” bakışını atıp kafasını iki yana salladıktan sonra “cık ve cık” deyip filmi seyretmeye devam etmiş, ben de gidip bir bardak su içmiş kendime gelmiş idim o gece.

Bu minicik obezite başlangıcı vakasını öğrendikten sonra, rejim meselesine geri dönelim yine. Hafiften tombul bir çocukluk ve ergenlik geçirdim ben. Ki, ergenlik döneminin bütün enayiliğine rağmen, tek bir sivilce dökmemiş olmamın, ufacık, tefecikliğimin ve çekik gözlerimin de etkisiyle bu tombulluk, sevimli kişiliğime daha da sempati katmış, görüldüğü üzere psikolojim gayet de sağlam bir şekilde bu dönemi atlatmış idim!!!

Ta ki, kafam kadar sivilceleri her an patlayacakmış ve suratıma fışkıracakmış gibi görünen, koca burnuyla düz orantılı büyümüş koca göbeğiyle tam bir facia olan iri Çengelköy hıyarı, “ay çok mu kilo aldın sen son günlerde, yoksa bana mı öyle geldi aceba” şeklinde kendisinden beklenecek bir hırtlık yapıncaya kadar.

Sen kalk, anomali bir bünyeye böyle bir laf et! E ne de olsa erkek ırkının müstesna temsilcilerinden biri kendisi. Kütlüğü, odunluğu atalarından miras.

Bunun üzerine hemen gazetelerin magazin ilavelerinden, gençlik dergilerinden ve araştırma yapılabilecek bilcümle matbudan diyet listeleri aranılmaya başlanır elbette. O zamanlar şimdiki gibi internet yok ki, aratasın gugıl amcaya sihirli bir diyet, hemen üç beş kilo verdirsin. Zaten benim fazlalık(!) da o kadar.

Bulunur birkaç reçete en afilisinden sonunda.

Lakin bir kere en az dokuz öğün yemen gerekmektedir. Diyet listelerinin olmazsa olmazıdır ya ‘ha bire yemek’. Ulen yemek hazırlayıp yemekten iflahı kesilir insanın be! Başka hiçbir şey yapamaz olur sonunda. Bir de dakka başı yemek mi yenir allasen? Daha kahvaltıyı yeni etmişiz, hemen kuşluk vakti bir öğün sokuşturmuşlar. Neremize yiyecez bu kadar şeyi bee?

Üstelik listedeki bi sürü şeyi ahan da duymuşum. Nereden bulunur da alınır ne bileyim ben. O zamanlar yurdum insanının kültürü bu kadar üst seviyelerde değil tabii. Tele marketing denen şeyden de bihaber bizim nesil henüz.

Kendi kendime, bizzat ben şahsım adına patentli bir liste yaptım sonunda. Ne uğraşacam elin ne idüğü belirsiz, abuk listeleriyle. Sonra da bunu kendi kendim üzerinde uyguladım utanıp sıkılmadan.

Benim diyette sadece biber, domates ve hıyar üçlüsü vardı. Mevsimlerden yaz olduğundan, en bulunabilir olanlarını seçtim. O zamanlar hormon, sera neyin yok tabii, domatesin yüzünü yazdan yaza görebiliyorsun ancak. He tatlı olarak da sadece çilek yiyordum. Ekmek yasak… Yemeklere yaklaşmıyordum bile. Tatlı-matlı hak getire…

Bir süre böylece devam ettikten sonra bendeki değişiklikler aile bireylerinin de dikkatini celbetmeye başlamıştı bile. Annem “kızım yemek yesene” şeklinde beni sıkıştırıyor, babam “bu kızın gözlerinin altı morarmış, eziyet mi ediyon kıza yoksa” şeklinde annemi sıkıştırıyordu. “Bak annemlere söylerseniz gebertirim he” diye çocukları sıkıştırıyordum ben de.

O neşeli, cıvıldak, zıpır, hipermanyak kız gitmiş, mıymıntı, mızmız, yerinden kalkmaya mecali olmayan bir şapşal gelmişti. Açtım uleyn açtım. Domatesle, hıyarla adam mı doyardı be. Ve bütün bunlar o şişko, dangalak oğlanın yüzündendi.

Artık çok halsiz düştüğüm, ayakta duracak halim kalmadığı bir gün bende şimşekler çaktı. Ulen manyak mısın kızım sen, dedim kendime. Rejim-mejim senin neyine. Sen olduğun gibi güzelsin. Hem güzel olmasan da ne? Senin kaygıların başka. Manken mi olacan başıma? Sen kadını şekliyle şemaliyle değerlendiren zihniyete toptan karşı değil misin zaten? Ulen daha on yedi, on yedi, on yedisin. Dünyayı kurtarıcan sen be. Barışı getirecen en sevgi dolusundan. Açlığı, savaşları, nefreti bitirecen. Silecen dünya üzerinden tüm kötülükleri. Aç karnına nasıl yapacan bunları hem? Tok karnına bile imkansızken bazı şeyler... Bırak artık bu rejim işlerini…

Hem o dümbelek kendisine baksındı. Onun gibi bir hıyarın beğenip beğenmemesi kimin umurundaydı. Simon Le Bon beğensin yeterdi.

Neyse işte… Kendimle yaptığım bu görüşmeden sonra bunun ilk ve de son diyet girişimim olmasına karar verdik birlikte. Çok da dozunu kaçırmadan, istediğimizi yedik o gün bu gün. Hani tatlı konusunda kantarın topuzunu kaçırdığımız olmuyor mu zaman zaman yine? Evet oluyor. Çünkü kendimle yaptığım bir diğer görüşmede karar verdik ki; mutlu olmamız için tatlı yememiz olmazsa olmaz şarttır. Lakin onu da yemeği az yiyerek dengeliyoruz. Kışın aldığımız birkaç kiloyu da yazın biraz sporla geldiği yere geri gönderiyoruz. Hoop işte oldu da bitti.

Demem odur ki, yani uzun kelamın hülasası; diyet işi zordur. Bana göre hiiiç değildir. Yapanlara kolaylıklar diler, saygı duyarım, çok takdir ederim ve sevgiyle selamlarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder